Ekonomik durum ve olası gelişmeler

Ekonominin teknik dili oldukça karmaşık ve zordur. Ancak sözlük yardımıyla anlamaya gayret edebileceğimiz pek çok esrarengiz kavram ve kelime içerir. GSMH, OVP, SPK, FED gibi ekonomik kavram ve kurum adı kısaltmaları da işi daha da güçleştirir. Bütün bu karmaşıklık içinde, “kriz geliyor, geldi, teğet geçti” gibisinden değerlendirmelerin hangi verilerden kaynaklandığını, neye dayandırıldığını, bu tespitlerin doğru olup olmadığını değerlendirmemiz zorlaşır.

Ne kadar, var, yok, geçti, dense de, emekçiler kapitalist ekonominin eğilimlerini, sıkıntılarını veya krizini, işyeri kapatmalarının, işten çıkarmaların, iş bulma zorluklarının, filenin ne kadar dolup boşaldığının düzeyi gibi gündelik ölçeklerle hissedebilirler. Ama sendikal mücadelede, daha geniş ölçekte de sınıflararası savaşta, sadece sonuçları anlamak yetmiyor; hangi eğilimlerin var olduğunu ve bunların hangi sonuçlara yol açabileceğini kestirebilmek gerekiyor. Bu yüzden, son dönemde pek de iyiye gitmediğinden şikâyet edilen ekonominin genel eğilimini tespit etmeye çalışalım.

Bu sıralarda en fazla sözü edilen konu, ekonomideki büyüme oranının, yani mal ve hizmet üretimindeki artışın, %3 oranına gerilemiş olması. AKP iktidarının ilk döneminde büyüme oranı %9-10 civarındaydı, yani ciddi ve hızlı bir gelişmeydi bu. Sonra bu oran %5 civarlarına geriledi, şimdilerde ise daha da azaldı. Oysa Türkiye’nin her yıl emek pazarına katılan kişilere iş temin edebilmek için sistemli olarak en az %5 oranında büyümesi gerekir.  Demek ki, önümüzdeki aylarda ve yıllarda işsizlerin sayısı daha da artacak. (Bugünkü resmi istatistiklere göre işsiz sayısı 3,2 milyon, çalışabilir nüfus içindeki oranı %10,2. Tabii bu rakam gizli işsizleri içermiyor, yani gerçek işsizlik oranı bunun en az iki katı).

Neden büyüme oranı düşüyor? Çünkü mal ve hizmet tüketimi azalıyor. Birincisi, ülke içindeki enflasyon nedeniyle bireylerin ve ailelerin alım gücü azalıyor, dolayısıyla da tüketimlerini kısıyorlar. İkincisi, ve belki daha da önemlisi, ihracat geriliyor. Dünya ekonomisinde de ciddi bir durgunluk var; her ülke kendi malını ve hizmetini koruyup, ithalatını kısmaya çalışıyor. Bu da Türkiye’nin dünya pazarındaki rekabetini ve ihracatını olumsuz şekilde etkiliyor. Ürünlerini satamayan işverenlerin kârları düşüyor ve yeni yatırımlar yapmıyorlar. Dolayısıyla da büyüme oranı düşüyor.

İşverenler malların satabilmek için rekabet güçlerini artırmaya, yani fiyatlarını bir miktar düşürmeye gayret ediyorlar, ama kâr oranlarını yitirmemek için de tasarrufu işgücü fiyatından yapmak istiyorlar. Yani, ücret artışlarını durdurmaya, hatta düşürmeye, çok kısa sözleşmeli veya sözleşmesiz geçici işçi çalıştırmaya, kaçak işçi istihdam etmeye, taşeron işletmelerden yararlanmaya daha fazla ağırlık vereceklerdir.

Başvuracakları bir diğer önlem de TL’nin değerini –hükümetin para politikası aracılığıyla- daha da düşürüp dış pazarlarda rekabet güçlerini ve dolayısıyla ihracatlarını artırmaya çalışmak olacaktır. Bu da enflasyonun düşmesini engelleyecek, hatta onu daha da artırıp işçi emekçilerin yoksullaşmasını hızlandıracaktır.

Ama tabii hem işsiz sayısının daha da artması, hem de gelirlerin giderek daha fazla düşmesi, tüketimin daha da kısılmasına, dolayısıyla da büyüme oranının daha da düşmesine yol açabilecektir. Hükümet bunu frenleyebilmek ve yurt içi tüketimi artırmak için bireyleri borçlanmaya teşvik ediyor. Bu nedenle de kredi kartı taksit sayısını 12 aya çıkardı ve eski borçların 72 ay vadeyle yeniden yapılandırılabilmesini kararlaştırdı. Tüketiciler bunu, fiyat düşüşü gibi algılayacak ve kolayca borçlanabileceklerdir. Ama gelirler azaldığından sadece daha fazla borçlandırıldıklarıyla kalacaklar ve bankalar da taksit faizleriyle kârlarını artıracaklardır. Yani kredi taksiti süresinin uzatılması, işçi ve emekçileri borçlandırarak banka gelirlerini artırma tuzağıdır. Bankalar bu paraları düşük faizlerle işverenlere aktaracak ve onların yatırım yapmalarını teşvik edecektir. Plan budur: emekçiler borçlandırılarak işverenlere nakit akışı sağlanacaktır.

Ama sallantıdaki ekonomiyi canlandırabilmek esas olarak yatırımların artmasına bağlı, bu da büyük paralar gerektiriyor. Oysa Türkiye’nin dış borcu 421 milyar dolar, bu miktar milli gelirin %60’ına tekabül ediyor. Bu borcun 300 milyarı, yani %70’i, özel sektöre ait. Üstelik, ekonomik ve politik istikrarsızlık nedeniyle dışardan para da gelmiyor, tam tersine son dönemde dışa doğru kaçış var. Bu yüzden hükümet sorunun çözümünü gerçekleştireceği “mega projelerle” ekonomiyi canlandırmakta arıyor. Hesap şu: köprü, tünel, karayolları, silah sanayii gibi alanlarda hazırlanan büyük projelerin gerçekleştirilmesi, hükümetin (tabii RTE’nin) kayırıp seçeceği işadamlarına devredilecek, onlara müthiş paralar kazandırılacak.

Pekiyi, bu projelerin parası nereden gelecek? İşte bunun için de hükümet “Varlık Fonu” adıyla, şirket gibi işleyecek ve devlet kontrolünden tamamen muaf bir fon kurdu. Emeklilik fonu, işsizlik fonu, Savunma sanayii fonu, özelleştirme gelirleri, satılacak olan devlet varlıkları, dış borçlanmalar, vb. hep bu fonda toplanıp yandaş sermaye gruplarına aktarılacak. Yani, işçi ve emekçilerin emekleri ve gelirleriyle oluşturulan bütün fonlar ve servetler, özellikle inşaat ve silah sektörü ile onların çevresinde iş yapacak olan burjuva kesimlere sunulacak. Kısacası halk soyulup, patronlar ve onların komisyoncu politikacıları daha da zenginleştirilecek.

Sendika yöneticileri elbette bütün bu gerçekleri çok iyi biliyorlar. Önlerinde iki yol var: ya bütün bu soyguna göz yumup hükümete ve kapitalistlere koltuk değneği olacaklar; ya da işçi sınıfını ve tüm emekçileri seferber edip bu talanı durdurmaya yöneleceklerdir. İşçi ve emekçilerin denetiminde planlı bir ekonominin kurulmasını savunan İşçi Demokrasisi Partisi olarak bizim görevimiz, işçi sınıfıyla diyaloğumuzu geliştirerek onlara bu gerçekleri anlatmak ve ilerici/devrimci sendika ve parti önderlikleriyle birlikte kapitalist yağmaya karşı işçi-emekçi seferberlik cephesinin oluşturulmasına katkıda bulunmaktır.

Yorumlar kapalıdır.