Milletin iradesi!
“Son sözü millet söylesin… milletimiz nasıl isterse… millet iradesi…” vb. içinde “millet” geçen sözleri siyasetçilerin ağzından her dönem çok duyduk ancak “millet” vurgusunun AKP döneminde ayrı bir yeri var. Yıllardır pek çok seçimi açık ara kazanan “İslamcı” iktidarımız bu “millet” işini pek sevdi! Gerçi “Hâkimiyetin Allaha ait” ve de “anayasanın Kuran” olduğunu söyleyen bir gelenekten geliyorlar ama “Mevlam verdikçe verdiği” ve millet de teveccühünü esirgemediği sürece bir zararı yok. Ancak resmen olmasa da arada bir kayıt konuluyor “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” ilkesine. Mesela “Hâkimiyet Allahındır, ancak irade milletindir!” deniliyor. Eh, neticede iş “Allahın rızasına” bağlansa da seçmenin oyuyla iktidar olunuyor. Bu nedenle öbür tarafla bu taraf arasında bir çeşit uzlaşma veya bir nevi işbölümü şart!
Allahın yeryüzündeki gölgesi…
Aslında hâkimiyet kiminse irade de onundur; yani iradenin gerçekten millete ait olabilmesi için hâkimiyetin de onda olması gerekir; ancak dedik ya bir ortalama yol bulunmak zorunda; ne de olsa siyaset “bu dünyanın” işi, aynı para, servet, ekonomik ve politik iktidar vb. dünya nimetleri gibi…
Bu ilahi olanla dünyevi olan arasındaki “uzlaştırma” ve “ortalama” işi Cumhurbaşkanı’nın şahsı üzerinden hallediliyor. Çok kötü esprileri ve milleti çocuk yerine koyan anlamsız örnekleriyle ünlü Başbakan’ın “Bir geminin iki kaptanı olmaz!” sözüne bakmayın. Onca yıl ulaştırma bakanlığı yapmış ve üstelik de gemileri olan bir kişinin, bir gemide tek kaptan olamayacağını bilmemesi mümkün değil. (Eğer Beşiktaş-Üsküdar dolmuş motoru değilse!) O, aslında “Reis’e şirk (ortak) koşulmaz!” demek istiyor. Malûm İslam’da en büyük günah Allaha şirk koşmaktır. Pek çok AKP’linin RTE’ye ne gözle baktığı hatırlarsanız bu “şirk koşma” işini de anlarsınız. Bu mantığa göre mesela “kuvvetler ayrımı”nın çok tanrıcılıktan bir farkı yoktur. Bu nedenle İslam’daki “tevhid” ilkesi gereği bütün kuvvetlerin, her şeyi bilen, gören, anlayan… (İsim ve sıfatların toplamı 99 ediyor!) ve her şeye hükmeden tek bir gücün elinde toplanması gerekiyor. Haşa, Allah gibi değil de “onun yeryüzündeki gölgesi” gibi bir şey. (Zıllullah-i f’il âlem) Yani “tek adam rejimi”nin böyle “ilahi” bir temeli, gerekçesi var!
Milli iradenin gaspı!
Ancak konumuz teolojik değil, politik. Saray, sabahtan akşama sürekli “millet iradesinden” söz etse de milletin iradesine güvenmiyor. (Malûm, ortada bir 7 Haziran vakası var.) Bu nedenle o iradeye bütünüyle el koymaya kararlı. Zaten o güvenilir bir irade olsaydı ne temsili demokrasiye ne de diktatörlüğe, tek adam yönetimine gerek kalırdı. Hem temsili demokrasi, aynı zamanda millet iradesinin millet için de “temsili” bir hal alması, gerçek iradenin egemen sınıfın hizmetinde ve yönetim yetkisine sahip az sayıda insana devri anlamına geliyor. Yani netice itibariyle millete güven olmaz, ister “demokrasi” ister “diktatörlük”; işini sağlama alacaksın.
Ancak yine de “Ama millet, iradesini seçim yoluyla birilerine veya birisine devrediyor” denilebilir. Buna karşılık söyleyeceğimiz şudur: Kime devredilirse devredilsin, devredilen irade artık millete ait değildir! Üstelik ortada bir de irade gaspı” varsa. Mesela Türkiye’de “milletin” en az yüzde ellisi, iradesinin tek bir kişiye teslim edilmesine karşıdır; ancak buna rağmen tek adam rejimine geçilmek istenmektedir.
Gerçi iktidar bu sorunu, halkın karşı çıkan, direnen bir bölümünü “millet” ve “millilik” tanımı dışına çıkartarak ve doğrudan “milli değerlere yabancı” veya “vatan haini” kapsamına alarak çözmeye çalışıyor. Yani sadece örtülü değil, açık ve zora dayalı bir “irade gaspı” da söz konusu. Bu durumda, egemen sınıfların temsilcisi olan iktidar, “milli iradenin” tamamına, milliyetçi-mukaddesatçı gericiliğin ebedi iktidarı adına, yasal veya yasa dışı her yolu kullanarak el koyuyor…
Bütün burjuva iktidarı gibi AKP iktidarının da “milletin iradesiyle” bir ilgisi yoktur. Seçimler mi? Dört veya beş yılda bir gün, tek tek sandık başına giden insanların, görünür görünmez yüksek seçim barajlarıyla çevrelenmiş özel bir mekâna, adeta “Bir arkadaşa bakıp çıkacaz!” misali şöyle bir uğramasından söz ediyoruz! Milletin kâhir ekseriyetini oluşturan emekçilerin soyulmasıyla elde edilen kamusal ve özel kaynaklarla güç kazanan, yalana, demagojiye, hile ve şantaja, terör ve baskıya dayalı, esas olarak büyük sermayenin çıkarlarının oylandığı bir mekanizma.
Haydi o zaman..!
Madem “millet iradesi”, haydi o zaman o iradeyi millete teslim edin de görelim! Edin ki biz de milli iradeye gerçekten saygılı olup olmadığınızı anlayalım.
Devlet toplum ayrımını ortadan kaldırmayı, politikayı bir azınlığın elindeki profesyonel bir meslek olmaktan çıkarmayı hedefleyen adımlar atın. Toplumun her düzeyde kendi özörgütlenmelerini oluşturduğu, bütün idari görevlerin (polislik, yargıçlık dahil) bu organlar tarafından seçilen, ekonomik ayrıcalıkları, temsil ödenekleri olmayan, kalifiye bir işçinin ücretiyle çalışan delegelerce yerine getirildiği, seçilenlerin geri çağırılabildiği bir düzene ne dersiniz?
Temsili olmayan doğrudan bir demokrasinin yolunu açan; asalak bir bürokrasiden arınmış, toplumun tepesine çıkıp onu güdülecek bir sürü gibi görmeyen, milletin gerçek iradesini yansıtan “ucuz bir devlete” ve gerçek bir cumhuriyete var mısınız?
Halkın gerçekten görerek ve kendi çıkarları doğrultusunda seçtiği delegelerin yer aldığı meclislerin oluşturduğu, onları dengeleyip koordine eden, yasama ve yürütmeyi bir araya getiren, (Bakın ne güzel, kuvvetler ayrımı kalkıyor!); öyle “parlamenter” falan olmayan, (Bakın bu da iyi!) yürütmenin yabancılaşmadığı; “düşünce ve tartışma özgürlüğünün yozlaşıp aldatmacaya dönüşmediği”; geri çağırılabilir temsilcilerin kendi çıkardıkları yasaları uygulamak ve seçmenlerine hesap vermek zorunda oldukları merkezi bir meclise dayalı bir yönetim biçimi nasıl olurdu?
Ve elbette bütün bunları mümkün hale getirebilecek, demokrasiyi sadece siyasi değil, ekonomik-toplumsal alanda da geçerli kılacak, emeğin bir meta olarak alınıp satılamadığı, sömürünün ortadan kalktığı bir sosyal-ekonomik temeli yaratmak şartıyla. İşte size “milletin iradesi”… Ne dersiniz?
Tabii ki olmaz, değil mi? “Yani o kadar da demedik!” dediğinizi duyar gibiyiz.
O zaman susun; palavralarınıza karnımız tok!
Yorumlar kapalıdır.