2008 krizinin onuncu yılı, yüzyılın sınıf mücadeleleri ve Türkiye
“Nesnelci, bir dizi verili olgunun gerekliliğini gösterirken, her zaman bu olguların bir savunucusu haline gelme riskini göze alır. Maddeci, sınıf çelişkilerini ortaya koyar ve bunu yaparken kendi bakış açısını tanımlar. Maddecilik, deyim yerindeyse taraf olmayı içerir ve olayların her bir değerlendirmesinde belirli bir toplumsal grubun bakış açısının doğrudan ve açıkça benimsenmesini emreder.”
- İ. Lenin
“Krizdeki ağır aşamadan kronik aşamaya doğru bu ‘iyileşme’nin, yalnızca ikinci ve gerçekten belirleyici bir darbe inmeden önce başladığını umabiliriz… Kriz, maddi olarak, bana denizde yüzmek kadar iyi gelecek; onu şimdiden hissedebiliyorum. Biz 1848’de, ‘şimdi bizim zamanımız geliyor’ diyorduk ve BİR ANLAMDA öyleydi. Ancak o, bu kez iyice geliyor; şimdi o, ölüm kalım meselesi. Bu durum, ilk elde, benim askeri araştırmalarıma daha pratik bir eğilim kazandıracak.”
- Friedrich Engels, 1857-58 dünya ekonomik krizinin sonuçları üzerine Marx’a mektubundan.
“Kapitalizmin içindeki bütün ayrıştırıcı güçler, onun kasvetli kabuğunun altında sürekli faaliyet içinde. Sistem, uluslararası bir çatışmaya yol açan toplumsal patlamalarla sarsılmaktadır. Kapitalist örgütlenmenin ‘en yüksek’ aşaması, komünist devrimi gündeme yerleştiren kanlı bir kaos örgütlenmesi olarak açığa çıkmaktadır.”
- Dördüncü Enternasyonal İkinci Kongre Bildirisi
“Eğer sosyalizm uzak bir özlemden, ahlaki bir idealden ya da dünyanın ahlaki olarak düzelmesini uman iyi niyetli biri olarak arzuladığınız nihai bir amaçtan ibaretse, ne diye profesyonel bir önderliğe sahip, sıkı disiplinli, savaşçı bir parti istensin ki?”
- James P. Cannon
***
1.) Lehman Brothers isimli bankanın çöküşünün onuncu yıldönümündeyiz. 2008 ekonomik krizi adıyla bilinen çöküş, esas olarak 2007 senesinde Latin Amerika gibi coğrafyalarda başlangıç etkilerini hissettirmiş olsa da, ekonomistler Lehman Brothers’ın iflasını, buhranın simgesel ortaya çıkışı olarak okumuştu. Söz konusu kriz 1929 buhranından bu yana kapitalizmin karşı karşıya kaldığı en ciddi ve yapısal ekonomik tehdidi oluşturuyor. Dahası üzerinden on sene geçmiş olmasına rağmen, krizin etkilerini minimalize etmeyi öngören politikaların hiçbirisi kendi mantıksal hedeflerine ulaşamadılar. Kapitalizmin kendi iktisadi krizleriyle baş etme noktasında başvurduğu birtakım geleneksel metotlar mevcut. 2008’den bugüne bu yöntemler yeniden ve yeniden denendi. Emperyal ekonomik sistem, yapısal krizini aşmaya çabalarken başka kriz dinamiklerini yarattı ve edindi. Bu bağlamda sona ermiş bir krizden söz etmek mümkün değil çünkü artçı sarsıntılar, saf ekonomik biçimleriyle olmasa da siyasal, toplumsal veya askeri formlarıyla varlıklarını koruyorlar. 10 sene önce yaşadığımız dünyadan bugüne maddi gerçekliğin radikal bir dönüşüm geçirdiği doğru. Artık tarihsel düzlemde yeni öznelerden, yeni süreçlerden ve yeni olasılıklardan bahsedebilmek yalnızca olanaklı değil, zaruri de. Bu tablo bir bilançoyu ve bilançonun yanı sıra da, gelecek döneme dair bir perspektifi hak ediyor.
2.) 2008 krizinin en mühim sonucu, uluslararası sınıf ilişkilerinde yarattığı dönüşüm oldu. Finans kapitalin “serbest piyasa” dinamikleri altında birikme ve temerküze olma yasaları ile refleksleri, ekonomik çöküşün ardından kendini rehabilite etme uğruna sömürü ile baskıyı yoğunlaştırırken buldu. Bu, dünyanın her yanında, sınıf ilişkilerinin işçilerin daha fazla sömürülmesi, sınıf kazanımlarının ve demokratik hakların daha fazla tırpanlanması, militarizmin ayaklanmalara ve devrimlere karşı daha yoğun kullanımı, artıkdeğerin burjuvazi tarafından el koyulan kısmının daha da artması şeklinde dönüşmesini getirdi. Kemer sıkma politikaları, çalışma şartlarının esnekleştirilmesi, fabrika içi üretim rejimlerinin kârın yükseltilmesi uğruna sertleşmesi, emeklilik ve grev benzeri yaşamsal hakların önüne anayasal ve polisiye engellerin çıkartılması, ücretlerin düşürülmesi ve bunun uğruna işsizliğin kronik karakterinin artan oranlarda yeniden ve yeniden üretilmesi 2008 krizinin sonrasında emperyalist egemen sınıfların, uluslararası proletaryaya karşı hayata geçirdiği saldırı politikalarının yalnızca ufak bir kısmı oldu. Üreten sınıfların üzerinde kurulan bütün bu yağma ve tahakküm mekanizmalarına rağmen 2008’in dünya kapitalizmi için ifade ettiği buhran henüz aşılabilmiş değil, aksine politik, kurumsal ve askeri dışavurumlarıyla daha da derinleşmiş vaziyette.
3.) Krizin yarattığı yeni sınıflar arası ilişki konjonktürü, emperyalist siyasal önderliğin karakterinde tektonik sarsılmaların yaşanmasının önünü açtı. Buhranın en ciddi etkilerinden birisi, emperyalizmin politik önderliğinde gerçekleştirdiği programatik değişim eğilimi oldu. 1980’lerin proleterler için yenilgi senelerinde kemikleşmiş olan Reagan-Thatchercı siyasal ajanda, ilerleyen senelerde de “küreselleşme” adı altında emperyalist statüko aracılığıyla yönetim aygıtlarında korunmuştu. Neoliberal piyasa ilişkilerinin karşısına ulusal gümrük duvarlarının tuğlalarını çıkarmaya cüret eden figürler ya fiziksel olarak, ya da şantaj yoluyla siyasal düzlemde ortadan kaldırıldılar. Kârlar sınai alandan finansal düzleme görece bir geçiş yaşarken, hükümetlerin görevi spekülatif mali balonlara şişmeleri için ucuz oksijen sağlamaktı. Neoliberal yağma, kendi kırmızı çizgilerinin sınırlarını çizdiği çeşitli birikim modelleri yarattı. Bu modellerden Türkiye’nin kendi kapitalist çevriminde başlıca rolü atfettiği alan, inşaatçı birikim modeli oldu. Son 30 seneye damgasını vurmuş olan bu uluslararası neoliberal sözleşme, sebep olduğu krizin yaratmış olduğu alternatif burjuva önderliklerce sağdan tehdit edilmeye başlandı. Trump bu tehdidin en keskin ifadesi oldu. Reagancı statükonun yerleşik kurumları bu tehdidi Avrupa’da Le Pen’in karşısına Macron’u çıkararak kısmen ötelediler (yine de Macron’un ajandasının, artan oranlarda Le Pen’inki ile kesişmeye başladığı akıllardan çıkarılmamalı!). Ancak ertelemeci tedbirler, kapsamlı bir çözüm programına dayanmıyor. Son ABD seçimlerinde Clinton’ın arkasına dizilmiş bulunan egemen bloklar günü kurtararak ilerleyebiliyor. Belki bugün federal mahkemeler aracılığıyla Trump’ın gümrüksüz neoliberal ilişkilerden sağdan kopuşunu kısmen (!) engelleyebiliyorlar ancak yarın bunu ve daha fazlasını yapabileceklerine dair hiçbir toplumsal güvence yok. Dahası, işçi sınıfının bu sözde “güvenceye” harcama lüksünün olduğu bir saniyesi dahi yok! Reagancı politik elitlerin, kendilerinin ekonomik ajandalarıyla doğurmuş oldukları yeni gericilik dalgasını kontrol altında tutabilecekleri önerisi, ancak yangına benzinle koşulmasını öngören bir kabus olabilir.
4.) Beyaz Saray’daki koltuğa oturan kişinin ismi önemli değil. 2008 krizi, dünya çapında birçok başkanlık ofisinin kiracısını, öngörülünden çok daha erken bir zamanda yerinden etti. Trump; ülke içerisindeki üretim bantları (sanayinin Asya’ya taşınmış olmasından dolayı) boşalmış bulunan ve neoliberal monopolleşme karşısında diledikleri pasta dilimine el koyamamış olan orta ölçekli ticaret ve endüstri erbabının programının taşıyıcılığını yapıyor. Orta ve Doğu Asya’dan ithal edilen metaları vergilendireceğini, yarı-mamul ve mamul malların üretiminin ülke içerisine taşınacağını, orta ölçekli sigorta şirketleri de kâr edebilsin diye Obamacare’i iptal edeceğini ve dileyenlerin Suriye ile Irak’ta otel açabilmesi için ve sadece bunun için IŞİD’i bitireceğini söylüyordu. Trump’ın geçtiğimiz süreçte çelik ithalatına %25, alüminyum ithalatına %10 vergi zammı yaparak; Almanya-Çin bloğunun Davos’ta ifade ettiği küreselleşmenin devam etmesi taraftarı eğilimiyle açık bir ticaret savaşı ilan etmiş olması, emperyal önderlikte 2008 krizinin yarattığı çatlakların bugüne kadarki en keskin ifadesini vermektedir. Bunun anlamı, derin bir iktisadi krizin koşulları altında, Almanya’nın yoksullaşmadan ABD’nin zenginleşemeyeceği yönündeki eşitsiz bileşik yasanın, uluslararası ticaret ve gümrük anlaşmalarının üzerinde sağlanan geleneksel konsensüsü pas tutmaya terk ettiğidir.
5.) 2008 çöküşünün etkileri, Birleşik Devletler’in bankaları kamu fonlarıyla kurtaran siyasal elitleri aracılığıyla Avrupa’ya ihraç edilmek istenmişti. Bu politikanın doğrudan sonucu İspanya, Yunanistan, İrlanda, Portekiz ve benzeri “çevre” Avrupa ülkelerinin ekonomik düzlemde yerle bir olmaları ve bununla birlikte de bu ülkelerdeki geleneksek burjuva önderliklerin iflası oldu. Kıta Avrupa’sını temellerinden sallayan bu politik süreç, tezahürünü Kuzey Amerika kıtasında da buldu. Demokrat Parti kendine “demokratik sosyalist” diyen Bernie Sanders’ın önadaylık süreciyle sarsıldı. Sanders, sadece lafta kalacak da olsa, sosyalizm propagandası altında on binlerce kişiyi mitinglerinde bir araya getirdi. ABD bağımsız sosyalist hareketi yerellerde ve belediye meclislerinde hiç de azımsanmaması gereken ciddi kampanyalar örgütledi ve adaylarının bir kısmı da seçimlerden zaferle çıktı.
6.) ABD emperyalizmi, geçtiğimiz asırda sahip olduğu jeopolitik egemenliğe sahip değil. 2008’in belki de en vurucu yanı bu oldu. Bu emperyalist önderlik, artık yabancı ülkelere kara harekatı düzenlemek noktasında dilediği gibi savurgan davranamıyor, askeri operasyonların kendi iktisadi çıkarları uğruna örgütlenmesi gerektiğinde NATO’nun ordularının kapısını çalmadan edemiyor ve bütün bunların bir sonucu olarak da, iki partili aristokratik bir seçim paradigması üzerine bina edilmiş olan geleneksel yönetim metotlarını “olağan” demokratik araçlarla sürdüremiyor. Anayasa bunu katî surette yasaklamış dahi olsa Ferguson, Baltimore ve benzeri siyahi yerellerde çıkan ayaklanmalara orduyla müdahale etmek ve Doğu Yakası’nda greve çıkan on binlerce iletişim işçisinin sendikal haklarını kabul etmek zorunda kalıyor. Bu, Reagan’ın yenilgiye uğrattığı hava kontrolörleri grevinin ardından Birleşik Devletler işçi sınıfının kazanmakta olduğu ilk mevziler. Bu mevzilerin, bir karşıdevrimci saldırının nesnesi olacağına dair elbette hiçbir kuşku yok. Yine de şunu belirtmeden geçmeleyelim: ABD içi bütün bu mücadeleler silsilesine ve geleneksel önderliklerin krizlerine rağmen, Birleşik Devletler proletaryasının yaşam standartları ve hayatta kalma koşulları iyileşmiş değil. Gerileme sürüyor; karşıdevrim de gücünü buradan alıyor.
7.) Şimdi Trump iktidarının akıbeti ne olacak? Bu sorunun cevabı, içinden geçtiğimiz sınıf mücadelelerinde saklı. Bu iktidar, NAFTA benzeri uluslararası neoliberal anlaşmaların son kullanım tarihinin dolmuş olduğunu zaten ilan etti. Dünya Ticaret Örgütü’nün bütün kapitalist tarafların uyması gereken şartlar olarak belirlediği ticari ve mali kurallar, artık yok hükmünde. Bu hükmü, bizzat kapitalizmin krizi verdi. Korumacı bir iktisadi programın Trump liderliğinde, emperyalist ekonomik iş bölümünde yatacağı çatlaklar ve tozunu alacağı gerilimler daha henüz rüşeym halindeler. Ancak gelmekte olan kendini hissettiriyor. 2008 krizi, farklı ekonomik sektörlerde değişen ihtiyaçlar yaratmış ve bu dinamik de doğrudan doğruya, emperyalist önderliğin yapısında Reagan-Thatcher çizgisinin dışında birtakım yapısal değişim eğilimleri doğurmuştur.
8.) Uluslararası bir burjuva “önderlik krizi” mevcuttur ve bu, 2008 mali çöküşünün bir eseridir. Küresel finans kapitalin, yakın vadede çözmesinin mümkün olmadığı bir siyasal önderlik krizidir söz konusu olan. Bahsini ettiğimiz burjuva önderlik krizi, kapitalist siyasal iktidarların politik ihtiyaçları ile kapitalist sınıfların ekonomik ihtiyaçları arasında genişleme eğilimi taşıyan açının kendisidir (ancak bu durum, ikisi arasında bir çelişki veya strateji çatışması olduğu yönünde anlaşılmasın; aksine ikisi de birbirlerinden doğmakta, birbirlerinin şartlarını yaratmakta, var olmak için birbirlerine ihtiyaç duymaktadır). Bu dinamik, Bonapartist karakterdeki iktidarların dünyanın dört bir yerinde vuku buluyor olmasının kaynağıdır. 2008 krizi, 1929 buhranının doğurduğu tarzda faşizme doğru siyasal bir evrimi henüz yaşamadı (bu, yaşamayacağı anlamına gelmez) ancak burjuva demokrasilerinden çıkışı da organize etti. Bugün parlamenter demokrasilerle faşist baskı rejimleri arasında salınan bir Bonapartist gericiliğin sarkacı üzerimizde salınıyor. Hemen belirtelim, bu salınma sürerken faşist veya semi-faşist yapılanmalar da her geçen gün yeni sosyopolitik mevziler kazanıyor.
9.) Bonapartistleşme, 2008 çöküşünün perspektifinden bakılarak nasıl tarif edilebilir? Daralan bir pastadan dilim almayı talep eden pazar burjuvalarının sayısının çoğalmasıyla, o pastanın nasıl bölüşüleceğine karar verme yetkisini kendine tanıyan siyasal elitlerin, tam da bunu yapabilmek adına politik ve askeri gücü kendilerinde merkezileştirmesiyle. Kapitalizm, 2008’den çıkışı, tabir-i caizse artan oranlarda “kapitalistleşerek”; yani piyasa üzerindeki kamu denetimlerini ve devlet kontrollerini iyice yok ederek aşmaya çalıştı. Liberal iktisadi model söz konusu olunca şu bilinmelidir ki; siyasal rejimler, ekonomik rejimlerin “serbest” ve “özgür” bırakıldıkları oranda, baskıcılaşırlar, diktatörleşirler. Ekonomik serbest piyasanın şartı, siyasal alanda serbestiyetin daralmasıdır.
10.) Macaristan’dan Orban, Filipinler’de Duterte, Rusya’da Putin, Türkiye’de Erdoğan, Mısır’da Sisi, ABD’de Trump, Fransa’da Le Pen ve Brezilya’da Bolsonaro. Uluslararası burjuva önderlik krizinin en açık göstergesi, bahsini ettiğimiz uluslararası Bonapartistleşme eğilimidir. Ancak yanlış anlaşılmasın; burjuvazinin yaşadığı karşıdevrimci önderlik kriziyle, işçi sınıfının yaşadığı devrimci önderlik krizi bambaşka kategoriler. Burjuvazinin önderlik krizinden bahsederken, onun pazar fetihlerine ve kâr akışına istikrar kazandırmak için kullanmayı tercih edeceği “havuç” metodunun artık işlevinin kalmadığını ve “sopaya” doğru riskli bir dönüş yapmak zorunda kaldığını söylüyoruz. Neoliberal piyasa serbestliklerinin toplumlar nezdinde sineye çekilmesini sağlayacak olan, kitlelerin yaşam koşullarını günden güne kötüleştiren “yapılanma programlarının” yalnızca sessiz iç çekişlerle geçiştirilmesini ve kabullenilmesini örgütleyecek olan siyasal seçenek ne olabilirdi? Dünya düzleminde burjuva politik rejimlerinin Bonapartistleşme yönünde hissettikleri basınç, bu sorudan doğdu. Hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak denli açık olan gerçek şudur ki; uluslararası Bonapartistleşme eğilimi, toplumların yönetiminin artık demokratik yöntemler ve araçlarla sağlanamadığı anlamını taşımaktadır. Kapitalist toplumun demokratik olasılıklarını tüketen de, yine kronik bir krizli yapıya sahip olan kapitalist ekonomidir. Ulusal pazarları ancak Bonaparte’lar tek parça halinde tutmayı başarabilirdi. Bu sebeple burjuvazi, “olağanüstü” politik yetkilerin, Bonapartizmin taşıyıcılığını üstlenen siyasal elitlere teslim edilmesini örgütledi veya en azından buna rıza gösterdi. Bu, en temel burjuva demokratik talepler ile hakların dahi “burjuva demokratik” sınıflar tarafından hayata geçirilip uygulanamayacağını, defalarca olduğu üzere bir kez daha kanıtladı.
11.) 2008’deki yapısal çöküşün ardından krizin ötelenebilmesi uğruna hayata geçirilen ekonomi politik paketleri, kendilerini, bir zorunluluk olarak ulusların borçlandırılması üzerinden bina etti. Dünya proletaryasının yeryüzü üzerindeki bütün bölükleri, orta ve uzun vadede, ulusal burjuva hükümetlerinin kendilerine danışmadan almış oldukları yüksek tutarlardaki dış borç meblağlarının yıkıcı etkileriyle karşı karşıya gelecek. Krizin açıklarını kapamaya dönük oluşturulan FED’in borç politikası, alt sınıfların zaten neredeyse yok edilmiş olan refah seviyelerinin altına dinamit döşüyor. Emperyalizmin yeni yüzyılda karşılaştığı ilk yapısal krizin ardından, bu buhranı likidite olarak geri dönüşü mümkün olamayacak olan borçlandırmalarla aşmaya çalışmış olması, birikim rejimlerinin sıkışmışlığına bir örnektir. Borçlandırma politikaları somut kâr olarak geri dönüşünü alamayınca Wall Street’te bir düşüş eğilimi yaşayacak olan borsa hisse bedelleri, emperyalist iş bölümüne damgasını vuran statükoyu rahatlıkla darmadağın edebilir. Çünkü düşen hisse bedellerinin kendi paylarını da tırpanladığını gören uluslararası firmalar (General Electric ve Ford bunu yavaş yavaş yapmaya başladı bile) yarı-sömürge ve sömürge ülkelerin üretim ağlarından talep ettikleri siparişleri azaltma yoluna giderek, ekonomisi mamul ve yarı-mamul meta üretimine ayrılmış ülkeleri derin yokluklara sürükleyebilecektir. Ekonomik karşıdevrim iki cephe üzerinden ilerliyor: Sosyal haklarda kesinti ve borçlandırma. Birincisi demokratik devrimleri gündemleştirirken, ikincisi demokratik devrimin çözümünde yetersiz kalacağı ekonomik sorunları gündemleştiriyor. Borç sorunu noktasında “efendi-köle diyalektiğini” anımsatan son bir veriyi daha paylaşalım: Bugün itibariyle ABD’nin küresel borçları gayri safi yurtiçi hasılanın yüzde 217’sine denk düşüyor ki bu, 2007’den bu yana yüzde 40’lık bir artışın yaşanmış olduğuna işaret ediyor.
12.) Emperyalizmin borçlandırma yöneliminin ikinci bir ayağı var; merkezi iktidarlar banka borçlarının kesintisiz ödenmesinin organize edilebilmesi için, kendi iktidarlarının toplumsal olarak en zayıf olduğu demografik kesimleri ya da tabir-i caizse zaten iki kere sömürülmekte olan katmanları hedef aldılar. İskoçyalı işçi sınıfı hem İskoç, hem de İngiliz bankalarının borçları için soyuldu; aynısı Katalan işçi sınıfının Katalan ve İspanyol bankaları karşısındaki ilişkisi için de geçerliydi. Yani krizin yaygın siyasal biçimlerinden biri ezilen uluslar sorunu oldu ve bu eğilim, varlığını sürdürebilir.
13.) 2014 İskoçya, 2017 Katalonya ve 2017 Irak Kürdistan’ı bağımsızlık referandumları, merkezi ekonomi politikaların faturacı niteliğinden kaçınmayı arzulayan halk hareketleri olarak, bu bağlamda ortaya çıktı. Bütün bu momentlerde, kemer sıkma ve borç ödeme yönündeki merkezi siyasal basınçların karşıt ifadesi, bir ulusal hareket biçiminde patlak verdi. Bunun yanı sıra, kimi zamanlarda “ezen ulus” da, bir “uluslar birliğine” karşı tepki gösterdi; İngiltere’nin Brexit’le Avrupa Birliği’nden ayrılma kararı alması gibi.
14.) Bütün bu örnekler, kitlelerin sabrını taşma noktasına getirmiş mali sermaye kaynaklı borç ödemelerinin karşısında verilen ilksel tepkilerin, bir “ulusal bilince” sahip olarak doğduklarını gösteriyor. Bu dinamik, ezilen ulus halklarının politik bilinçlerinde ilerici kırılmalar yaratması açısından önemli. Ancak emperyalizmin Trump önderliğinde aldığı Kudüs’ü İsrail’in başkenti yapma kararı, bu eğilime karşıt bir cephe oluşturdu ve Irak hükümetinin Kürdistan’ı, İspanya’nın da Katalonya’yı silah zoruyla teslime zorlamasıyla ulusal hareketler, kendilerinin mızrak ucu olan Filistin sorununun gündeme getiriliş biçiminin katkısıyla da dönemsel bir yenilgi yaşadılar.
15.) Krizin ardından uluslararası sınıflar mücadelesi belirli aşamalardan geçti. İlk aşama kitlelerin önderliksiz ve kurumsuz bir biçimde seferber oldukları durumdu. Bu, devrimci bir dalgaydı. Kuzey Afrika ve Ortadoğu coğrafyasında bu aşama doğrudan doğruya diktatörlük karşıtı demokratik devrimler şeklinde vuku buldu ve Libya’nın ardından strateji değiştiren Arap egemen blokları, Suriye devrimini bir iç savaşa çevirerek devrimci durumun ilerleyişinde bir duraklama ve geri çekilme yaratabildi. Bu aşamanın Avrupa’daki yankısı İspanya’daki Öfkeliler Hareketi ile Yunanistan’da art arda yapılan sayısız genel grev oldu. Yaşlı kıtanın diğer ülkelerinde de 1968 ile 1989’dan sonra evlerine çekilmiş olan işçi sınıfları yeniden tarih sahnesine akın etti. Fransız, Belçikalı ve İngiliz proleterler ciddi mücadelelere giriştiler. Bahsini ettiğimiz bu ilk aşamanın Türkiye’deki ifadesi, neoliberal ekonomi politikaların yarattığı sömürü çevrimine ve baskıcılaşan rejimin gidişatına karşı patlak veren Gezi İntifadası oldu. Aynı zamanda ABD’de “Wall Street’i İşgal Et” sloganı altında kapsamlı ve kitlesel bir mücadeleler silsilesi patlak verdi. Brezilya, Güney Kore, Tayland, Ukrayna gibi ülkeler hükümetler deviren veya onların toplumsal prestijlerini yıpratan ayaklanmalara tanıklık etti.
16.) Ancak bu ilk devrimci dalga, proletaryanın uluslararası mevzilerinde tarihsel ilerleyişler ile kazanımlar kaydedemedi. Bin Ali, Mübarek, Mursi gibi diktatörler devrilmiş ve geleneksel burjuva iktidarları her yerde belirli bir yönetememe krizine sürüklenmiş dahi olsalar, emperyalizm 21. yüzyılda yüzleştiği ilk devrimci dalganın karşısında inisiyatifi elinde tutmayı başarabildi. Bu ilk devrimci dalga ardında reformist de olsa kitlesel sınıf sendikaları veya işçi örgütleri bırakamadan sönümlendi. Tam olarak bu sebeple, ikinci aşama diyebileceğimiz seçimci dönem açılmış oldu. Yunanistan’da Syriza, Tunus’ta Halk Cephesi, İspanya’da Podemos, Portekiz’de Sol Birlik, İngiltere’de Corbyn’li İşçi Partisi ve ABD’de Bernie Sanders herhangi bir ciddi demokratik ve sınıfsal kazanımla sonuçlanamamış olan ilk devrimci dalganın yarattığı hayal kırıklığı ve demoralizasyon sonucunda ortaya çıkıp, serpildi. Türkiye’de HDP’nin 7 Haziran seçimlerinde %13’lük bir oy oranını yakalayarak barajı aşması da bu dönemde yaşandı. Militan bir devrimci önderliğin yokluğunda ilk sokak ve barikat deneyimlerinden evlerine dönen kitleler siyasal çözümü sandıkta aramaya yöneldiler. Ancak yeni-reformizm olarak adlandırabileceğimiz bu seçimci sözde sol odakların iflası, II. Enternasyonal önderliğinin iflasından dahi daha hızlı ve trajik oldu. Öncelikle, yukarıda belirttiğimiz gibi, ilk devrimci dalga kitlesel işçi örgütleri yaratma noktasında başarısız olmuştu. Yeni-reformizm (Syriza, Corbyn, Podemos, Sanders) pasifist bir programa da sahip olsa örgütlü bir işçi hareketinin üzerinde yükselmedi (II. Enternasyonal’in aksine). Yeni-reformistlerin partileri veya hareketleri uzun bir örgütlenme deneyimleri ve mücadele okulları geçmişine dayanmıyordu; tabanlarında komiteleşmiş veya merkezileşmiş işçi hücreleri yoktu. Özetle sınıftan kopuktular ve yalnızca ilk devrimci dalganın silip atamadığı demokratik önyargıların sebebiyet verdiği kötünün iyisine oy atma refleksleriyle iktidar oldular veya ulusun gündemine taşındılar. Yeni-reformizm bu hareketçi doğasını hala korumakta ve onu kırmaya dönük herhangi bir örgütsel atılım yapması için de bir sebebi yok. Onların iflaslarının ikinci sebebi, tıpkı 20. yüzyıldaki sosyal-demokrat kardeşlerinin yaptığı üzere, emperyalizmin taleplerinin aktarma kayışı rolünü oynamış olmalarıydı. Syriza, Yunanistanlı işçi sınıfı açıkça “Hayır” oyu vermiş olmasına rağmen Avrupa Birliği’nin yağma ve borç politikalarının faturalarını üretenlere dayattı. Podemos, Katalan halkının bağımsızlık yönünde ortaya koyduğu iradeye karşı tepesinde Franco’nun bayrağının dalgalandığı İspanya Devleti ile saf tuttu. Sanders zaten doğrudan doğruya emperyalist askeri işgaller örgütleyen ve Wall Street’in Politbürosu olarak çalışan Demokrat Parti’den aday adayı olmuştu. Tunus’ta Halk Cephesi İslamcı veya ulusalcı iktidar koalisyonlarını defalarca kutsadı ve yoksullara burjuva hükümeti destekleme çağrısında bulundu. Syriza’nın ANEL’le, Podemos’un Francocularla, Chavizmin MUD ile kol kola girmesi, kapitalizmin kendi solunu, kendi sağıyla ayakta tuttuğunu gösteriyor.
17.) Bu da bizi, şu an içinde olduğumuz ve krizin üçüncü aşaması olan duruma getirdi: Yeni-reformistlere duyulan sınıfsal tepkinin aşırı sağcı ve hatta faşist siyasetlere, toplumsal izdüşümlerinin ve çaplarının ötesinde bir görünürlük ve ivme kazandırması. Brezilya’da işçiler Bolsonaro’ya oy atmadılar; onlar İşçi Partisi’ne (daha doğrusu onun sınıf işbirlikçi, teslimiyetçi, neoliberal sömürü çizgisine) oy atmamazlık yaptılar. ABD proletaryası Trump’ın ardında sıraya girmedi; o Hillary Clinton’ın şahsında kristalize olan devasa tekeller ile tröstlerin, varlıklı sınıfların ve yağmacı şirketlerin ana akım medya tarafından pompalanan geleneksel önerilerine kulaklarını tıkadı. Hiç usanmadan, bıkmadan, yorulmadan şunu tekrar etmek gerekir: Yeni-reformist ve sınıf işbirlikçi önderlikler işçi sınıfını ve ezilen yığınları hayal kırıklığına uğrattığı sürece, faşizan yönelimleri olsun veya olmasın sağcı öneriler güç kazanmayı sürdürecek. Toplumsal hareketlerin özgül ağırlıklarıyla, görece daha “hümanist” tonlara sahip liberal programlarla, kimlik siyasetinin önerdiği konjonktürel “yan yana gelişler” ve ilerici olduğu varsayılan “alternatif burjuva kamplarla” ittifakla herhangi bir demokratikleşme veya sınıfsal kazanım bekleyen otomatizm mağdurlarını derin moral bozuklukları beklemekte. Çıkış ya işçi sınıfının devrimci sosyalist inşa programının önderliğinde olacak, ya da olmayacak.
18.) Devrimci atılımın devrimci siyasal önderliksiz niteliği, onun nihai ve mantıksal sonuçları ile hedeflerine varışını engellerken, bu atılımı izleyen seçimci mola, proleter mevzilerin geri çekilişini durduramadı, hatta bazı yerlerde bunu kendi örgütledi. Seçimsel metot kitlelerde derin bir hayal kırıklığı yaratırken, sağcı ve faşizan programları güçlendirdi. Bunun kendisi, otomatik olarak yeni bir uluslararası devrimci seferberliği henüz var etmedi. Ancak karşıdevrimin, özellikle ekonomik alanda ilerleyişini sürdürüyor olması, 21. yüzyılın ilk devrimci atılımını mümkün kılan ve ortaya çıkaran çelişkilerini derinleştiriyor. Evet, çelişkiler hâlâ mevcut ve ne komünist önderliksiz devrimler ile devrim denemeleri, ne oportünist parlamentarizm stratejisi, ne de karşıdevrimin çeşitli sağcı fraksiyonları tarafından çözümlerine ulaştırılabilecek değiller.
19.) 2008 krizi, kapitalistler arası parçalı, geçici, topal ve oynak ittifakların önünü açtı. Uluslararası düzlemde şu veya bu burjuva fraksiyonu, şu veya bu konu üzerinde, şu veya bu zaman dilimi içerisinde, şu veya bu burjuva fraksiyonu ile bir blok oluştursa da, bir başka konunun söz konusu olduğu bir gerçeklikte, önceki bloğun bileşenlerinin karşı cephelerde ve eski rakiplerle bir arada olduğu gözüküyor. Bu parçalı ve geçici bir araya gelişler ile eylem birliklerinin, kalıcı kamplara ve ticari mutabakatlara dönüşemiyor olmasının önemli bir nedeni de, 2008 sonrasında kapitalist birikim modelinin kalıcı ve yeterli bir birikim ile refahı organize edememiş olmasında yatıyor. Söylemek gerekir ki, zenginliğin bölüşümü tartışmasının kıtalar ötesi savaşlara yol açtığı her durumun kökeninde, bir birikim krizi yaşayan sermayenin paylaşım tartışması vardır.
20.) Ancak bu, çoğu çağdaş Marksistin ileri sürüyor olmasının aksine, bir Üçüncü Dünya Savaşı’nın (III. Paylaşım Savaşı) kapıda olduğu anlamına gelmiyor (ve hayır, Suriye iç savaşı, Üçüncü Paylaşım Savaşı’nın bir provası veya fragmanı falan değil). Üçüncü bir uluslararası paylaşım savaşının patlak vermesinin önünde henüz birçok nesnel engel mevcut ancak biz burada en önemlisiyle yetinelim: ABD’ye alternatif bir emperyalist önderliğin var olmayışı. Hatırlanacak olursa ilk iki paylaşım savaşı, İngiliz emperyalizminin Avrupa ve dünya pazarında sahip olduğu paya gözünü dikmiş olan, sömürgecilik yarışını kaçıran ve görece geç ancak hızlı bir sanayileşmeyle ulusal birliğini sağlayan Alman emperyalizminin alternatif bir burjuva kamp olarak var olmasıyla ve kendi militarist saldırganlığının arkasında başka kapitalist güçleri (İspanya, İtalya, Japonya; “geç kalanlar” kulübü) toplamaya ikna edebilmesiyle yaşanmıştı. Evet, ABD emperyalizminin Vietnam yenilgisiyle iyice görünür bir hâl alan, Irak ve Afganistan işgal denemeleriyle pekişen ve 2008 kriziyle oldukça derinleşen bir egemenlik krizi mevcuttur. ABD artık eski jeopolitik yaptırım gücüne sahip değildir; yabancı bir ülkeye askeri bir kara harekâtı organize edebilecek mali kaynakları dahi tükenmiştir. Ama “aslan payı”, diğer emperyalist ülkelere kıyasla, hâlâ ABD emperyalizminin kasasına girmektedir. ABD emperyalizmi hâlâ, diğer bütün ulusal burjuvazilerden komisyon toplamayı; yani bütün ülkelerin işçi sınıflarının ürettikleri artıkdeğerden pay almayı sürdürmektedir. Ne Almanya, ne Fransa, ne de İngiltere şimdilik bu hiyerarşiyi kendi lehlerine değiştirebilecek bir tarihsel-askeri konumda değildir. Onların hiçbiri, yeni bir emperyalist jandarma aramamaktadırlar çünkü ABD’nin önderlik konumunun hâlâ kendi çıkarlarına olduklarının bilincindedirler. Özetle ABD emperyalizmine alternatif bir emperyalist önderlik; yani dünyayı ve işçi sınıfını ABD’den daha iyi talan edip sömürebileceğini iddia eden, ABD’den daha teçhizatlı bir daimî orduyla dünya sınıflar mücadelesine müdahale edebileceğini ilan eden bir önderlik ortaya çıkmadıkça, emperyalist kampın geri kalan üyeleri – bir dünya savaşı anlamında – birbirlerinin boğazlarına sarılmadan önce, egemen ekonomik statükonun onların çıkarlarını muhafaza ediş olgusu ağır basacaktır.
21.) 2008 krizinin emperyalist önderliğin karakterinde yarattığı tektonik sarsıntıların ve ABD emperyalizminin jeopolitik hegemonyasında yol açtığı akut buhranın en keskin politik ifadesi Trump iktidarı; ancak onunla birlikte de, Trump’ın temsil ettiği milliyetçi ekonomi programının uluslararası ticari konsensüste açtığı gedikler oldu. Trump, yukarıda da ifade ettiğimiz üzere, “küreselleşmeci” stratejinin Reagan-Thatcher çizgisinden sağdan bir kopuşu ifade ediyor. Onun “ABD’yi yeniden muhteşem yapma” yolundaki önerisi Asya ile Avrupa’dan ithal edilen metaların artan oranlarda vergilendirilmesi, uluslararası ticari antlaşmaların ABD’nin lehine olacak şekilde yeniden organize edilmesi ve aslında popüler ifadesiyle bir “ticaret savaşlarının” ilan edilerek ABD’nin aksayan ve zayıflık belirtileri gösteren önder konumunun dikişi sökük kısımlarının yamanması. Trump’ın korumacı tedbirlere eğilim gösteriyor olması, finans kapitalin önemli yayın organlarından New York Times’ın da geçtiğimiz haftalarda belirttiği üzere “aslında küreselleşmeden bir vazgeçiş değil.” Ancak – bu kelimeye katılmıyor olsak da şimdilik bağlamı itibariyle kullanmak zorundayız – “küreselleşmenin” Reagan-Thatcher hattından bir kopuş. Zira Trump, bir zamanlar ABD’nin Avrupa kapitalizmini restore ve muhafaza ederek kendisini de zenginleştirmesi gerektiğini söylediği Avrupa Birliği’nin işe yaramaz olduğunu düşünüyor ve korumacı tarifelerin yeniden tartışılmaya açılması gerektiğini söylüyor. G20 liderleri, 2008 krizinin devam eden çöküşü bütün süratiyle devam ederken, 2009 yılının Nisan ayında bir araya gelmişlerdi. Bu toplantıda G20 liderleri, korumacı gümrük duvarları yoluna bir daha asla gitmeme sözü verdiler. Ancak bu toplantının üzerinden daha 10 sene geçmeden, onların hepsi emperyalizmin önderliğine seçilmiş bir müteahhit tarafından bunu yapmaya davet ediliyor. Ticaret savaşları krizden çıkışın yolu olamayacak çünkü o, bir sınai gönenç sağlamayacak. Ticaret savaşlarının yol açabileceği iki sonuç mevcut: Artan ve yoğunlaşan bölgesel militer gerginlikler ile tekniğin, teknolojinin işgücü katsayısının Asya’ya oranla daha düşük olduğu Batılı ülkelere geri taşınmasından dolayı keskin bir düşme eğilimi gösterecek olan kâr oranları.
22.) Kriz onuncu senesine girerken, Lenin’in deyişiyle bir “zayıf halkalar” ülkeleri diyebileceğimiz ulusal zincirlemeleri de önümüze koydu. Bunlar mucizevi büyüme rakamlarına sahip oldukları iddia edilen Brezilya, Venezuela, Çin, Rusya, Güney Afrika, Türkiye gibi ülkelerdi. ABD emperyalizminin kendi ulus ötesi kârlarını korumaya dönük yeni korumacı reflekslerinden en zarar görebilecek olan ülkeler, tam da son 30 senelik uluslararası neoliberal iş bölümüne hiçbir fren mekanizması olmadan göbekten bağlanmış bulunan bu ülkelerden oluşuyor. Artan ABD kaynaklı korumacı tedbirler eğiliminin bu sömürge ve yarı-sömürge ülkeleri olumsuz anlamda etkileyeceği; bu sebeple de gümrükçü dinamiğin söz konusu ülkelerde yeni devrimci olanaklar yaratacağı tahmin edilebilir. Trump ihracat vergileri üzerinden ABD emperyalizminin ekonomik önderlik pozisyonunu muhafaza edip eski gücüne taşımaya çalışırken, özellikle Çin ve Türkiye benzeri ülkelerin dünya kapitalizmine artan oranlarda entegre olma zorundalığı mevcut. Zira bahsi geçen ülkelerin burjuva ekonomik kaynaklarının işlerlik hâlinde varlıklarını sürdürebilmeleri büyük oranda yurt dışından taşınan yabancı sermayeyle ilgili. Bu akışın durması bir kenara, belli istikrarsızlıklar yaşaması veya aksaması dâhi, onların iktisadi çevrimlerinde geniş boşluklar yaratacak. Türk kapitalizminin ABD ile arası görece ve geçici açılırken Londra ve Berlin bürolarında para dilenmesi; Çin’in Almanya’nın davetlisi olarak Davos’ta “küreselleşmenin” sürdürülmesi gerektiğini beyan etmesi gibi örnekler, bu gerilimlerin bir sonucu. Ek olarak bu tablonun, ABD harici alternatif emperyalist önderlikler için sömürge ve yarı-sömürge ülkelerde yeni pazar ve yatırım olanakları yarattığı ve ABD’nin de, kendi görece yarı-korumacı çizgisini sürdürürken, başkalarının da bu çizgiye “saygı duyması” uğruna bu olanağın varlık şartlarını ortadan kaldırmaya dönük bir hat izleyeceği, söylenebilir.
23.) Bu bağlamda Türkiye’de sürmekte olan süreci, salt Türkiye ile sınırlı gören bir bakış açısı, vahim bir hatanın pençesinde olacaktır. Tıpkı Gezi seferberliği gibi, bugünkü devrimci olmayan durum da uluslararası konjonktüre kökten bağlı. Bu bir enternasyonal mücadele perspektifini gerektiriyor. Bu yazının okunduğu saniyelerde ABD işçi sınıfı Trump’la, Brezilya işçi sınıfı Bolsonaro’yla, Rusya işçi sınıfı Putin’le, Türkiye işçi sınıfı Erdoğan’la tecrübelerini tüketmeyi sürdürüyor. Şimdi bu tecrübe tüketimi faaliyetine yıkıcılaşan ekonomik krizin artçı etkileri de eklenmiş vaziyette. Ancak hiçbir ekonomik krizin veya doğrudan alım gücü düşüşünün otomatik bir devrimci seferberliğe veya hükümetler ile rejimlerin devrilişine neden olmayacağını hatırlayalım. Kriz ancak buna çok uygun bir nesnel zemini var edip gündeme getirebilir. Burada sorunun düğümlendiği konu, tamamen devrimci önderliğin inşası krizidir.
24.) 2008 krizi, sorumlusunun burjuvazi olduğu yapısal bir krizdi. 2008 krizinden yapısal çıkış da, sorumlusunun işçi sınıfının olduğu bir eylem olmak durumunda. Dönemsel iyileşmeler, düşen kurlar, niceliği artabilecek olan sosyal yardım paketleri ve bankaların geleceğe dair yalan kokan özgüvenli açıklamaları kimseleri aldatmasın; dünya kapitalizmi iktidarı, artıkdeğeri ve silahları bölüştürme, pay etme noktasında derin bir yönetememe krizi yaşamaktadır. Bu uluslararası durum karşısında Türkiyeli sosyalistlerin ve öncü işçilerin görevi, onların ancak enternasyonal görevlerinin bir parçası olan ulusal görevleri bağlamında, Türk krizinden çıkışın sosyalist metotlarını örgütlemek olmalıdır. Bunun anlamı, yabancı sınıf unsurlarının içerisinde politik ve örgütsel olarak temsil edilmediği bir mücadele programı etrafında, bağımsız ve devrimci bir örgütlü işçi hareketinin ulusun karşısına kendi alternatifini koyabilmesidir.
25.) Erdoğan rejiminin dayandığı baskıcı uluslararası trend, uluslararası ekonomik krizin ulusal yansımalarıyla birleşince, demokrasi ve ekmek taleplerinin doğal bir sentezini doğuruyor. Türkiye devrimine karakterini veren ilk olgu, demokrasi sorununun bir devrim sorununa; yani işçilerin en yaşamsal ve yakıcı ihtiyaçları sorununun bir iktidar sorununa dönüşmüş olmasıdır. Yalnızca Türkiye için değil ancak dünya için de yeniden hatırlanması veya hatırlatılması gereken bir çözüm önerisi burada karşımıza çıkıyor: Ekonominin sosyalist temellerde bilimsel olarak, proleterlerin ihtiyaçları uyarınca merkezi olarak planlanması. Bu bağlamda Türk solunun, Stalinist karakterinin bir sonucu olarak, son ekonomik kriz dalgasıyla birlikte Türk kapitalizminin liberal ve burjuva demokratik değerlerine bağlı kalmadığı üzerinden bir eleştirel tutum geliştirmiş olması ve tam da bu tespit dolayısıyla, işçi hareketinin içine “ilericilik” payesi atfettiği burjuva kampları davet etmesi öğretici oldu. Troçki bir keresinde, siyasal koşullardaki keskin dönüşümlerin devrimci hareket içinde küçük-burjuva düşünceye doğru sapmalar yaratabileceğini yazmıştı. Ona göre bu küçük-burjuva politik yaltaklanma, düşman egemen sınıfların toplumsal basıncının olağanca ağırlığıyla hissedildiği dönemlerde, politik gerçekliğin dış görünüşlerine (yani izlenimlere) bir tür programatik uyarlanma olarak gerçekleşiyordu. Halbuki hiçbir şey, işçi hareketine, kendi devrimci geleceğine güvensizlik kadar büyük bir zarar ve ceza veremez. Bugün, Türk neostalinizminin neler yapılması gerektiğini anlatmayan ancak olanları gerekçelendiren oportünizmi karşısında Türk ve Kürt işçilerinin tarihsel görevlerinin pratik karşılıklarının neler olması gerektiğini (acil eylem programlarını) sosyalist ifadeleriyle sınıfa ulaştırabilecek yegane akım devrimci Marksizm olmayı sürdürüyor.
Yorumlar kapalıdır.