Ekonomik krize karşı işçi-emekçi programı

Programın pdf versiyonuna ulaşmak için aşağıdaki linki tıklayın:

 

1. Açlık ve yoksulluk bizleri tehdit ediyor

Ekonomik kriz bütün şiddetiyle üzerimize çullandı. Her geçen gün biraz daha şiddetleniyor. Dört kişilik bir ailenin yoksulluk sınırı 6.000 TL’nin üzerine çıktı. Gene dört kişilik bir ailenin açlık sınırı ise 2.000 TL civarında. Ekmeği sayarak, domatesi korkarak, pirinci tereddüt ederek almaya başladık. Gıda fiyatlarındaki artış yüzde 30’un, ev eşyalarında ise yüzde 38’in üzerinde. Kış aylarında boğazımızdan kesmeden çocuklarımıza bir kaban bile alamaz duruma geldik. Ya doğalgaz ve elektrik fiyatlarındaki artışlar? Kriz bizleri soğuğa ve karanlığa mahkûm ediyor.

Bu krizin sorumlusunun biz işçi ve emekçiler olmadığımızı elbette biliyoruz. “Alt katta” yaşayan bizleri kasıp kavuran bu ekonomik krizin üç temel nedeni var. Birincisi, patronlar arasında vahşi bir rekabete dayalı olan kapitalist üretim tarzının kendisi. Onlar bizim yarattığımız değerleri paylaşabilmek için borsalarda ve piyasalarda birbirlerinin boğazını sıkarak daha fazla kazanç ararken, bunun yarattığı plansız ve anarşik ortam ekonomiyi bataklığa sürüklüyor.

Krizin ikinci nedeni, on altı yıldan beri ülkeyi yönetmekte olan hükümetlerin, ekonominin dümenini inşaat, enerji ve silah sanayicilerinden oluşan bir oligarşinin ellerine teslim etmiş olmasıdır. Halkın çıkarları ve ihtiyaçlarını gözetmeksizin yüz milyarca lirayı dev müteahhit şirketlere; petrol, doğalgaz ve nükleer santral tacirlerine; ölüm makinesi imalatçılarına akıttılar. Dış borçlanmalarla finanse edilen ve ülkenin gerçek sınai ve sosyal kalkınmasına yaramayan bu harcamalar şimdi bizlerin sırtına borç olarak yüklenmiş durumda.

Ve üçüncü neden, ülke ekonomisinin emperyalizme bağımlılığıdır. Hükümet, krizin ardında “Batı’da hazırlanan bir manipülasyon var” diyor. Diyelim ki doğru, ama o zaman Türkiye ekonomisi neden bu tip bir müdahaleye açık halde? Çünkü ekonomisi tamamen emperyalist sisteme bağımlı. Dünya kapitalizmi içinde rekabet halindeki bütün sermaye güçleri her gün birbirlerine karşı “manipülasyon” çabası içindeler. Oralarda bir rüzgâr esince, bizimki gibi bağımlı ekonomilerde fırtınalar kopar. Dünya kapitalist sisteminden kopmadıkça emperyalizmden bağımsızlık mümkün değildir.

2.   Patronlar sınıfının planı

Ekonomik kriz patronların kurduğu sömürü sistemini de tehlikeye sürüklüyor. Bu yüzden hemen önlemler aldılar. Bu önlemlerin temel hedefi krizin yükünü işçilerin ve emekçilerin sırtına yükleyerek bozulan düzeni kendi çıkarları doğrultusunda yeniden tesis etmek. Öncelikli sıkıntıları, oluşan devasa borçlarını ödeyebilmek ve yatırımlarını kurtarabilmek için para bulmak. Onun için hemen Londra’ya gidip yabancı sermaye baronlarından para çekebilmek için ne yapmaları gerektiğini sordular ve onların talimatları doğrultusunda faizleri yüzde 24 gibi müthiş bir düzeye yükselttiler.

Ardından “Yeni Ekonomi Programı” (YEP) adını verdikleri saldırı planını ilan ettiler. Yani emperyalist sermayenin uygulayıcısı olan Uluslararası Para Fonu’na (IMF) başvurmadan, onun görmek istediği önlemleri gündeme getirdiler. Bu yoldaki ilk önlemleri, IMF’nin isteği doğrultusunda giderek büyüyen cari açığı azaltmak için “fazla ısınan” ekonomiyi yavaşlatmak, yani yatırımları kısmak, hatta dondurmak oldu. Ve bunun sonucunda milli gelir derhal düştü (kişi başına yılda 10 bin dolardan 8 bin dolara indi). Bu küçülme elbette milyonerlerin servetlerinde değil esas olarak emekçilerin ekmeklerinde oldu.

Gene IMF direktifleri doğrultusunda Yeni Plan’da, memur maaşlarının geçmişe dönük endekslenmesine son verilmesi; asgari ücretin verim artışına bağlanması; kıdem tazminatı fonu oluşturularak bu hakkın da gasp edilmesi; geçici istihdamın yayınlaştırılması; emeklilik sisteminin değiştirilerek özel emekliliğe otomatik katılımın zorunlu hale getirilmesi; esnek çalışma modellerinin yaygınlaştırılması; sosyal sigorta sisteminin zayıflatılması; sosyal harcamaların (eğitim, sağlık, sosyal yardımlar, ulaşım, vs.) kısıtlanması yer almakta.

Bütün bu “önlemler” krizin bedelini işçilere ve emekçilere ödetmeye yöneliktir. Ama dikkat: bu ekonomik önlemlerin hepsi politik uygulamalardır. Yani krizin çözümü politik mücadelede yatmaktadır. Faturayı daha da yoksullaşarak yüklenmemek için biz işçi ve emekçilerin bu politik mücadeleye tüm örgütlerimizle birlikte hazırlanmak ve girmek zorundayız.

3.   Hayat pahalılığına karşı ve ücretler için mücadele

Enflasyon dizginlenemez şekilde yükseliyor. Elimize geçen ücretler, bir sene öncekinden dörtte bir oranında daha az. Bazı işyerlerinde yüzde 10-15 düzeyinde düzeltmeler yapılıyor, ama bu resmi rakam olan yüzde 23’ün çok gerisinde. Üstelik işçiler emekçiler için enflasyon oranı çarşı pazarda resmi rakamın çok üzerinde. Enflasyonu biz değil sermaye sahipleri yaratıyor, dolayısıyla bedelini bize ödetmelerine karşı çıkmalıyız.

Bu nedenle her şeyden önce asgari ücret derhal sendikaların belirleyeceği yoksulluk sınırının üzerine çekilmeli ve vergiden muaf tutulmalı. Tüm ücretlerde oynak merdiven sistemi uygulanmalı, yani ücretler her üç ayda bir otomatik olarak enflasyon oranında yükseltilmeli. Başta kadınların ve gençlerin ücretlerinde olmak üzere, eşit işe eşit ücret uygulaması ısrarla savunulmalı.

Öte yandan, çarşı pazara zabıta salarak veya dükkanlardan indirim rica ederek enflasyon önlenemez. Bu tip girişimler hükümetin göz boyamasından başka bir şey değildir. Yapılacak şey, başta doğal gaz, akaryakıtlar, elektrik, su ve ulaşım alanlarında yapılan zamların derhal geri alınmasıdır. Hükümetlerin görevi halkın onurlu bir yaşam sürmesini sağlamaktır. Bunu beceremiyorsa iktidardan derhal çekilmelidir. Bunu sağlayacak olan da işçi ve emekçilerin örgütlü mücadelesidir.

4.   İşsizliğe karşı mücadele

Şirket iflasları, konkordato ilanları, icra uygulamaları birbirini izliyor. Kriz bu kez teğet falan geçmiyor. Ekonominin kalbine saplanmış durumda ve her geçen gün daha derinlere işlemeye devam ediyor. İşyerleri yaygın tensikatlar yapıyor, iflas edip kapanıyor. İşçiler, “sıra ne zaman bize gelecek?” endişesiyle yaşamaya zorlanıyor.

Son 1,5 yıl içinde 100 binin üzerinde küçüklü büyüklü işyeri kapandı. Konkordato ilan eden koca koca şirketlerin sayısı ise 3 bini aştı. Zaten işsizlik oranı yüksek olan ülkede işsizler ordusuna on binlerce yeni insan eklendi.

Bu kabul edilemez bir durum. Krizin bedelini, onu yaratmış olan sermaye sahipleri ödemelidir. O halde tüm gücümüzle işten çıkarmaların ve ücretsiz izinlerin yasaklanması için seferber olmalıyız.

Bu arada pek çok patron, işçi çıkarmak için “kriz var, iş yok” iddiasından yararlanıyor. O zaman, sendikalıysak sendikacıyla, yoksa temsilcilerimizle birlikte işyerinin muhasebe bürosuna girmeli ve “açın defterleri, görelim hesapları” demeliyiz. Sahte iflas gösteren veya iflasların yürürlüğe girdiği işyerlerinde hemen seferber olarak işyerinin tazminatsız kamulaştırılması ve işçi denetiminde üretimin devam etmesi için mücadele etmeliyiz.

İşsizliğin gerçek çözümü, işyerlerinde ücretlerde herhangi bir kısıntı olmaksızın çalışma saatlerinin kısaltılarak ek vardiyaların kurulması ve buralarda işsizlerin istihdam edilmesidir. Üç vardiya çalışan işyerlerinde 6 saat işgünü ve 4 vardiya sistemi uygulanmalıdır.

Patronlar bu taleplerin yerine getirilmesinin imkânsız olduğunu söyleyeceklerdir. Hayır, bu mümkündür! Üretimdeki ve genel olarak ekonomideki rekabetçi ve yağmacı anarşi düzenine son verilir ve ulusal kaynaklar halkın yararına kullanılırsa, bütün bu çözümler son derece gerçekçi ve zorunludur. Özelleştirmelerin durdurulması, temel sanayi sektörlerinin kamulaştırılması ve ekonominin işçi ve emekçilerin katılımıyla merkezi olarak planlanması halinde patronların ve para simsarların yağmaladıkları kaynaklar, tam istihdamlı ve onurlu bir yaşama dayalı sosyal bir devletin kurulmasına olanak tanıyacaktır.

5. Dış borç ödemelerine son!

Ülke ekonomisi tamamen emperyalizme bağımlı ve ancak dışardan gelecek borçlarla ve yatırımlarla ayakta duruyor. Dış borç miktarı 2018 yılı içinde 470 milyar dolara dayandı. Bu borcun yüzde 70’i özel sektöre, geri kalan kısmı ise devlete ait. Bu borçların ne alınmasında ne de kullanılmasında biz işçi ve emekçilerin hiçbir iradesi ve söz hakkı olmadı. Bize kimse ne kadar borçlanılacağı, bu paraların hangi işlere harcanacağı, elde edilen kârların nerelere gideceği ne bize soruldu ne de anlatıldı. Ama şimdi, milli gelirin yarısından fazlasını oluşturan bu borçların ödenmesi bize yükleniyor. Zamlarla, gerçek ücretlerimizdeki düşüşle, işsizlikle, sosyal haklarımızdaki kısıtlamalarla onların borcunu biz ödüyoruz.

Bu borçlar patronlar sınıfının ve onların hükümetlerinin emperyalizmle işbirliğinin bir sonucudur. Kalkınma adına gerçekleştirilen borçlanmalar, ülke ekonomisini emperyalizme daha da bağımlı hale getirmekte, emperyalizmin ekonomik ve sosyal hayatımız üzerindeki kontrolünü daha da sıkılaştırmaktadır. Hükümetin “Batı karşıtlığı” söylemlerini ikiyüzlü demagoji olarak kabul ediyoruz. Emperyalizmden kurtuluşun ilk adımı dış borçların ödenmesine son verilmesidir.

6. Emperyalizmden tam kopuş için…

Bizim Batı’nın işçi ve emekçileriyle hiçbir sorunumuz yok. Onlar da bizim gibi patronlar tarafından sömürülen emekçilerdir. Biz onlarla dayanışma içinde olmalıyız. Bizim karşı olduğumuz, onların patronlar sınıfı ve hükümetleridir.

Emperyalist ülke patronları, kredi kuruluşları, faiz lobileri bizim buradaki meslektaşlarıyla tam bir işbirliği içindedir. Oralardan bulunan faizli krediler buradaki bankalar aracılığıyla, ülke ekonomisinin yönetimini elinde tutan oligarşi üyesi patronlara aktarılmaktadır. Bu sömürü, yağma ve talan zincirinin mutlaka kırılması gerekir. Bunun yolu, ülkedeki tüm bankaların kamulaştırılması ve bütün kredi sisteminin tek bir merkez bankasında toplanmasıdır.

Ülke ekonomisi sanayiden tarın ürünlerine kadar her alanda ithalata bağlı bir hale getirilmiş durumda. Bu nedenle borçların yanı sıra cari açık da sistemli bir biçimde artmakta ve bu açıklar gene borçlanma yoluyla kapatılmakta. Hepsi de sonunda bize ödettirilmekte.

İthalat ve ihracat mekanizması emperyalizmin ülke kaynaklarını sömürmesinin önemli yöntemlerinden biridir. Bizim ülkede ürettiğimiz değerlerin önemlice bir bölümü eşitsiz ticaret ve kâr transferleri yoluyla emperyalist ülkelerin kasasına ve patronlarına gidiyor. Dolayısıyla dış ticaret devlet tekeline alınmalıdır.

7. İşçi-emekçi cephesi ve hükümeti

Ekonomik krizler kapitalizmin doğasından kaynaklanır ve kaçınılmazdır. Krizlerden çıkış ise, patronları ve onların hükümetleri ile çalışan sınıflar arasındaki politik mücadeleye bağlıdır. Patronlar ve hükümetler krizin bedelini çalışan kitlelere yükler, bu durumdan etkilenen yoksul emekçiler de buna direnmeye çalışır. Bu bir politik mücadeledir ve bugün işçi ve emekçiler olarak en büyük eksiğimiz ne yazık ki bu mücadeleyi örgütlü biçimde sürdürebileceğimiz bir sınıf partisinin bulunmamasıdır.

Sendikalar ise güçsüzdür ve mücadele etmek isteyen sendikalar da sistematik olarak devletin baskısına uğramaktadır. İşçilerin her sendikalaşma girişimi, ücretleri ve sosyal hakları uğruna her mücadele çabası yoğun patron ve devlet şiddetine maruz kalmakta. Bu arada pek çok sendika, patronlarla ve hükümetlerle işbirliği yapan sendika yöneticilerinin ve memurlarının egemenliği altında hareketsiz halde tutulmakta.

Ama öte yandan, krize karşı çalışan sınıflar arasındaki hoşnutsuzluk ve tepki yaygınlaşmakta, yer yer grevler, direnişler ve kitle mücadeleleri patlak vermekte. Krizin sonuçlarını reddeden işçilerin ve işyerlerinin sayısı çoğalmakta. Hükümetin kemer sıkma politikaları daha fazla sorgulanır hale gelmekte. Pek çok işyerinde öncü işçiler bir araya gelip komiteleşerek sorunlara çözüm arayışlarına girişmekte. Bu gelişmeler, mücadele imkanlarının var ve artmakta olduğuna işaret etmekte.

Mücadeleci sendikaların, sınıf eksenli partilerin ve diğer emekçi örgütlerinin krize karşı birbirlerine yaklaşması ve ortak mücadele çabasına girişmeleri olumlu bir gelişmedir. Böylece ortaya bir işçi-emekçi cephesinin ilk nüvesi çıkmaktadır. Bu süreç, yeni katılımlarla mutlaka güçlendirilmelidir.

Daha önemlisi, fabrikalarda ve tüm işyerlerinde mücadele komitelerinin oluşturulması, bunların sarı sendikaların egemenliği altındaki işyerlerine kadar yaygınlaştırılması ve bütün bu oluşumların gelişmekte olan cepheye katılmaları büyük önem taşıyor. Birliğin ve mücadelenin işyerlerinden emekçi mahallelerine kadar en geniş kitleyi sarıp içine alması gerekiyor.

Krize karşı bu işçi-emekçi programının hayata geçirilmesi son kertede bir işçi-emekçi hükümetinin kurulmasına bağlıdır. Oluşmakta olan mücadele birliğini bu yolda bir adım olarak güçlendirmek için mücadele ediyoruz ve bu yolda uğraş verecek tüm işçileri ve emekçileri İşçi Demokrasisi Partisi bayrağı altında toplanmaya davet ediyoruz.

 

Yorumlar kapalıdır.