Yeni küresel devrimci dalga: “Biz başka bir alem isteriz!”

2018 yılının sonundan bu yana dünya sınıflar mücadelesinde yeni bir devrimci ayaklanma dalgasına tanıklık etmekteyiz. Bu ayaklanmaların hemen hepsi kapitalist neoliberal sistemin doğurduğu sonuçlara karşı kitlelerin bir tepkisi niteliğinde başladı: Gelir dağılımındaki adaletsizlik, işsizlik, kazanılmış haklara dönük saldırılar, yoksulluk… Sistemin bekçileri kendi yaratmış oldukları kapitalist krizin faturasını emekçi halklara ödetmeye çalıştıkça, kitleler de ekonomik talepleri etrafından seferber oldular. Bu mücadeleleri ise hızlı bir şekilde hükümetleri ve politik rejimleri hedef alır bir hale geldi. Fransa’da Sarı Yelekliler’in seferberliği, Cezayir’de diktatör Buteflika’yı deviren devrimci halk ayaklanması… Bugün Şili, Kolombiya, Irak, Lübnan, İran ve Fransa’da sürmekte olan grevler, kitlesel seferberlikler…

Bu ülkelerin emekçilerinin neredeyse tamamı zenginin daha da zenginleştiği, yoksulluğun ise toplumsallaştığı ve kapitalist sömürünün vahşet boyutuna ulaştığı ekonomik modeli sorguluyor. Ve bu modelin temsilcisi hükümetleri ve politik rejimleri karşısına alıyor. Kitleler “eskisi gibi yönetilmek” istemiyor. Egemenler ise eskiden olduğu gibi yönetemediklerinin bilincinde olsalar da rejimlerini ayakta tutabilmek adına “çözümler” arıyor.

Sistem içi manevralar ya da kitle hareketi sandığa sığar mı?

Egemenler kitle ayaklanmalarının geri çekilmesini sağlamak adına baskı ve şiddete başvurmak dışında iki temel taktik uyguluyor: Emekçilerin tüm taleplerini değil de bazı kısmi taleplerini karşılayarak kitle basıncını azaltmaya çalışmak ya da seçimleri işaret ederek kitle seferberliğini sandık yoluyla boğmayı hedeflemek. Bu “demokratik gericilik” metotlarını uygularken de tabandan gelen basınçla koltuklarının tehlikede olduğunu hisseden sendikal bürokrasiyi kullanarak işçi sınıfını kontrol altında tutuyorlar. Aynı zamanda, kitleler kapitalist modeli sorgularken, sorunların sistem içerisinde çözülebileceğine, “daha iyi bir kapitalizmin mümkün olduğuna” inanan reformist sol akımlar da iktidarların bu “çözüm” önerilerini destekleyerek emekçi halkların sosyal dönüşüm mücadelelerine ihanet eden bir tutum benimsiyor.

Geçtiğimiz bir yıl içerisinde bunun örneklerini epeyce gördük. Sarı Yelekliler isyanı, Fransa’da akaryakıt zamlarına ve zenginlerden alınan vergilerde indirime gidilmesine karşı başlamıştı. Ancak hızlıca köklü sosyal dönüşümler talep eden bir ayaklanma niteliğine erişmişti. Macron hükümeti ise sadece akaryakıt zamlarını geri çekerek eylemleri sonlandırmaya ve koltuğunu korumaya çalışmıştı.

Cezayir’de ise ekonomik taleplerle başlayan devrimci ayaklanma, “halk rejimin yıkılmasını istiyor” sloganıyla diktatörlüğü karşısına almıştı. Seferberlikler Cezayir’de diktatör Buteflika’yı devirse de ordu ve ülke burjuvazisi rejimi ayakta tutmak, kitle mücadelesinin hedefine ulaşmasını engellemek adına bir çıkış yolu arayışına koyulmuştu. Buldukları yol ise başkanlık seçimleri vasıtasıyla sandığı işaret etmek oldu. Sonuçta 12 Aralık 2019 tarihinde gerçekleşen seçimlere halkın sadece yüzde 39,93’ü katıldı.

Bu örnekler çoğaltılabilir. Ama bu demokratik gerici uygulamaların hiçbirinin kitle hareketini nihai bir yenilgiyle karşı karşıya bırakmadığını söyleyebiliriz. Kapitalistler ekonomik ve politik rejimlerini korumak için daha ağır kemer sıkma politikalarına başvurdukça karşılarına daha radikal ve militan bir kitle öfkesi çıkıyor.

Üretimden gelen güç ya da “hepsi gitsin!”

Kitleler, mücadeleleri sonucunda iktidarların verdiği kısmi ekonomik tavizlerin ya da yaptığı ufak demokratik makyajların, yaşam koşullarında kalıcı bir düzelme yaratmadığını fark ediyor. Egemenlerin ekonomik krizden kendi kârlarını koruyarak çıkmak adına emekçilere daha ağır bedeller ödetmeye çalıştıklarını mücadelelerinde deneyimliyorlar. Vardıkları sonuç ise kapitalist modele ve mevcut düzen partilerine karşı daha radikal ve kararlı bir eylemlilik oluyor: grevler ve kitlesel boykotlar.

Sarı Yelekliler isyanını deneyimleyen Fransız emekçileri, tam da bu nedenle iktidarın uygulamaya çalıştığı emeklilik yasasına karşı 5 Aralık tarihinden bu yana süresiz genel grev ilan ederek hayatı durdurmuş vaziyette. Kolombiya’da bir ay içerisinde dört genel grevin, Şili’de 48 saatlik genel grevlerin örgütlenmesinin nedeni de bu. 2010 yılında başlayan Kuzey Afrika ve Ortadoğu devrimci ayaklanma sürecini yaşayan Lübnan ve Irak halkları bugün tam da bu nedenle “Hepsi gitsin!” sloganını haykırıyor. Cezayir’de nüfusun yüzde 40’a yakını sandığa giderken, geriye kalan yüzde 60’ı tam da bu nedenle sokaklarda kitlesel boykot düzenliyor.

İşçi sınıfı ve ezilenler, kapitalist modeli sorgularken üretimden gelen güçlerini kullanarak sistemin can damarına saldırıyorlar. Fransa’da oluşturdukları bölgesel grev komiteleri vasıtasıyla tabandan geliştirdikleri basınçla sendikal bürokrasiyle mücadele ederken, bir yandan da emekçi halkın öz örgütlenme araçlarının koşullarını açığa çıkartıyorlar.

Şili’de ise mücadele halindeki emekçi halkın oluşturduğu bölgesel/mahalle temelli meclisler iki ayı aşkındır süren devrimci ayaklanmanın dinamiğini sağlıyor. İktidarın ve reformist solun kitle seferberliğini sistem içi sınırlarda tutma çabasına Şili halkı kendi örgütlülüğünü pekiştirerek cevap üretmeye çalışıyor.

Adı anılan ülkelerde gelişen seferberlikler ve kitlelerin izlediği grev, grev komitesi, yerel meclis örgütlenmesi gibi metotlar, ekonomik krizle ve baskıcı rejimlerle boğuşan dünya emekçi halkları için önemli dersler barındırıyor.

Mevcut ekonomik modeli ve politik rejimleri sarsan bu seferberlik dalgasının işçi sınıfı ve emekçiler yararına, kapitalizmden kopuş doğrultusunda bir çıkışı mümkün kılmasının önündeki en büyük eksiklik ise bu mücadelelerde henüz devrimci bir önderliğin açığa çıkamamış olması. İşçi sınıfı ve emekçiler kendi öz örgütlenmelerini yaratma çabası içerisindeyken, biz devrimci enternasyonalistlere düşen de seferberliklerin sürekliliğini sağlayacak, kapitalizmden kopuş doğrultusunda, işçi-emekçi hükümeti ve sosyalizm programını mümkün kılacak bir önderliği inşa edebilmek.

Yorumlar kapalıdır.