Kod-29’la işten atılan İzmir Belediye işçisiyle söyleşi

İzmir Büyükşehir Belediyesi’ne bağlı İzelman A.Ş. ve İzenerji A.Ş. iştiraklerinde çalışan DİSK Genel-İş üyesi 16 işçi, Ekim 2020’de güvenlik soruşturması gerekçe gösterilerek Kod-29 ile işten atılmıştı. İşçiler, Kod-29’un iptali ve işe iade talepleriyle direnişe geçtiler. Gazete Nisan olarak, direnişteki işçilerden Serkan İnan ile yaptığımız söyleşiyi okurlarımızla paylaşıyoruz.

Valiliğin güvenlik soruşturması gerekçe gösterilerek işten atıldınız. Belediye de bu kararı hemen uyguladı. Bu süreci ve direnişinizin tam olarak nasıl başladığını anlatır mısınız?

Öncelikle ismim Serkan İnan. İzmir Büyükşehir Belediyesi’ne bağlı İzelman A.Ş’de Elektrik-Elektronik Mühendisi olarak çalışmaktaydım. Açıkçası bizleri bu direnişe, bütün hukuksal haklılığımıza rağmen hiçbir adım atmayan, yaşananları görmezden gelen büyükşehir belediyesi ve Cumhuriyet Halk Partisi yönetimi itti.

Ben de dahil olmak üzere 16 arkadaşım, İzmir Büyükşehir Belediyesi’ne bağlı İzelman A.Ş. ve İzenerji A.Ş. iştiraklerinde çalışıyorduk. 20 Ekim 2020 tarihinde sözleşmelerimizin iş kanununun 25/2 maddesi, yani Kod-29 ile iştiraklerden gelen tek telefonla, tek taraflı olarak feshedildiğini öğrendik. Aslında süreç; gelen tek bir telefondan ziyade biraz daha geçmişe, son yerel seçimden sonra Tek Adam iktidarının hedefinde olup da kaybettiği belediyeleri artık topal ördeğe benzetmesi ve devamında bilinçli olarak bu belediyelerin yönettirilmemesi kampanyasına uzanıyor.

Yerel seçimden sonra, özellikle yandaş basın, iktidar partisi ile aynı fikirde olmayan herkesi “terörist” olarak niteleyerek, CHP belediyelerinin personeli hiçbir kurala uymadan, gayri resmi şekilde işe aldığı haberlerini yaymaya başladı. Aslı astarı olmayan istihbarat bilgileri sebebiyle arkadaşlarımızdan bazılarının isimleri doğrudan yine yandaş basında yayınlanarak hedef gösterildi. Tabii ki 16 kişinin adı doğrudan manşetleri süsleyince, ardından gelen güvenlik soruşturması belediyeyi “çok zor durumda bırakmış olacak ki” – bu söylem belediye yönetimine aittir – aynı gün, yani 20 Ekim 2020 tarihinde güvenlik soruşturması gelir gelmez işleme kondu.

O süreçte sendika yöneticileri aracılığıyla görüştüğümüz belediye ve CHP yetkililerinden aslında belediyeler üzerinde yoğun bir siyasi baskı olduğunu, bu baskının belki kayyum ile sonuçlanacağını, bu baskıyı da bizleri göndererek belki azaltabileceklerini öğrendik. Ama siyasi sorumluluk alamayıp bu baskıyı işçiye yükleyerek azaltacağını sanan belediye yönetimi, yandaş basında boy boy manşet olmaktan kurtulamadı ne yazık ki. Bizden sonra belediye başkan yardımcıları ve daire başkanları da bizlere atfedilen suçlara benzer şekilde manşetlerde yer almaya devam ettiler.

İşten atıldığımız günden sonra sendikamız Genel-İş ile gerek basın toplantısında gerekse belediye önündeki eylemde belediyedeki yetkililere ilettiğimiz “Bize bir açıklama borçlusunuz, biz işçileri neden attınız?” sorumuza yetkililerden dolaylı olarak ulaşan cevap “Evet, bir mağduriyet yarattık ama bizden ne bir basın açıklaması ne de basın-yayın birimimiz kanalıyla başka bir açıklama bekleyin” oldu.

Kısa bir süre sonra DİSK Genel-İş’ten ziyade Disk Ege Bölge Temsilciliği ile yaptığımız görüşmelerde, gerek Kod-29 gerekse güvenlik soruşturmasıyla suçlanmamız dolayısıyla, sendikanın avukat desteği ile kararın iptaline yönelik idare mahkemesine ve iş mahkemesine davalar açılacağı söylendi. Kısa bir süre sonra davalar açıldı.

Ama neticede Genel-İş’in tavrı belediyenin bir suçu olmadığı, asıl sorunun valilik ve İçişleri Bakanlığı’nın gönderdiği güvenlik soruşturması olduğu yönündeydi. Hiçbirimizin hukuksal yönden ilgili kararları bilmemesi dolayısıyla, Genel-İş yönetimi bizlere her seferinde bu sorunun direnişle değil, yargıyla çözüleceği yönünde cevap veriyordu.

Bu süreçte belediye yönetimi ile hiçbir şekilde doğrudan bir görüşme sağlayamadık. Belediye bizleri ciddiye almamaya devam etti. Sürece sadece demokratik kitle örgütlerinin adımıza görüşmeler yapmasıyla dahil olduk.

Bu süreçte belediye yönetimi ile hiçbir şekilde doğrudan bir görüşme sağlayamadık. Belediye bizleri ciddiye almamaya devam etti. Sürece sadece demokratik kitle örgütlerinin adımıza görüşmeler yapmasıyla dahil olduk. Ama belediye yönetimi yine aynı tavrı sergiledi ve hiçbir şey yapamayacağını, sorunun güvenlik soruşturması olduğunu, kendilerinin de soruşturmanın neticesini yerine getirdiklerini ifade etti. Çok ilginçtir ki güvenlik soruşturması ret gelenlerden bir arkadaşımız Gezi’de eylemlere katılmaktan, diğeri Sn. Kılıçdaroğlu’na yapılan hakarete aynı dozda cevap vermekten, bir diğeri ise güvenlik soruşturması olumlu olmasına rağmen işten çıkarılmıştı.

Tabii 6 Nisan 2018’de CHP Genel Merkezi’nin belediyelere ilettiği, hukukçu dostlarımızın da bize ilettiği genelge direnişe başlamamızda en büyük pay sahibi olan kısımdı da denebilir. O genelgede güvenlik soruşturmalarında aslı astarı olmayan subjektif bulgular olduğu, 1982 Anayası’na göre bile iki yılın altında hükmü dahi olsa kimsenin çalışmasının önünde bir engel olmadığı, işçiyi güvenlik soruşturması ile çıkarma yetkisinin valilikte değil belediyelerce kurulan komisyonlarda olduğu ve hiçbir yetkilinin bu genelgeye aykırı hareket etmemesi gerektiği yazıyordu.

Hukukçu dostlarımızla yaptığımız görüşmeden kısa bir süre sonra, bizlere ilk gün iyi niyetli olduğunu, davaya müdahil bile olmayacağını söyleyen belediye yönetiminin aslında valilikten daha çok müdahil olduğunu öğrendik. Valiliğin mahkemeye yazdığı cevap yazısı, aslında suçlunun belediye olduğunu gösteriyordu. Valilik, bu kişilerin iştiraklerde, yani bir çeşit özel şirkette 4857 no’lu iş kanununa göre çalıştığını, üstüne işçiye herhangi bir yaptırımlarının olamayacağını, çıkarma yetkisinin belediyede olduğunu söylüyordu. Ki mahkeme de bu talebe kayıtsız kalmamış olacak ki, davalarının içeriği aynı olan 16 kişiden bir arkadaşımız için savunmamızı bile dinlemeden yetkisizlik kararı vererek istinaf mahkemesine yönlendirdi.

Dört ayın sonunda gerek genelge, gerekse CHP milletvekillerinin güvenlik soruşturmalarının anayasa mahkemesinde iptali kararları, ardından Danıştay 12. dairesinin güvenlik soruşturmasını iptal kararıyla, artık bütün oklar belediyeyi gösteriyordu.

İlk gün de ifade ettiğimiz gibi, ya bu hukuksuzluk giderilir ve 16 arkadaşımız işbaşı yapar ya da hiçbirimiz yapmayız.

Bu kararları ilettiğimiz sendikamıza bizim artık işe dönmemiz gerektiğini ilettiğimizde, cevap olarak bir şey yapamayacaklarını, yargıyı beklemek gerektiğini ifade ettiler tekrar. Ve belediye yönetimi de aynı tutumu sergiliyordu. Netice itibarıyla, geçmişteki Ataşehir örneğindeki gibi yaparak, sendika yöneticilerine direnişe geçeceğimizi, ama Genel-İş gömleğimizi de çıkarmayacağımızı ilettik tekrardan. Onlar da bize bu kararımızı desteklemediklerini iletti yine. Ve 16 Şubat 2021 tarihinde belediye başkanlığı önünde eyleme geçtik. Sonuç itibarıyla bu hukuksuzluğun artık mağdur tarafındayız. Emekten yana belediyecilik yaptığını, adalet istediğini söyleyen partilerden önce kendi içerisindeki sorunları çözmesini istiyoruz. Beş ay boyunca süreç ne eksik ne fazla olarak bu şekilde gerçekleşti. İlk gün de ifade ettiğimiz gibi, ya bu hukuksuzluk giderilir ve 16 arkadaşımız işbaşı yapar ya da hiçbirimiz yapmayız.

Direnişinizin temel talepleri neler ve Genel-İş üyesi diğer belediye işçileriyle ilişki içinde misiniz? Onlarla dayanışmanız ne düzeyde?

Yukarıda da belirttiğim gibi bütün yargı kararları, adli sicil kayıtları temiz olan biz işçiler lehinde iken; belediyenin hâlâ soruna kulak tıkaması, Kod-29 gibi bir onursuzlukla bizleri suçlayarak kapı önüne koyması, çalışırken hakkında tek bir tutanak bile tutulmayan işçileri hâlâ suçlaması, üstüne yetmemiş gibi ana muhalefet partisinin suçlu işçiymiş gibi davranarak iktidarla köşe kapmaca oynaması bizi eyleme götürdü.

Sendikal tavır konusu da yukarıda belirttiğim gibi… Buna rağmen diğer belediye işçileri ile, özellikle de işe dönen işçilerle görüşme halindeyiz. Sürecin nasıl yürüdüğünü, nasıl işe döndüklerini öğrendik. Ama sendikal sahiplenme olmadığı için İzmir Büyükşehir Belediyesi işçilerine ulaşma imkânlarımız sınırlı kalıyor. Elimizden geldiğince işçilere ulaşmaya çalışıyoruz. Bunun dışında işçi temsilcisi sendika üyelerinin sendikaya rağmen sendikal misyonla yanımızda olması bize güç veriyor. Ek olarak, diğer şehirlerdeki işçi dostlarımızla da sosyal medya üzerinden doğrudan olmasa da dolaylı olarak görüşüyoruz. Ve ayrıca ilk günden bu yana bizleri yalnız bırakmayan dostlarımıza da teşekkür ederiz.

Sizce tazminatsız işten atmanın aracı haline getirilen Kod-29’a karşı sendikaların ve işçi örgütlerinin başını çektiği birleşik ve kitlesel bir mücadeleyi nasıl örebiliriz?

Bu soruya cevabı biraz da realite üzerinden vermek isterim. Kod-29 aslında büyük sorunun bir parçası. Şunu açıkça belirtmek gerekiyor ki, işçi sınıfı bilinçsizliğin bile ötesinde. Bunun nedeni olarak Türkiye’de her geçen gün daha da zorlaşan yaşam şartlarının, popüler kültürün ve gelişen dünyada işçi sınıfının sesinin baskıyla kesilerek bilinçli bir yalnızlaştırma politikasının etkisi olmadığını görmemek saflık olur biraz. Sermaye sınıfı ile kol kola olan neoliberal iktidarlar işçi sınıfının gücünü fark etmemesi için her türlü yolu deneyip, işçiye de bu politikayı benimsetmeye çalışıyor ki; benimsetti de.

İşçi sınıfının bilinçlenmesi gerekiyor. Bunu da fikirsel ayrılıkları bir yana bırakarak geniş katılımlı, ne yapılabileceğine dair toplantılarla önce sol içerisinde başlatmak gerekiyor. Tabii ortaklaşacağımız en temel nokta ne şekilde olması değil, ne kadar erken olması yönünde olmalı. Gerçekçi olmak gerekirse işçi sınıfının sola bakış açısı, özellikle de yoğun bir kesimde, solun şeytan olduğu yönünde. Önce genel katılımlı bir toplantı ile birliktelik sağlandığı anda, ideolojik yönelimin farklı olması bir kenara bırakılarak, öncelikle sol-işçi sınıfı ilişkisi, sonrasında işçi sınıfı-sermaye ilişkisi ve en son da sınıf mücadelesinin haklılığı öğretilebilir. Bu denge en temel düzeyde böyle kırılabilir. Bunun ötesinde kitleselleşmiş bir hareket hayalcilik olur.

İşçinin bilinçsizliği aslında biraz da solun sorunu kenardan izlediğinin, seyirci kaldığının işaretidir. 15-16 Haziran direnişlerinden bu yana yaşananlar, süreçte çok şey kaybettiğimizi gösteriyor. Gerek Soma meselesinin, gerek Ermenek maden direnişinin solda karşılığının beş kişi katılımcılı forumlar olması, önce solun bir silkelenip kendine gelmesini gerektiriyordu. Ama sonuç itibarıyla sol hâlâ kendinden memnun olacak ki, sınıftan bağımsızlığını otel lobilerinde kutlamaya devam ediyor. Sadece direniş tarihlerini sembolik 10 kişilik katılımlarla anıyor, sosyal medyada bir anma mesajı ile geçiştiriyor o kadar, ötesi yok. Ne işçinin soldan haberi var ne de işçilerin sınıf mücadelesinden.

Buna rağmen işçiler direnebiliyorsa, kendi öz benliklerindeki sınıf bilincindendir. Şunu da görmek gerek ki, direnişler uzadıkça, işçi sınıfı alanda bilince kendi çabasıyla ulaşıyor ve sahiplenmeyen uzlaşmacı sendika yöneticilerinin de koltuklarını sarsıyor.

Buna rağmen işçiler direnebiliyorsa, kendi öz benliklerindeki sınıf bilincindendir. Şunu da görmek gerek ki, direnişler uzadıkça, işçi sınıfı alanda bilince kendi çabasıyla ulaşıyor ve sahiplenmeyen uzlaşmacı sendika yöneticilerinin de koltuklarını sarsıyor. Yani işçi sınıfının öz benliğinde mücadele var ama asıl soru bu barikatı nasıl yıkacağımızın bilincini verebilmekte. Ki Türkiye’de sarı sendikacılığa alternatif bir sendikacılık yok düzeyinde iken, solun önceliği ideolojik farklılıkları yıkarak önce solun misyonu gereği emek mücadelesinde omuz omuza durmak, sonrasında ise önce sol içi geniş katılımlı toplantılar organize edip işçi sınıfının öz benliğine dönmesi için yapılacakların yöntemlerini tartışıp, ortak bir noktada buluşup tez zamanda, işçilerle beraber olmaktır. Bu şartlar yerine getirilirse, sendika oligarşisi, sendikanın öznesi olan işçilerce yıkılır. Sendika tekrar işçilerin olur ama bu strateji uygulanmazsa, sendikal oligarşi koltuğu koruyarak işçiyi yalnız bırakmaya devam edecektir.

Yorumlar kapalıdır.