Maceracılıktan diplomasiye “değerli yalnızlık”

Erdoğan iktidarının son 19 yıla damga vuran en temel özelliklerinden birisi “manevra kabiliyeti” oldu. Bunu birçok alanda gözlemledik. Bir dönem bir alanda öne çıkarılan, üzerine bas bas bağırılan, medya tarafından benimsetilmeye çalışılan bir politikaydı. Aradan biraz zaman geçtikten sonra ise yine aynı iktidar tarafından öne çıkarılanın aksi yönünde bir çizginin propagandası yapılır oldu. Hem de eski politikanın hiç hesabı verilmeksizin, sanki o politika değişikliği bir başarısızlığın sonucu değilmişçesine, her şey sıfırdan başlamışçasına…

Bu alanlardan en öne çıkanı ise dış politika oldu, olmaya da devam ediyor. Belki iktidar dış politikadaki her makas değişikliğinde toplumsal hafızayı sıfırlayıp yeniden kurabildiğini düşünüyor. Ancak uluslararası siyaset bunun üzerinden şekillenmiyor. Her politika bir maliyeti ve her maliyet de bir faturalandırmayı doğuruyor. İktidar şu ana kadar, içeride tüm bu faturayı emekçi halkın sırtına yükleyerek yoluna devam ediyor. Dış politikada ise bunun bedeli sıkışmışlık, yalnızlaşma ve günü kurtarma girişimleri olarak açığa çıkıyor. Sonuçta, dışa bağımlı, yarı sömürge bir ülkenin dış politikadaki emellerinin sınırları da bu bağımlılık ilişkisi üzerinden şekilleniyor.

Şu dönemde de dış politikada yeni bir manevra çabasına tanıklık ediyoruz. Geçtiğimiz dönemin maceracı politikası yerini “diplomasi” söylemine bırakma eğiliminde. Gerek hükümetin “beka söylemlerini” temellendirmek gerekse de oligarşik kesimlerin daha fazla pazar arayışı maceracı, yayılmacı politikanın temel etmenleriydi. Suriye, Libya, Doğu Akdeniz, S-400, Azerbaycan başlıkları da bu politikanın en temel örnekleriydi.

Saray rejimi bu yayılmacı politikaları uygulamaya çalışırken emperyalizmin ekonomik ve politik krizinden ötürü açığa çıkan çatlakları kullanmaya çalışarak; ABD, AB, Rusya ve diğer bölge ülkeleri arasındaki boşluklara oynayarak kendisine “özerk” hareket alanları yaratma gayreti içerisinde oldu. Ancak bu girişimlerin hiçbirinde tam anlamıyla dilediğini elde edemedi. Çünkü “özerkleşme” eğilimi bağımlılığının duvarına çarptı. Yeni pazarlar ele geçirme isteği de zaten dışa bağımlı ekonomisini daha da dışa bağımlı hale getirdi.

Bugünkü ricat meselesini gündeme getiren ise ABD’de Biden’ın iktidara gelişi ve emperyalizmin politikasındaki taktiksel dönüşüm ihtimaline adapte olma çabası. Biden henüz net bir Ortadoğu planı ortaya koymamış olsa da emperyalizmin, müzakerelere öncelik tanıyan havuç-sopa taktiğine dönüş yapacağını öngörebiliriz. Biden’ın, İran ile 2015 nükleer anlaşmasını görüşmeye hazır olduğunu dillendirmesi de bu düzlemin bir örneği.

Emperyalizmin, müzakerelere öncelik tanıyan bir politikaya geçiş yaparken de bölgedeki “ortaklarından” daha az saldırganlık ve daha fazla uyum beklentisi içerisinde olacağını söyleyebiliriz. Saray rejimi için ise bu, maceracı dış politikanın yarattığı değerli yalnızlıktan, diplomasi vurgusuyla manevra denemelerinde kendisini gösteriyor.

Libya’da, Doğu Akdeniz’de geri adım atılması, Yunanistan ile müzakere çağrıları yapılması, S-400’lere “Girit modelinin” (bir depoya kapatılmaları) hükümet yetkilileri tarafından önerilmesi bu makas değişikliğine ayak uydurmanın gayretleri.

Saray rejimi, bu politikaların maliyetini de emekçilerin sırtına fatura ederek ve emperyalizme olan bağımlılığını derinleştirerek işleri kılıfına uydurmanın derdinde. Sonuçta egemenler için mevzu, söylenegeldiği gibi ulusal çıkarlar değil, kendi bekaları.

Yorumlar kapalıdır.