Tek çözüm erken seçim mi?

Cumhur İttifakı içindeki kavgalar, çıkar grupları arasındaki çekişmeler derinleştikçe ülkenin politik gündemi her gün, bir öncekinden daha hareketli hale geliyor. Sedat Peker’in devam eden ifşaatları Saray rejiminin içine battığı çürümenin her gün farklı bir boyutunu resmediyor. Milyarlarca dolarlık yolsuzluklarla suçlanan rejimin muktedirleri, aklanmaya çalışmak yerine birbirlerini tehdit ederek konumlarını korumaya çalışıyor. Savcıların ölü taklidi yaptığı, Meclis’te araştırma komisyonu kurulmasının Cumhur İttifakı oylarıyla reddedildiği suçlamalarla ilgili Saray şürekâsı ıslık çalarak konuyu geçiştirmeye çalışıyor.

Erdoğan yönetimi bu “yavuz hırsız” konumunu artık inkâr etmeye dahi gerek duymuyor. Kanal İstanbul projesi için Erdoğan, iktidara geldiklerinde bu proje için alınan kredileri ödemeyeceklerini belirten muhalefet partilerine “bu paraları sizden uluslararası tahkim yoluyla söke söke alırlar” diye cevap veriyor. Belli ki, Tek Adam rejiminin adalet sistemine kendisi de güvenmiyor ve favori şirketlerine yaptırmayı hayal ettiği ve her yönüyle bir cinayet projesi olan Kanal İstanbul için, uluslararası tahkim yoluyla kendisini güvence altına almak istiyor. Bu cevabın aynı zamanda Erdoğan’ın kendisinin de iktidarının günlerinin sayılı olduğunu düşündüğünün bir itirafı olduğunu not etmek gerekiyor.

“Yerlilik ve millilik” konusunda en büyük yaygarayı koparan Cumhur İttifakı uluslararası tahkimden medet umuyor, şehir hastanelerinin işletmesinin çokuluslu alışveriş merkezi şirketlerine devrini onaylıyor ve son olarak Makine ve Kimya Enstitüsü’nün özelleştirilmesine girişiyor. Yakın zamana kadar içeride ABD ve AB’ye kafa tuttuğu imajını vermeye çalışan Saray, bin bir çabanın ardından Biden’la verilen ortak fotoğrafı “yüzyılın zaferi” olarak sunuyor. Ev ödevi olarak, Afganistan’da ABD’nin bıraktığı enkazda Kabil Havalimanı’nın korumasını üstlenerek diyet ödemeye çalışıyor; 2,5 milyar dolara alınan S-400’lerden kurtulabilmek için zihni sinir projeler ABD’ye sunuluyor. Doğu Akdeniz’de kopartılan onca gürültüden sonra, AB’nin ağır yaptırım tehditlerinin ardından, AB ile “pozitif gündemin” sürmesi için gündeme getirilen bütün iddialar unutulmuş görünüyor.

İçeride ve dışarıda her yönüyle iflas eden politikalar karşısında yine bilindik baskı ve şiddet politikalarıyla iktidar ömrünü uzatmaya çalışıyor. HDP İzmir il binasına gerçekleştirilen silahlı saldırı ve Deniz Poyraz’ın katledilmesi, HDP’ye açılan kapatma davası ve uydurma Kobane davası muhalefeti bastırma ve Kürt halkını susturma çabalarının artarak devam ettiğini gösteriyor. Hükümetin LGBTİ+’lara dönük yürüttüğü nefret kampanyası, İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme kararı hem tüm ezilen ve sömürülen kesimlere dönük baskıcı, gerici politikalarını tahkim etme hem de kendi oy tabanını kültürel kutuplaşma gündemleriyle umutsuzca koruma çabasının ürünü.

Ne var ki, geçmişte iktidarın ömrünü uzatmaya yarayan baskı ve şiddet politikaları bugün artık işlemiyor. Eşi benzeri görülmedik bir yıkım ve sefalet yaratan Tek Adam rejimine karşı korku iklimi artık aşılmış durumda. Bu noktada sorun, rejimden çıkışın nasıl sağlanacağına dönük tartışmada düğümleniyor. Millet İttifakı partileri “provokasyon olur” gerekçesiyle bütün sorunların çözümünü seçimlere havale ediyor. Sendikal önderlikler olağan zamanlardan geçiyormuşuzcasına emekçilere herhangi bir çağrı yapmaktan ısrarla kaçınıyor, kafasını gündelik çalışmalara gömüyor. Solun önemli bir kesimiyse Millet İttifakı partileriyle bir “demokrasi cephesi” kurulması hayali kuruyor.

Bugünkü baskı rejiminden toplumsal eşitlik ve özgürlük temelinde bir kopuş hedefliyorsak, bu ancak emekçilerin ve tüm ezilenlerin kendi talepleri için harekete geçmesi, bir kenarda tepedeki çekişmeleri izlemesi değil siyasete doğrudan müdahale etmesiyle mümkün olabilir. Bunun için Millet İttifakı’nın öğütlediği gibi sessizce erken seçimi beklemek yerine, solun ve emek örgütlerinin burjuva seçeneklerden vazgeçmesini sağlamamız ve acil bir eylem programı etrafında kendi bağımsız alternatifimizi inşa etmemiz gerekiyor.

Yorumlar kapalıdır.