Türkiye’nin seçimi

Türkiye 40 yıldır yönünü bulmaya çalışan bir ülke. Potansiyeli ve emsalleri düşünüldüğünde 40 yıldır patinaj yapıyor. Türkiye’de 40 yıldır ileri doğru atılmış görünen her bir adıma hemen geri atılmış iki adım eşlik ediyor. 40 yıl önce ekonomide, siyasette, sosyal hayatta hangi sorunlar varsa, ne konuşuluyor ve yaşanıyorsa bugün de benzer şeyler yaşanıyor. Üstelik bazı açılardan daha da geride olmak üzere. Bütün dünyada yaşanan burjuva kapitalist düzen krizini Türkiye, kendine özgü şartlar nedeniyle çok daha ağır yaşıyor. Neden?

Türkiye’de 1982-2002 arasında yaşanan siyasi, sosyal, ekonomik gelişmeler sonucu mevcut rejim tamamen tıkandı. Burjuva düzen siyaseti ve siyasetçileri inandırıcılığını yitirerek çürüdü. Bunun hem bir sonucu hem de nedeni olarak rejimi temsil eden düzen partileri seçmen temsilini ve desteğini büyük oranda kaybetti. Bu 20 yıllık birikim sonucu değişim hemen her kesimin ortak ihtiyacı ve arzusu olarak belirdi. 1980’de ülkenin belini kıran bir askeri darbe marifetiyle 1982 Anayasası ile başlayan bu dönem, ironik şekilde, diktatörlükle yarı-demokrasi arasındaki salınımların ardından yine bir askeri darbe girişiminin (28 Şubat) yankıları ışığında kapandı. 24 Ocak kararlarının yol haritasını belirlediği bu dönemde, özünde emekçi kesimlere ve sosyal haklara dönük bir karşıdevrim olan neoliberal uygulamalar sermaye birikim krizini ve burjuvazinin önderlik krizini yine de çözemedi. Dönem yolsuzluk, yoksulluk ve yasaklar ile karakterize oldu. Darbe ve anayasası sonuçta neoliberal İslamcı bir partiyi iktidara taşıdı. AKP’li yıllar da bu sayede başladı.

AKP iktidarı altında 2002-2022 arasında yaşananların oluşturduğu birikim kendinden önceki 20 yıla benzer, askeri darbe girişimi ve muhtıra dahil olmak üzere, ama birçok şekilde ve alanda onu da aşan yeni bir tıkanma, çürüme ve değişim ihtiyaç ve arzusunu gündeme sokmuş durumda. Bugün iktidar bloku dahil hiç kimse Türkiye’nin olduğu haliyle devam edebileceğine ne inanıyor ne de bunu mümkün görüyor. Çürüme ve çöküş engellenemez şekilde bütün bünyeyi sardı. Yoksulluk, yolsuzluk, yasaklar giderek artan oranda en azından son 10 yıla damgasını vurmuş durumda. Bu noktada rejimin hâkim unsurunu (İslamcılar, Ülkücüler, Ulusalcılar…) ve kurumlarını (Cumhurbaşkanlığı-Beştepe, Meclis, Yargı, TSK, Emniyet, Anayasa Mahkemesi…) değiştirmenin, yani sadece üstyapıda yönetimsel bir değişikliğin sorunları çözmeyeceğini, aksine durumu gelecek dönemlerde artık içinden daha da çıkılmaz bir hale getireceğini söylemek kehanet olmaz. Mesele emek ve sermaye ilişkisi ile karşılıklı güç dengesinde. Bu anlamda rejim siyasal demokrasi istikametinde, ekonomi emekçilerin ihtiyaç ve öncelikleri temelinde, sosyal hayat özgürlük ve eşitlik doğrultusunda bir dönüşüm yaşamalı. Kuşkusuz bu eşit, adil ve barajsız şekilde yapılacak bir seçimle oluşturulacak bir kurucu meclisin hazırlayacağı anayasayla temellenmeli. İşçi-emekçileri, kadınları ve Kürt halkını merkezine alan haklar ve temsille perçinlenmeli. Başında emekçilerin yer aldığı denetimle şekillenmeli. Böylesi bir dönüşüm özünde, işçi demokrasisini gündeme getirebilir ve bu gündemin hayata geçmesi de, ancak bir işçi-emekçi hükümetiyle mümkün olabilir.

Peki, 18 Haziran 2023 seçimlerine 13 aylık bir süre kalmışken, bu tablonun ışığında, Türkiye’nin seçimi ne olacak? Türkiye nereye doğru gidecek? Birbirini tekrarlayan dönemlerin bir benzeri daha mı tedavüle sokulacak? Evet, Cumhur İttifakı olası 2023 seçimleri öncesi tansiyonu giderek yükseltme eğiliminde. Son birkaç haftada yaşananlar dahi bunun bir kanıtı. Gezi Davası’nda verilen müebbede varan cezalar, CHP İstanbul İl Başkanı Canan Kaftancıoğlu’na verilen mahkûmiyet ve siyaset yasağı, hâlihazırda haziran başında İstanbul Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu ile ilgili görülecek ceza davası ve devam eden HDP kapatma davası yaşanabilecek olanlara dair oldukça güçlü bir fikir de veriyor. Yeni seçim kanunuyla il-ilçe seçim kurullarının oluşumunun değiştirilmesi de yargı sopası dahil devlet gücünün iktidar tarafından seçim sürecinde de her şekilde kullanılacağının bir başka göstergesi. Bunlar süreci ve sonucu ne oranda etkileyebilecek? Çok şey söylenebilir. Bütün bunlar mevcut iktidarın değişmesi zaruretini fazlasıyla gösteriyor. Gitmesi gereken belli de ya gelecek olan? Bu noktada bizim söyleyeceğimiz Türkiye işçi sınıfının, emekçilerin, ezilen ve sömürülen kesimlerin yalancı baharlarla mavi boncuk politikasına artık tahammülünün olmadığı. Dünyada olduğu gibi Türkiye’de de deniz bitti, kara göründü. Yaşanabilir bir gezegenimiz ve geleceğimiz olsun istiyorsak Türkiye’nin seçimi emek ittifakı olmak zorunda; yoksa parlak isimler bulmak değil. Tabii eğer 20 yıl sonra yine bunları misliyle konuşmak ve yaşamak istemiyorsak.

Yorumlar kapalıdır.