İşçinin bilinci sorunu
Geçen ayki yazımda her işçi mücadelesinin sosyalist devrimin bir parçası olduğunu anlatmaya çalışmıştım. Öte yandan, bazı öncü işçi arkadaşlarımız genel olarak işçilerin bilincinin çok geri olduğuna dair tespitler yapıyorlar. Bu iki tespitin arasında çelişki mi var? Hem evet hem hayır. Bu, sınıflar mücadelesinin diyalektiğidir, yani zıt durumların birliğidir.
İşçilerin büyük bölümünde sınıf bilincinin epeyce geri olduğu bir gerçek. Yani, işçiler kendilerini patronlar sınıfından (burjuvazi) ve esnaf, küçük toprak sahibi gibi küçük mülk sahibi orta sınıflardan (küçük burjuvazi) ayrı bir toplumsal sınıf olarak algılamıyorlar. Kendilerini sadece genel olarak nüfusun yoksul bireyleri olarak kabul ediyorlar. Oysa işçi sınıfı, sanayide patronlara artık değer üreten işçiler ile devlete ve mülk sahibi işverenlere ticari kâr kazandıran ücretlilerden oluşuyor.
Peki, işçiler bugün neden kendilerini diğerlerinden apayrı bir sınıf olarak göremiyorlar? Neden bu sınıf bilincine sahip değiller? Bunun birkaç nedeni var.
Önce en genelinden başlayalım: Bir toplumda genel olarak tüm sınıflar üzerinde egemen olan ideoloji, egemen sınıfın ideolojisidir. Bugün Türkiye’de egemen sınıf burjuvazidir ve onun ideolojisi de mülkiyetin kutsallığı ve tekil bireyin kutsanması üzerine kuruludur. Dolayısıyla da birey üretim araçlarının özel mülkiyetini normal olarak kabul etmeli ve her fırsatta kendisi için çıkar ve mülk aramaya doğru koşmalıdır. Toplumdaki bireyler bu ideoloji ile koşullanır, bilinci buna göre oluşur.
Bu bilinç Türkiye’de zaman zaman kırılmış ve işçiler sınıf bilinci edinir olmuşlardır (özellikle 1970’li yıllarda). Ne var ki, işçinin kendi sınıf bilinci durduk yerde değil, mücadeleler içinde gelişir. Oysa bugün olgun yaşlardaki bir işçi hemen hemen tüm işçilik ömrünü AKP iktidarları altında yaşamıştır. Ve AKP hükümetleri tüm icraatları ve propagandalarıyla, burjuva ideolojisini sürekli olarak tüm topluma pompalamış, bunun dışına çıkan eğilimleri şiddetle bastırmıştır. Bu yolda dinsel inançları kullanmış, dinsel cemaatleri yaygınlaştırmış, toplumda dinsel ibadeti neredeyse Erdoğan’a ve onun ekibine biat etmeyle eşit kılmaya çalışmıştır.
Bu koşullar altında işçi sınıfı kendi mücadele geleneğinden koparılmıştır. Yani bugün işçiler, 20-30 yıl önceki sınıf mücadelelerinin deneyimlerinden ve derslerinden uzaktır, neredeyse habersizdir. Bu süreç tabii özellikle 12 Eylül askeri darbesiyle başlamış, Özal’ın neoliberal politikalarıyla sürmüş ve AKP tarafından devam ettirilmiştir. Bu yüzden sendikanın, işçi sınıfı partilerinin, hatta grevin ne olduğundan bile habersiz ya da bu örgütlenme ve mücadelelerde yarar görmeyen kitlelerle karşılaşabiliyoruz.
Bir de bunlara bürokratik sendikaların tutumunu ekleyin. Bugün sendika yönetimlerinin çoğu sendikayı sınıfın mücadeleci örgütlenmesi olarak görmüyor. Bürokratlar sendikayı herhangi bir işletme, bir hukuk bürosu olarak görüyorlar, öyle faaliyet göstermesi için uğraşıyorlar. İşçinin bu tip bürokratik örgütlerde ve onların aracılığıyla sınıf bilinci edinmesi imkânsız oluyor. İşçi de sendikacıyı herhangi bir avukat olarak kabul ediyor. Hatta kendi kıstasına göre “iyi” bir ücret aldığı işyerine sendikanın girmesine bile gerek görmüyor. Yani o işçinin bilinci ücretin miktarıyla sınırlanıyor. Tam da patronların ve genel olarak burjuvazinin istediği sınıra takılıyor, burjuva ideolojisinin sınırları içinde hapsolup kalıyor.
Yazının başında belirttiğim diyalektik şu ki, bir yandan da mücadeleler (sınırlı ve yalıtık da olsa) sürüyor. Mücadeleci işçiler arasında sınıf bilinci filizleniyor, öne çıkan işçiler mücadelelerin anlamına dair daha ileri anlayışlara yöneliyorlar. Yani, her mücadelenin aslında sosyalist devrimin bir parçası olduğunu idrak ediyorlar. Bu son derece önemli ileri bir adımdır ve örgütlenmeyle taçlandıkça devrimin daha ileri mevzilerine doğru ilerlemenin yoludur. Bunu bir sonraki yazımızda açımlamaya devam edeceğiz.
Yorumlar kapalıdır.