“Biz devlet olmadığımız için…”

Kahramanmaraş merkezli depremin üzerinden iki hafta geçti. Tek Adam rejiminin elindeki kaynakları doğru bir biçimde kullanmaması ve koordinasyonsuzluğun yarattığı felaketin etkisiyle resmi verilere göre 40 bini aşkın yurttaşımızı yitirdik. Özellikle ilk 72 saat içerisinde Antakya, Adıyaman, Gaziantep başta olmak üzere birçok şehre devlet namına hiçbir yardım ekibi ve teçhizatı ulaşmadı. Madenciler, inşaat işçileri, üniversite öğrencileri, sosyalist partiler, sendikalar ve meslek örgütleri, yani işçiler ve emekçiler bütün gücüyle ilk andan itibaren depremzedelerle dayanışma için bölgenin yardımına koştu. Emekçilerin fedakâr bir biçimde seferber olması oldukça anlamlıydı, çok sayıda yurttaşımızın hayatını kurtardı, biraz olsun yaralarını sardı ve soğuktan donmasını engelledi. Fakat bütün bunlar ilk 72 saatte doğru müdahalelerle kurtarılabilecek binlerce canı yitirmemizi engellemeye maalesef yetmedi.

Elimizden geldiğince depremzedelerle dayanışırken bölgeden gelmeye başlayan haberlerdeki yardım yakarışlarının da etkisiyle birçok kez hepimiz çaresiz hissettik. Günler boyunca enkaz altında kalan depremzedelere ulaşmayan arama kurtarma ekiplerini ve oldukça yetersiz kalan yardımları izlerken birçoğumuzun aklında ortak bir soru belirdi: Devlet nerede? Hızlı karar almak için geçildiği iddia edilen Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi ne oldu da depremzedelere askeri kurtarma ekiplerini ancak ikinci günde ve oldukça yetersiz sayıda birimle deprem bölgesine gönderdi? Ya da memleketin dört bir yanına yaptıkları ve pek övündükleri duble yollar neden bırakın köyleri, şehir merkezlerine bile yardımların ulaşmasına hizmet etmedi? Madencilerin ivedi bir şekilde bölgeye sevk edilmemesi, vinç, ekskavatör gibi birçok arama kurtarma aracının bölgeye yeterince sevk edilememesi… Bunlar ilk akla gelenler ve liste maalesef oldukça uzun.

Plansızlık, koordinasyonsuzluk öyle vahim bir düzeydeydi ki insanlar yakınlarına, eşlerine, dostlarına ulaşmak için sosyal medyadan, özellikle de Twitter’dan medet umar hale geldi. Gerçekten kimi yurttaşlarımız böyle kurtarıldı ama binlerce canımızı yitirmemizi maalesef sosyal medya da engellemeye yetmedi. El yordamıyla gerçekleşen arama kurtarma girişimlerinin başka türlü bir sonuç vermesi de beklenemezdi. Özellikle ilk birkaç gün sanki devletin onca kaynağı yokmuşçasına insanlar sosyal medya hesaplarından enkaz konumlarını paylaştı. İlk kez deprem olmuş da devlet denilen örgütlenme hiç keşfedilmemiş gibi bir atmosfer oluştu. Çokça söylendi ama biz de tekrar edelim, İstanbul Sözleşmesi için mücadele eden kadın ve lgbti+ların karşısına gayet örgütlü bir biçimde çıkan devlet, deprem bölgesinde pek bir örgütsüzdü. Kayyum rektöre karşı seferber olan Boğaziçi öğrencilerinin evlerini şıp diye bulup gece yarısı basmakta pek mahir olan devlet, depremzedeler geceleri donma tehlikesi yaşarken oldukça beceriksizdi. Devletin hak arayanları ezerken son derece örgütlü oluşu, bunun yanında emekçilerin çıkarları konusunda son derece isteksiz ve işlevsiz olduğu çok açık bir biçimde ortaya çıktı.

Devleti görebildiğimiz ve göremediğimiz hadiseler arasındaki fark, bize yaşattıkları katliamda bütün çıplaklığıyla açığa çıktı. Hakkını arayanlara barikat çeken devlet, enkaz altında bıraktıklarını yetmezmiş gibi bir de yalnız bıraktı. Buna karşın bütün gücüyle seferber olan emekçi kitleler, hem kaynaklarının yetersizliği hem de önüne çıkarılan bürokratik engellerin etkisiyle sınırlı bölgede ama oldukça önemli bir dayanışma sergiledi. Bu dayanışma faaliyeti sürerken süreç içerisinde deprem bölgesiyle koordine olma, acil ihtiyaçların tespiti, tedarik edilmesi ve bölgeye ulaştırılması temel başlıklar olarak öne çıktı. Bu yazıya da başlık olarak seçtiğim ifade de böylesi bir dayanışma toplantısında zikredildi. Emekçiler dişinden tırnağından artırarak el emeği göz nuru bir sınıf dayanışması inşa ediyor. Fakat ne kadar fedakâr olunsa yetmiyor, özkaynaklarımız kısıtlı, bölge geniş. Elbette “Biz devlet olmadığımız için..” diyerek bir kenara çekilecek halimiz yok. Fakat bu durumu da akılda tutarak kamu kaynaklarının ve emekçilerden çalınarak elde edilen servetin bütün depremzedeler için kullanılmasını talep etmeliyiz. Vergilerden düşülen bağışları değil, yüzde 600 oranında kâr eden bankaların servetinin vergilendirilmesini haykıracağız. Deprem vergilerinin peşine düşecek ve toplanan vergilerin depremzedelere tahsisi için mücadele edeceğiz. Yani öfkemizi politikleştirmek ve ördüğümüz dayanışmayı politik mücadele ile birleştirmek zorundayız. Ancak bu sayede gerçekten hesap sorabilir ve acil ihtiyaçların karşılanmasını sağlayabiliriz.

Bütün bunlarla beraber bu devletin bizim yani emekçilerin ve ezilenlerin devleti olmadığı için bunları yaşadığımızı unutmamalıyız. Başka türlüsünü kurmak için sahada inşa edilen emek ittifakını politik arenada da vücuda getirmeli ve emekçilerin en geniş birlikteliğini yaratmalıyız. Emek örgütleri, siyasal partiler ve demokratik kitle örgütlerinin yani bütün emekçi halkın seferberliğini öncelikle deprem bölgesinde, bununla beraber ülke sathında merkezi bir şekilde koordinasyonunu sağlamalıyız. Bu sayede hem bölgedeki ihtiyaçları doğru bir şekilde tespit eder hem de daha hızlı bir şekilde tedarik edip ulaştırmayı başarabiliriz. İnşa ettiğimiz dayanışmanın yanında sorumlulardan hesap sormak ve bütün kaynakların depremzedelere tahsisi ve bir daha böylesine bir katliamı yaşamayacağımız şehirleri inşa edebilmek için işçi-emekçi hükümetini yaratma hedefiyle dayanışmalı ve mücadele etmeliyiz.

Yorumlar kapalıdır.