Hayat pahalılığında suçlu kim?

Artık emekçiler için yaşamak daha maliyetli. Maaşlar artsa da alım gücü düştükçe düşüyor. Gelirlerimizin yüzde 85’i barınma ve gıdaya giderken hayat pahalılığı altında ülkenin yarısından fazlası karın tokluğuna emek gücünü satar hale geldi. Peki bu kader mi? Tabii ki değil, sermayenin ve onun sözcüsü iktidarın planlı uyguladığı kredi-faiz politikasının sonucu. Krediyle tüketim enflasyonu, enflasyon ise daha fazla krediyle tüketimi doğuruyor. Bu kısır döngü ancak emekçilerin birliğiyle parçalanabilir.

Asgari ücrete yapılan zamların alım gücünü artırmak şöyle dursun enflasyonu tetiklediğini söyleyenler var. Biz uzun bir süredir ücretlere üç ayda bir düzenli olarak zam yapılması talebimizi dillendiriyoruz. Bu düşünceyle bu talebimiz hayata geçirilirse enflasyon çok daha fazla artar denebilir. Bu eksik ve yanlış bir analiz. Çünkü sermaye işçinin daha fazla tüketmesini isterken alım gücünün yükselmesini istemez. Çünkü bu durum sermayedarın çıkarlarıyla çelişir. Bu yüzden maaş zamları enflasyona yenilir ve alım gücü ya düşer ya da sabit kalır. Emekçinin daha fazla tüketmesi için geriye tek bir seçenek kalıyor; işçinin kredi yoluyla ileriye dönük olarak borçlandırılması. Taksitlendirme ve maaşın çok üzerinde kredi limitleri alım gücümüzün ötesinde daha fazla tüketebilmek için oluşturulmuş finansal araçlardır. Aynı zamanda bu para döngüsünü hızlandırarak iradi para üretimini artırır. Balon şişer ve sonunda patlar. Zarar ise emekçileri daha fazla borçlandırarak topluma yıkılır. Bu ise patlak balonu şişirmeye çalışmaktan farksızdır.

Sermayedarlar işçileri bir maliyet unsuru olarak görürler. Oysaki kârlarını sadece işçilerin emek güçleriyle elde ederler. İşçilerin maaşları arttığında patronun da maliyetleri artar. Böylece açığı kapatmanın yolunu, ürettiği ürünlerin fiyatlarını topyekûn yükseltmekte bulurlar. Bu da enflasyonu doğurur. Fakat enflasyon sadece bu sebepten doğmaz. İktidar, yine sermayenin toplumsal tüketim ihtiyacını karşılayacak şekilde piyasaya bol ve ucuz para verir, verir ki tüketim ve kârlılık artabilsin. Bu da talep yönünde bir enflasyon yaratır. Sermayedar bu durumdan lüks tüketimle sıyrılırken işçi borç ve hayat pahalılığı altında ezilir.

Evet, tüm bunlardan sonra ücretlere her üç ayda bir zam yapılmasının kapitalist üretim biçimi altında enflasyona etki edeceği doğrudur. Ama biz taleplerimizi işçilerin denetiminde ekonominin yeniden yapılandırılması için söyleriz. Jenerik ve havada duran talepler değil, kapitalizmden kopuşu gerekli kılacak taleplerdir bunlar.

Ücretler üç ayda bir düzenli olarak artırılsın. Tüm metaların fiyatları üzerinde tam ve daimi kontrol sağlansın. Bunu mümkün kılacak yegâne şey, üretimi işçilerin denetimine tabi kılmaktır. Ülkenin tüm zenginliği ve parasal birikimi tek ve merkezi kamusal bir banka altında birleştirilerek reel ekonominin planlı bir şekilde işletilmesi sağlanabilir. Kâr amaçlı değil ihtiyaç odaklı bir üretim ve tüketim modeli kurulabildiğinde işte o zaman enflasyon diye bir terimin aslında var olmaması gerektiği ve kapitalizm altında yaşamanın zorunlu bir sonucu olduğu anlaşılır. Üretenlerin tüm yaşamsal ihtiyaçlarının kolaylıkla karşılandığı bir iktisadi ve politik sistem ancak üretenlerin önderliğinde kurulabilir. Enflasyon, sermaye egemenliğinin doğal bir sonucudur. İşçileri her zaman yoksulluk sınırı altında yaşamaya mahkûm eden bir araçtır. Hem de bizzat sermayenin kontrol ettiği bir araç… Böylesi bir durumda işçileri hayat pahalılığı kırbacı ile terbiye ederek kaderimize mahkûm olmamızı isteyenlere karşı tek bir seçenek var. O da emekçilerin birliği ve sermayeye karşı ortak mücadelesidir.

Yorumlar kapalıdır.