Filistin sorununda barış talep etmek doğru mu veya barış nasıl mümkün olabilir?

7 Ekim gününde El Aksa Tufanı başladığından bu yana sosyalist hareketten, kadın hareketinden, sivil toplum kuruluşlarından ve demokratik hak örgütlerinden birçok yapı, İsrail’in Gazze’ye ve Batı Şeria’ya yönelik saldırıları karşısında “barış” talebini yükseltmeye başladı. İnsanların öldüğü ve yaralandığı, savaş bütçelerine milyonlarca doların ayrıldığı, silahlı çatışmaların yeni silahlı çatışmalar doğurabileceği şartlar altında “barış” talebinin makul ve mantıklı gelmesi elbette doğal. Ancak her makul ve mantıklı talep, siyasal olarak doğru olmayabilir. Tıpkı mevcut durum altında “barış” talebinin kullanımının doğru olmaması gibi.

Barış talebi, mantığı gereği insanların “ölmemesini”, silahların kullanılmamasını, askerlerin kışlada kalmasını, Batılı metropollerin küçük burjuva kamuoyunu şoke edecek vahşet görüntülerinin oluşmamasını öngördüğü için, bir soykırım ajandasına sahip olan İsrail’in katliam planları karşısında siyasal geçerliliğe sahipmiş gibi durabilir. Ancak bu doğru değil. 

Kuzey Amerika kıtasının, nasıl yerlilerin kıyımdan geçirilerek sömürgeleştirildiğini ve daha sonra bugünkü Amerika Birleşik Devletleri adı verilen ülke haline geldiği anımsamak, bu noktada faydalı olabilir. Koloniciler yerlilerle bir savaş halindeyken yükseltilen barış talebi, “insanların” değil yerlilerin ölmeye devam etmesini, “silahların” değil yerlilerin silahlarının kullanılmamasını beraberinde getirmişti. Filistin için de, barış talebinin benzer bir işlev taşıyabileceği düşüncesindeyiz.

Burada sözde Oslo “barış sürecinin” ilk 10 yılında, bu “barışın” Filistinlilere bir bilanço olarak ne getirmiş olduğunu bir kere daha hatırlatma ihtiyacı hissediyoruz: Oslo’dan sonraki 10 yıl içinde 400.000’e yakın yerleşimci Batı Şeria’ya yerleşti (yani işgal devam etti), Batı Şeria’ya 20.731 yeni yerleşimci konutu inşa edildi, Batı Şeria’daki Siyonist yerleşim oranı %62 oranında arttı, Doğu Kudüs faşist yerleşimcilere açıldı ve bunun sonucunda 150.000 yerleşimci Doğu Kudüs’ü işgal etti, Filistinlilere ait 50.000 ağaç söküldü, Filistinlilerin binlerce dönümlük toprakları istimlak edildi, Filistinlilerin 2000 evi yıkıldı, 120.000 Filistinlinin ve 450 Yahudi’nin yaşadığı El Halil kentinin (bugün işgalciler oraya “Hebron” diyor) yönetimi Siyonist devlete verildi, El Halil’de nüfusun %0.3’ünü oluşturan Yahudilere toprakların %20’si verildi, Oslo “Barış” Anlaşması’nın çerçevesinde İsrail 10 yıl içinde işgal altındaki Filistin’de 67 yeni askerî üs açtı.(1)

Oslo Anlaşması’na göre Filistinlilerin bütün ihraç ve ithal malları İsrail’den geçmek zorunda ve Filistinliler mallarının İsrail’den geçişi için vergi vermek zorunda.

Oslo görüşmeleri başladığında, Filistinli yetkililere Filistin devletinin toprakları olarak Batı Şeria’nın %3’ü önerildi. Daha sonra bu oran %17 oldu. Halbuki 1988’de Batı Şeria’nın yalnızca %55’si ve Gazze’nin de %30’u işgalci İsrail’in elindeydi.

Oslo “barışı” ile ilgili olarak dönemin İsrail cumhurbaşkanı Şimon Peres şöyle der: “Bu, bizim hiçbir şey kaybetmediğimiz bir barış sürecidir.” İsrail’in Haaretz gazetesine konuşan bir tankçı subay da gözlemlerini şöyle aktarır: “Bir askerî birlik çekiliyor, televizyonlar onu çekip yayınlıyor. O sırada bir başka birlik mevziye giriyor.”(2)

Bir işgalci ile onun sömürgesi arasındaki hemen hemen bütün “barış” denemeleri, eğer işgalci taraf ağır ve utanç verici bir askerî yenilgi almamışsa ve sömürgeden çekilmeyi kabul etmemişse, ancak ve ancak Oslo “barışının” çeşitli türevleri ve benzerleri olabilir; yani bir barış değil ama bütün yönleriyle işgalin ağırlaşması ve sertleşmesi olabilir.

Barış talebinin politik olarak tek anlamı Filistin topraklarının işgalinin normalleştirilmesi, bu işgalin hukuki bir çerçevede tanınması, düşük veya orta yoğunluklu Siyonist soykırım politikalarının olağanlaştırılması ve korsan devletin varlığının fiilen korunarak genişletilmesidir. Bu bağlamda politik ve diplomatik anlamıyla barış, İsrail’in Apartheid rejiminin meşrulaştırılmasıdır.

Akımımız Nazizmi, tarihsel olarak sürekli bir iç savaş rejimi olarak tanımlar. İsrail bu noktada tanımlamamızı yenilememizi gerektiriyor çünkü İsrail, üzerinde bulunduğu toprakların meşru ve tarihsel sahibi olmadığı için İsrail’deki Nazi rejimi de sürekli bir iç savaş rejimi değil, aslında sürekli bir “dış savaş” rejimi. Zira o bir koloni; Filistin’de iktidara gelmiş bir Nazi partisi değil. O, emperyalizmin Filistin ordusunu ve halkını silahsızlandırmasıyla, kilometrelere yayılan ve içinde okulların, hastanelerin, otoyolların, kanalizasyon sistemlerinin, radyo istasyonlarının, alışveriş merkezlerinin bulunduğu devasa bir askerî üs.

İç savaş durumu (İsrail örneğinde “dış savaş”) Nazizme içkindir. Dolayıyla Filistin’de barışın hayata geçirilmesinin tek gerçekçi siyasal önkoşulu şudur: Siyonist İsrail devletinin yıkılması. Hayır, reforme edilmesi değil, uluslararası hukukun ve Birleşmiş Milletler’in kararlarına saygılı bir devlet haline getirilmesi değil, “iyi” ırkçıların yönettiği “güler yüzlü” bir Siyonizme dönüştürülmesi değil; yıkılması.

Bu nedenle Siyonist İsrail devletinin yok edilmesinden bahsetmeden, Filistin’de barış hakkında konuşamayız. Zira Filistin’de barış talep etmeden önce İsrail’in ırkçı ve yerleşimci devletinin yıkılmasını talep etmeyen her önerme, Filistin’de boğulması gereken Apartheid rejimine atılmış bir can simididir.

Ancak dahası da var. Tek devletli çözümün savunucusu olan Filistin direniş güçleri, emperyalizm tarafından mali olarak desteklenen ve askerî olarak donatılan Siyonist düşmanla mümkün olan her cephede çarpışırken ve Siyonist düşmanın askerî yenilgisini hedefi ve görevi olarak açıklamışken, barış talebini dile getirmek bir tür grev kırıcılıktır ve bozgunculuktur. Zira direnişin bizden talebi, düşmanla arasındaki barış elçisi olmamız veya düşmanı barışa çağırmamız değildir; düşmanın askerî yenilgisinin koşullarını hazırlayacak olan dayanışma eylemlerini ve mücadeleleri örgütlememizdir.

Filistin’in işgalcilere karşı verdiği kahramanlık ve fedakarlık dolu kurtuluş savaşında öne sürülebilecek tek meşru talep şudur: Filistin’in askerî zaferi, Siyonist İsrail devletinin imhası. Barış değil, Siyonist düşman karşısında zafer talep ediyoruz. Silahların susmasını değil, Filistin direnişinin cephaneliğin doldurulmasını talep ediyoruz. Filistinlilerin Nazizmin silahları ve bombaları karşısında pasifist bir ölüme kavuşmalarını değil, kendilerini öldürmeye çalışan düşmanın karşısında zora ve şiddete başvurma haklarının olduğunu savunuyoruz. Bu sırada bir tür ateşkes denebilecek duruma dair taleplerimizi ise direnişe değil, işgalciye yönlendiriyoruz: Gazze’nin bombalanmasına son verilsin, Gazze Ablukası kaldırılsın, Gazze’ye gıda, yakıt, ilaç, su derhal iletilsin.

Şunu savunuyoruz: Tek bir laik, demokratik ve birleşik Filistin yoksa, barış da yok.

Elbette Siyonist İsrail devletini yıkacak ve onun varlığını sona erdirecek nihai savaşa dek iki taraflı konjonktürel barış veya ateşkes anlaşmaları yapılabilir. Ancak bunu talep edecek olan ve etmesi gerekenler bizler değiliz, Filistin halkıdır.

Filistin sorunu üzerinden “Ortadoğu’da barış” sloganı ile talebi bir hayli kullanılıyor ve popülerlik kazanması için çalışılıyor ancak bu slogan, Ortadoğulu emekçi sınıfların ve ezilen ulusların kendi diktatoryal rejimlerine, işgalcilerine, emperyalizme ve Siyonizme karşı verdikleri ölümcül mücadele karşısında korkunç derecede gerici bir rol oynuyor. 

Binlerce yıl önce göklerden indiği varsayılan bir kutsal kitabın içinde yer alan teokratik emirlerle uyumlu bir jeopolitik çizgi izleyen, yurttaşlık ölçütünün ırksal ve etnik kökenlere bağlı olduğu, sistematik ırkçı terörün bir devlet politikası olarak uygulandığı, doğası gereği işgalci olması gereken ve hayatta kalabilmek için Araplara yönelik soykırım planlarını uygulamaya zorlanan bir devlet, barışçıl olmayan ve hatta son derece zora dayanan yöntemlerle yok edilmedikçe, Ortadoğu’da ezilenlerin seferberliklerini güçlendirecek sahici bir barışın tesis edilebileceğine gerçekten inanılıyor mu? 

Eğer öyleyse, bu kimseler, Tevrat’larındaki sözde vaat edilen toprakların peşinde Filistinli avına çıkan Siyonist yerleşimcilere kıyasla, daha vahim birtakım fantastik inançların takipçisi durumundadırlar.

***

Dipnotlar:

1.) Bkz., Direnen Filistin / Siyonizm, İsrail ve İntifada, Doğan Tarkan, Z Yayınları, Birinci Baskı, Nisan 2002.

2.) Bkz., agy.

Yorumlar kapalıdır.