Sol Muhalefet’in kuruluşunun 100. yılında Siyonizm ve Stalinizm ilişkisi

15 Ekim 1923’te, tarihin ilk proletarya diktatörlüğü deneyimi olan genç Sovyetler Birliği’nin ve Lenin’in partisinin bürokratikleşmeye başlamasına, bu bürokrasinin küresel işçi hareketi ile dünya devrimine hain ve yenilgici bir politik çizgi dayatmaya başlamasına karşı; ve Ekim Devrimi’ni var eden siyasal zeminin başlıca parçaları olan sürekli devrim stratejisi, enternasyonalizm ve Bolşevik parti modelini sahiplenmek için Sol Muhalefet kuruluşunu ilan etti. Sol Muhalefet’in başlıca iki önderi Lenin ile Troçki’ydi.

15 Ekim 1923’te Bolşevik Parti’nin 46 önderi, yönetime bir mektup gönderdi. Bu 46 Bolşevik arasında Preobrajenski, Breslav, Serebryakov, Beloborodov, Antonov-Ovseenko, I. N. Smirnov, Piyatakov, Muralov, Sapronov, Osinski gibi isimler mevcuttu. Mektupta şu ifadelere yer veriliyordu:

“Durumun olağanüstü ciddiyeti bizi — partimizin ve işçi sınıfının çıkarları doğrultusunda — Siyasi Büro’nun çoğunluğunun  politikasının devamının, Parti’nin tamamı için çok büyük felaketlerin habercisi olduğunu açıkça belirtmeye zorlamaktadır.”

Troçki’nin otoritesi ve Lenin’in çizgisi uyarınca kurulan ve ilerleyen Sol Muhalefet’e, kuruluşunun ertesinde dokunulamadı. Ancak birkaç ay sonra, Ocak 1924’te Lenin’in ölümüyle beraber, Stalin-Buharin hizbi, bu hiziple hareket eden Zinovyev-Kamenev ve bu iki kliğin arkasına aldığı Nepmenler ile Kulaklar, Sol Muhalefet’e ilk saldırılarını başlattı. Saldırıların öznel koşulunu Lenin’in ölümü yaratmıştı. Ancak saldırıların nesnel koşulunu yaratan, Troçki’nin de belirttiği üzere, 1923 Alman Devrimi’nin kesin yenilgisiydi.

Sol Muhalafet, Stalinist bürokrasiye karşı ulusal ve küresel birçok konuda mücadele verdi.

Ulusal alanda Sovyet sanayisi ile tarımı arasındaki makasın kapatılması, Kulakların mülksüzleştirilmesi, Nepmenlerin ve bürokratların ayrıcalıklarından arındırılması, kırsal alanda kolektifleştirmenin zorla değil rızayla yapılması, dış ticaret tekelinin korunması, ekonomik planlamanın merkezi ve demokratik olması, parti içinde işçi demokrasisi rejiminin yeniden tesis edilmesi, ulusal sorunda kaderini tayin hakkı ilkesinin uygulanması gibi başlıklar, başlıca politik çatışma alanlarıydı.

Uluslararası alandaki ayrımlar ise Sol Muhalefet’in daha sonra Uluslararası Sol Muhalefet’e ve oradan da Dördüncü Enternasyonal’e sıçramasının önünü açacaktı.

Sol Muhalefet öncelikle 1925-1927 Çin Devrimi’nde, Stalin-Buharin’in “4 sınıf bloku” şeklinde ifade edilen sınıf işbirlikçi ve aşamacı politikaya karşı savaştı. Kuomintang’a uyarlanan Stalinist çizgi, Çin Devrimi’ni ve Çin Komünist Partisi’ni kanlı bir felakete sürükledi.

Daha sonra akımımız, 1926 Britanya Genel Grevi’nde, Stalinist bürokrasinin İngiliz sendikal bürokrasisine ihanet noktasına varan kapitülasyonlar tanımasına karşı mücadele etti. 1926 Genel Grevi, İngiliz ve Sovyet bürokrasilerinin ortaklığı eliyle yenilgiye taşındı.

Bu ağır yenilgilerin ardından Fransa ve İspanya Halk Cepheleri deneyimleri yaşandı. 1936’da kitlesel şekilde militan genel grevler örgütleyen Fransız işçi sınıfı, Halk Cephesi aracılığıyla Fransız burjuvazisinin sözde “ilerici” partilerinin politik-örgütsel otoritesinin altına alındı ve sistem içi mevzilere çekildi. Bu politika Kremlin’den dikte edilmişti.

İspanya’da bilanço daha trajikti çünkü orada faşist Franco’ya karşı verilmekte olan bir iç savaş mevcuttu. Kremlin, İspanyol komünistleri ile işçi örgütlerine, bu sefer sözde “cumhuriyetçi” olan İspanyol burjuvazisiyle aynı Halk Cephesi hükümetinde yer almayı dayattı. Sonuç Çin’dekinin aynısıydı: İşçi sınıfı ile örgütlerinin bir katliamdan geçirilmesi.

Sol Muhalefet ile Uluslararası Sol Muhalefet’in kendi örgütsel varlığını bir sonraki seviyeye sıçratma gereksinimini hissetmesi, 1933’te Hitler’in Almanya’da iktidara gelmesiyle yaşandı. Uluslararası Sol Muhalafet en ciddi ve tarihsel mücadelesini, Nazizmin iktidara gelmesini engellemeye çalışmasında verdi. Akımımız sosyal demokrat ve komünist işçi partileri arasında bir birleşik işçi cephesi kurulmasını ve Kızıl Ordu’nun seferberliğe hazır hale getirilmesini savundu. Kremlin ise sosyal demokrat işçileri “sosyal faşistler” ilan etti ve “sosyal faşistlere” karşı Nazilere oy çağrısı yapacak kadar yozlaştı. Bu sırada Kızıl Ordu generallerini düzmece mahkemelerde kurşuna dizmekle meşgullerdi.

Almanya Komünist Partisi tek bir kurşun sıkmadan ve tek bir grev örgütlemeden Hitler’in iktidarını kabul etti. Partinin resmi sloganı şuydu: “Hitler’den sonra sıra bizde!” Stalinist bürokrasinin korkak, sekter ve oportünist politik çizgisi, Alman işçi sınıfının Nazizm karşısındaki yenilgisini hazırladı. 

Yukarıda saydığımız uluslararası deneyimlerimiz kadar bilinmiyor olsa da, uluslararası akımımız bir başlıkta daha Stalinizmle büyük bir mücadele verdi: Siyonizm. Stalin ve Stalinizm, tarihsel Yahudi sorununun, Yahudilerin Filistin topraklarına gönderilip, orada bir devlet kurmalarıyla çözüleceğini savunuyordu. Stalinizmin Siyonizm yanlısı politik programı, onun antisemitist siyasetinin bir parçasıydı. Akımımızın birçok kereler dile getirdiği üzere, Siyonizm ile antisemitizm, aynı Nazizmin iki farklı tezahürüdür.

Akımımız, Üçüncü Enternasyonal’in (Komintern) İkinci Kongresi’nde şu kararı aldı:

“Ezilen ulusların emekçi halkının, İtilaf Devletleri emperyalizminin birleşik güçleri ve bu ulusların burjuvazisi tarafından aldatılmasının göze çarpan bir örneği, Siyonistler (ve genel olarak Siyonizm) tarafından ileri sürülen Filistin macerasıdır. Filistin’de bir Yahudi devleti kurmayı iddia etmek, pratikte Arap emekçi halkının, Yahudi işçilerin yalnızca önemsiz bir azınlık oluşturduğu Filistin’den sürülmesinin savunulması anlamına gelir ve Yahudi işçilerin önemsiz bir azınlık oluşturması da, İngiltere tarafından istismar edilmektedir.”

Stalinist bürokrasi, Komintern’de çizilen bu çerçeveyi tamamen ihlal eden bir siyasetin takipçisi oldu. 

Stalin’in iktidarı altındaki SSCB, 1947’de Birleşmiş Milletler’de Filistin’in paylaştırılması lehinde oy kullandı. 17 Mayıs 1948’de, İsrail kurulduktan sadece 3 gün sonra, Stalin İsrail’i diplomatik olarak tanıdı (ABD’nin İsrail’i tanıması aylar sürmüştü). Stalin bununla kalmadı ve Çekoslovakya üzerinden Siyonist paramiliter çete Haganah’a silah yardımında bulundu. Bunun anlamı, Stalin ile Stalinizmin Filistinlilerin soykırıma uğratılmasına ve Nakba’ya maddi destek vermiş olmasıdır.

Birkaç ay gibi kısa bir sürede, dünyadaki bütün Komünist Partiler, Kremlin’in direktifleri doğrultusunda Filistin’de başlanmış olan Siyonist etnik temizliğe politik desteklerini açıklamaya başladılar. Stalinist KP’ler İsrail’in varlığını meşru ve haklı buluyorlardı.

Bu canice politikanın ilk sonucu Arap halklarının ve emekçilerinin sosyalizmden uzaklaşması ve siyasal İslamcı akımlara yaklaşmasıydı. Öyle ki, Stalinist diplomat Gromiko’nun Birleşmiş Milletler’de Filistin’in bölünmesi ve paylaştırılması lehinde konuşma yapmasının ardından Suriye’de, Şam’da yerel Komünist Parti’nin ofisleri yağmalandı.

Dünya partimiz Dördüncü Enternasyonal’in Filistin partisi Devrimci Komünist Birlik, Mayıs 1948’de Stalin İsrail’i diplomatik olarak tanırken, Akıntıya Karşı başlıklı deklarasyonunda şu satırlara yer veriyordu:

“Siyonist ‘Sosyalist’ partiler kısa sürede anti-emperyalist söylemlerini ve “ülkenin paramparça edilmesine” karşı kararlı “direniş” çağrılarını “düzelterek” emperyalist bölünme politikasına coşkuyla destek vermeye yöneldiler. Önemsiz bir konuydu bu onlar için, söz konusu olan sadece Siyonist taktiğin değiştirilmesiydi. 

Buna karşılık, Filistin Komünist Partisi’nin (FKP) farklı bir tutum alması beklenebilirdi. Bir Yahudi devletinin kurulmasının yol açacağı ölümcül sonuçlara ilişkin daha önce defalarca uyarılarda bulunmamışlar mıydı?

(…)

Ama plan Sovyet temsilcilerinin desteğiyle zafer kazandıktan sonra, Kol Ha’Am (Stalinistlerin merkezi yayın organı) aceleyle ‘demokrasi ve adaletin kazandığını (!)’ duyurdu. Ve bir gecede, yeni vaftiz edilmiş bir parti çıktı ortaya: Filistin Komünist Partisi’nin adı, Eretz İsrail Komünist Partisi’ne dönüştü (İbrani Ülkesinin Komünist Partisi). Böylece Arap nüfusuyla son bağlantı kalıntıları koparılmış, ve Siyonizm ile aralarındaki son ayrılık da giderilmiş oldu. FKP, Arap ve Yahudi kitlelerin anti-emperyalist mücadelesinin öncüsü olmak yerine, ‘sol’ Siyonistlerin ‘komünist’ kuyruğu haline geldi. Hem de Siyonizmin herkese karşı-devrimci yüzünü, emperyalizme olan köleliğini gösterdiği bir anda yaptı bunu. Böylece Komünist Parti, bizzat kendisinin teşhir etmiş olduğu emperyalist ve Siyonist sahtekarlıkların soytarı bir temsilcisi haline geldi.

(…)

Bu yüzden, milliyetçi savaş çığırtkanlarına cevaben, Filistin halkına diyoruz ki: Yahudiler ve Araplar arasındaki bu savaş emperyalizme hizmet ediyor, onu emperyalizme karşı iki ulusun ortak savaşına dönüştürelim!” (Bkz. https://trockist.net/index.php/2019/03/21/belge-akintiya-karsi/)

Stalinizmin, Filistin ve Yahudi işçi sınıfına karşı Siyonizmle kurmuş olduğu siyasal ittifak kimseyi şaşırtmamalı. Bu karşıdevrimci akım, 23 Ağustos 1939’da Alman Nazileriyle bir saldırmazlık paktı imzaladı ve birkaç yıl sonra da “demokratik” emperyalistler olan ABD ve İngiltere ile birlikte ortak bir cephe oluşturdu. 1948’de ise Siyonist İsrail’in varlığını tanıyan ilk devletlerden oldu. 1939’dan 1948’e, 10 yıldan kısa bir süre içinde, Nazi Almanyası’ndan emperyalist ABD’ye ve Siyonist İsrail’e, Stalinizm proletaryanın bütün ölümcül düşmanlarına siyasal desteğini sundu ve onlarla hain birliktelikler inşa etti. Buna karşı uluslararası devrimci Marksist akımımız, en elverişsiz ve zor şartlar altında dahi, işçi sınıfının politik ve örgütsel bağımsızlığını savundu.

Bir Apartheid rejiminin ne olduğunu yakından deneyimlemekte olan Güney Afrikalı yoldaşlarımız, Siyonist sömürgeleştirmenin Filistin işçi sınıfı için ne anlama geleceğini, 1938’de yayın organları Kıvılcım’da şöyle açıklıyorlardı:

“Eski Siyonist-emperyalist gidişatın devamı, nefret ve şovenizmi daha da derinleştirecek, Arap ile Yahudi arasındaki uçurumu genişletecek ve Yahudi cemaatinin varlığını tehlikeye atarak sürekli çatışma ve iç savaşı teşvik edecek. Ve Yahudi cemaatini tehlikeye atacak derken, aklımızdakiler Siyonistler değil. Yahudi işçilerin ve küçük köylülerin oluşturduğu büyük kitleyi kastediyoruz. Filistin’deki Yahudi sorunu çok rahat çözülebilir. İhtiyaç duyulan şey, Yahudi ve Arap işçi ve köylülerin dayanışması ve işbirliği ile emperyalizm-kapitalizmin prangalarından kurtulmuş bağımsız, özgür bir işçi ve köylü Filistin’i için birleşik mücadeledir.”

Stalinizmin Apartheid İsrail’ini savunurken kullandığı argüman, Siyonizmin bölgedeki Britanya emperyalizmi yanlısı Arap şeyhlerine karşı savaştığıydı. Çok az politik analiz ve öngörü, bu denli keskin ve trajik bir şekilde yanlışlanmıştır.

1939’da Nazi Ribbentrop ile saldırmazlık paktını imzalamış olan Molotov, SSCB’nin Arap komünist partilerinden desteğini çekmesini ve Siyonistleri desteklemesini savunan isimlerin başında geliyordu. Molotov’un kaygısı, bölge işçi sınıfının ihtiyaçlarına ve taleplerine yanıt verecek bir politika geliştirmek değil, kurulacak olan yeni Yahudi devletinin “Finlandiyalılaştırılması” yoluyla, Stalinist bürokratik kastın Ortadoğu’daki yayılmacı hedefleri için uygun araçları yaratmaktı. Merkez Komite’ye uluslararası ilişkiler konusunda danışmanlık yapan tarih profesörü Peter Vladimirovich Milogradov bu politikanın çökmeye mahkum olduğunu dile getirdiğinde, görevinden alındı. SSCB’nin Londra büyükelçisi Ivan Michailovich Maisky 1943’te Filistin’i ziyaret edip Siyonist yetkililer ile görüştüğünde, Molotov’a benzer bir rapor verdi ve kurulacak olan devletin, kesin bir şekilde Batı emperyalizminin etkisi altında olacağını kaydetti. Maisky’nin raporu ciddiye alınmadı.

Ne sosyal demokrasi, ne de Stalinizm, Filistin toprakları üzerinde Siyonist proje uyarınca soykırımcı bir İsrail’in kurulmasına karşı çıktı. Bu akımlar, küresel emperyalist sistemin ve bürokrasinin ekonomik ve diplomatik çıkarları gereğince Filistin’in Arap ve Yahudi işçi sınıflarına ihanet ederek, İsrail projesiyle özdeş olan etnik temizlik programına desteklerini sundular. 

Dünya işçi hareketi içinde, Siyonist İsrail’in kuruluşuna karşı çıkma yönündeki haklı gurura sahip olan tek akım, uluslararası Troçkist akımdır. Bugün de “birleşik, laik, ırkçı olmayan ve tek bir Filistin” sloganını yükseltmeyi, “iki devletli çözüm” adı verilen demokratik gericilik tuzağına düşmemeyi başaran sayılı akımdan birisidir.

Yorumlar kapalıdır.