Kendi yolumuzu açma zamanı

TBMM 16 Ağustos’ta Can Atalay’ın vekilliğinin düşürülmesini yok hükmünde sayan Anayasa Mahkemesi (AYM) kararını görüşmek üzere muhalefet partilerinin çağrısıyla olağanüstü toplanmıştı. Toplantıya damga vuran şey, konuşmasını gerçekleştirdiği sırada Ahmet Şık’a yönelik saldırı oldu. Hatay halkının seçtiği vekilin haksızca parmaklıklar arkasında tutulmaya devam edileceğinin tescillendiği bu toz duman bulutunun arkasında ne var?

Yürütme ile AYM arasında Can Atalay davası ile ayyuka çıkan ayrışma hukuk içerisinde çözüme kavuşturulamamış ve fiili bir durum yaratılmıştır. Bu, rejimin kendi meşruiyetinin altını her gün biraz daha oyacak sürdürülemez bir sıkışma halidir. Rejim bir kriz içerisinde ve henüz çıkış kapısını aralayabilmiş değil. Rejim, partili cumhurbaşkanlığı modelini referandum ile onaylatışının üzerinden yıllar geçmesine rağmen meşruiyetini koruyarak yerleşmeyi başaramadı.

Tek sorun bu olsaydı iktidar sahipleri baştan aşağı yeni rejimin ihtiyaçlarına göre tasarlanmış yeni bir anayasayı topluma kabul ettirme hırsıyla kolları sıvarlardı. Fakat burada da krizin başka boyutları adım atmayı zorlaştırmakta. AKP ve MHP arasındaki kavga kâh MHP’nin adının karıştığı davalarla kâh bürokrasi içerisinde terfiler ve ayak kaydırmalarla, bazense kamuoyunun gözüne sokarcasına verilen sembolik mesajlarla sürmekte. Mesele kuru bir metin kaleme almak değil de yeni rejime kimin ne kadar damga vuracağı, aslında kimin ne kadar iktidar olduğu olunca, henüz sonlanmamış bir kavganın neticesini tescilleyecek anayasayı yazmak da kolay olmasa gerek.

Kavga MHP’nin ortağına her fırsatta aynı zamanda “suç ortağı” olduklarını hatırlatarak aba altından sopa göstermesi ile ve Erdoğan’ın bir yandan bu resti görürken öte yandan da farklı ittifak kombinasyonlarını asla tamamen ihtimal dışı bırakmayan yoklamalarıyla sürüyor. Yumuşama söylemlerini, Özel ile yapılan görüşmeyi, İYİP’e çekilen operasyonu, A. Selvi ve Tuğrul Türkeş gibi medya ve siyasetteki kimi isimlerin kendi iradeleri ile açıklanması mümkün olmayan hareketlerini Erdoğan’ın hem ittifakı dışındaki alanı yoklaması hem ittifak ortağına karşı baskı unsuru yaratma arayışı olarak görmek mümkün.

Bu yenişememe hali ilelebet süremez. Önümüzde Erdoğan’ın bir dönem daha başta kalma isteği ile erken gerçekleşmesi beklenebilecek bir seçim var, üstelik taht oyunlarından ziyade kendisini boğan yoksulluk ile meşgul olan geleneksel oy tabanının rızasını almak da her zamankinden zor olacak.

Sermayenin has partilerinden CHP ise muğlak güçlendirilmiş parlamenter sistem iddiasını bile bir kenara bırakmış ve rejimin aktörleriyle atışsa da rejimle barışık olduğunu belirginleştirmiştir. CHP’yi anlamak için, sermayeye güven veren bu konumlanışı anlamak esastır; yer yer emekten yer yer hak ve özgürlüklerden yana atılan nutukların bu esas karşısında hiçbir ağırlığı yoktur.

Politik ve ekonomik krizlerin iç içe geçtiği ve düzen partilerinin bu krizin üstesinden gelemediği günümüzde işçiler içinse hayat günden güne zorlaşmakta, yoksullaşma tüm emekçilerin belini bükmekte. Çiftçinin mahsulü tarlada çürürken tarım arazileri de doğal yaşam alanları da dev şirketlerin saldırısı altında. Amedspor örneğinde olduğu gibi bir futbol kulübü dahi ırkçı hezeyanların hedefi olmakta, kadın cinayetleri her gün sokak ortasında pervasızca işlenmekte.

Düzendeki çürüme, toplumu da gün gün sararken bizi kendi kollarımızdan başka kim kurtarabilir? İktidardaki çatlakların derinleşeceği ihtimaline bel bağlamak ve o veya bu sermaye partisiyle girilecek seçim ittifaklarından umut beslemek boşunadır.

Bugün “ekmek ve adalet”ten yana edilen genel ve soyut sözlere değil sınıfın yakıcı taleplerini açıkça ortaya koyan, bu talepleri ezilenlerin hak ve özgürlük talepleriyle birleştirerek bunların savunusunu, mücadelesini, örgütlenmesini gerçekleştirmek için öne atılma sorumluluğunu yüklenen ve önüne kapitalizmden ve rejimden kopuş hedefini koyan bir cepheye ihtiyacımız var.

Yorumlar kapalıdır.