Okur mektubu: “Borçlunun değil bu düzenin yargılanması gerekiyor!”
Ben özel sektörde bir hukuk ofisinde çalışıyorum. Her gün önümde onlarca banka dosyası, kredi borçları, kredi kartı ödemeleri, takibe alınmış hesaplar. İşim gereği insanları arıyor, borçlarını hatırlatıyor, ödeme yapmalarını istiyorum. Ama çoğu zaman o telefon konuşmaları, sadece bir “hatırlatma” değil; bir insanlık sınavı oluyor. Çünkü o borç dosyalarının ardında sadece rakamlar yok. Çocuğuna süt alamayan bir anne var orada. Depremden sağ çıkan ama düzenini kuramayan yaşlı bir çift var. Konteynerde yaşamaya mahkûm edilmiş bir işçi. İşsiz kalan, iş bulamayan, borcu borçla çevirmeye çalışan binlerce insan. Ve onları ben arayıp, “Yasal takibiniz başladı, ödeme yapmazsanız haciz işlemi uygulanacak,” diyorum. O an sesleri değişiyor. Bazısı ağlıyor, bazısı susuyor. Aslında yaptığım şey, bu ülkenin en karanlık aynasında insan yüzlerini izlemek.
Bazısı başlıyor anlatmaya: “Ne olur biraz süre verin, iş arıyorum,” diyor.
“Eşim hasta, çocuğum okuldan atılmasın diye kredi çektim,” diyor.
“Depremde evimi kaybettim, şimdi banka da her şeyimi alacak mı?” diye soruyor.
Ne diyebilirim?
Sistemin bana verdiği yetkiyle değil, içimde kalan insanlıkla dinliyorum onları. Ama elimden bir şey gelmiyor. Çünkü bu ülkede borç vicdanla değil, prosedürle tahsil ediliyor. Bu işin en ağır yanı da tam burada başlıyor: Her gün hem başkasının yıkımına tanık oluyorum hem de kendi geçim sıkıntımla boğuşuyorum.
Antakya’yı biliyor musunuz? Ben oradan geldim, orada doğdum büyüdüm. Depremin üstünden 2,5 yıl geçti ama acısı hâlâ taş gibi oturuyor içimizde. Yetmedi. Geçen gün bir çiftçiyle konuştum… Yangında her şeyini kaybetmiş. Evi, zeytinliği, hayvanları. Sadece borcu kalmış elinde. Telefonda sesi kısık, bitkin: “Zaten depremden sonra bir şeyimiz kalmamıştı, şimdi toprağımız da yandı,” dedi. Ben ne diyeyim? “Ödemezseniz haciz gelecek” mi? Elim kolum bağlı, yüreğim parçalanmış halde dinliyorum onları.
Antakya’dan biriyle konuşmak başka… Ben orayı bilirim. Yangının kokusunu, toprağın suskunluğunu, insanların çaresizliğini bilirim. Ve şimdi masa başında, onların borçlarını takip etmek zorundayım. Her dosyada bir hikâye var: İşsiz bir genç, eşi hasta bir kadın, borçla çocuk büyütmeye çalışan anneler… Hepsine aynı cümleleri kurmak zorundayım: “Yasal takibiniz başladı, borcunuzu ödemeniz gerekiyor.” Ama içimden haykırmak geliyor: Onların değil, bu düzenin yargılanması gerekiyor! Patronum bana tahsilat oranını soruyor. Müvekkil “Dosyayı ne zaman sonuçlandırırsınız?” diyor. Ama ben gece yastığa başımı koyduğumda, o çiftçinin “Toprağım da gitti” diyen sesi çınlıyor kulağımda. Kadın olmak da zor. Özel sektörde ucuz işgücü sayılmak, geçinememek, susmak zorunda kalmak… Bir yanda kendi hayatta kalma mücadelen, bir yanda başkalarının yıkımı.
Ne işte adalet var ne hayatta. Bu mektubu bir çığlık olarak yazıyorum.
Antakya’nın külleri daha soğumadan, bu insanların üstüne haciz gönderen sistemin yüzüne çarpılsın diye. Borçlu onlar değil. Suçlu bu düzenin ta kendisi. Çünkü bu sistem, insanları borçlandırarak ayakta duruyor. Halkın yoksulluğundan, çaresizliğinden besleniyor.
Bir icra takip çalışanı
Yorumlar kapalıdır.