Yansıtma: “Hainler, gayri milliler, dış güçler ve benim milletim!”

Başta Selahattin Demirtaş ve Figen Yüksekdağ olmak üzere çok sayıda HDP’li milletvekili, birçok suçlamanın yanı sıra “halkı sınıf, ırk, din, mezhep veya bölge farklılığı gözeterek kin ve düşmanlığa alenen tahrik veya aşağılama…” suçlamasıyla tutuklandılar. Bu suçlama sadece HDP’lilere yönelik değil. Pek çok kişi bu suçu işlemekle suçlanarak gözaltına alındı, tutuklandı. Tabii, bir de cumhurbaşkanına hakaret suçu var ki, bu suçu çeşitli kanallarla işlediği iddia edilenler artık büyük bir kitle oluşturmaya başladı…

Aslında başta Cumhurbaşkanı, AKP camiası, destekçileri ve medyasının sabah akşam hiç durmaksızın işlediği hakaret, nefret ve tahrik suçları ve bu suçları kapsayan ceza maddeleri, psikolojideki “yansıtma” durumunda olduğu gibi, ters yöne çevrilip muhaliflerin sindirilmesinde, içeri tıkılmasında kullanılıyor.

Psikolojik mi?

Elbette öyle bir yönü de var, ancak sorunun esası “psikolojik” falan değil, doğrudan toplumsal ve politik. İktidar kaynaklı maddi ve manevi terörün, din-iman dolayımı üzerinden yürüdüğüne bakmayın, kavga, asla kaybedilmemesi gereken güçlü bir iktisadi-maddi çıkarlar zemininde, “mutlak ve sonsuz bir iktidar” hedefiyle yürütülüyor. Bu hem hedefleri, hem de vardığı yer itibariyle dönüşü, uzlaşması, vicdanı, merhameti olmayan bir mücadele; her yol mubah! Her şey “Durmayalım düşeriz!” prensibine uygun olarak işliyor.

Böyle bir çizginin tehdide, hakarete ve halkın bir bölümüne karşı “… ırk, din, mezhep veya bölge farklılığı gözeterek kin ve düşmanlığa alenen tahrike…” dayanmaması mümkün değil. O nedenle anayasaya göre tarafsız ve de mantıken her türlü siyasi kavganın dışında olması gereken Cumhurbaşkanı’nı zaman, mekân ve konudan bağımsız biçimde, ekranlarda (televizyonunuzu konuşmasının hangi bölümünde açtığınız hiç fark etmiyor!) her zaman birilerine hakaret ederken, birilerini tehdit ederken izliyoruz. Bu durum değişik şartlarda ve mizah duygunuzun gücü oranında “komik” bile sayılabilir, ancak halihazırda içinden geçtiğimiz şartlarda çok ciddi bir tehlikeye dönüşmüş durumda.

Seçilmiş bir araç…

Bu tehlike, Cumhurbaşkanı’nın asabi mizacı nedeniyle bazen (!) “kantarın topuzunu kaçırmasından” değil, kullandığı dilin, sıkıca kilitlendiği “başkanlık rejimi” hedefinin seçilmiş bir aracı olmasından kaynaklanıyor. Bu üslup ve içerik bazen, geçmişte parti içindeki bazı “âkil adamların” tevil yoluyla düzeltmeye çalıştıkları farklı anlamlara da çekilebilecek ifadeleri ve bazı mecazları içerse de esas olarak bire bir kelime anlamlarıyla ele alınmak zorunda. Yani Cumhurbaşkanı’nın ağzından çıkan her söz, sözlüklerdeki ilk ve doğrudan anlamlarıyla geçerli. Hedef bu kadar “maddi” olunca, sözcüklerin de en maddi anlamlarıyla anlaşılması gerekiyor. Zaten hem yakın çevresi, hem de yarattığı “iklimden” birtakım sonuçlara varıp durumdan vazifeler çıkaran ve bunları “yaratıcı” (hâşâ!) bir biçimde uygulamaya koyanlar da konuyu böyle anlıyorlar. Kadın cinayetlerinden iş cinayetlerine, ramazanda “oruç yiyenlerin” dövülmesinden Noel Baba’nın başına silah dayanıp tartaklanma gösterisine kadar (Kürtlere nefret ve HDP binalarının yakılması meselesine girmiyoruz bile) hemen her şey bu iklimin sonucu. Yani ortam müsait! Mesela yeni yıl kutlamalarına ilişkin olarak, resmi açıklamaların yanı sıra televizyon ekranlarında, duvarlarda ve sokaklarda bu “iklimin” yol verdiği konuşma, afiş, gösteri ve mizansenlerin doğal sonuçlarından birini yılbaşı gecesi Reina’da 39 kişinin öldürüldüğü silahlı saldırıda yaşadık. Yani mesele her zaman öyle otobüste kadın dövmekle veya ramazanda sigara içenin ağzının burnunun kırılmasıyla sınırlı kalmıyor. Bu iklimde olanlar aslında olacaklara işaret. Bu nedenle “terörün milli birlik ve bütünlüğümüze yönelik bir dış tertibin sonucu olduğu ve bu nedenle milletçe kenetlenmemiz gerektiği” yönündeki standart açıklama ve çağrıların her yeri saran toplumsal şiddet dalgasının önlenmesi ve barışın sağlanması açısından herhangi bir önemi ve değeri yok.

Terör uzmanları”

Hiçbir toplumsal ve sınıfsal analiz yapmadan “terörün” dış kaynaklı, Türkiye’nin yükselmesini istemeyen “dış güçlerin” eseri olduğunu ileri süren “terör uzmanlarına” bakmayın. İşin elbette bir jeopolitik, teknik, hatta bazı durumlarda komplo boyutu var; ancak bu “terör”, had safhada toplumsal ve ileri derecede yerli ve milli… Bombalama veya tarama eylemlerini yapanlar, teknik olarak bir yerlerden çıkıp hedefe gizli yollardan gidip, diğer zamanlarda hücre evlerinde, birtakım gizli veya ulaşılması güç yerlerde yaşıyor olsalar da bunlar esas olarak yüzbinlerce veya milyonlarca taraftarı olan birtakım tarihsel, toplumsal ve siyasi akımların, davaların zemininde hareket ediyorlar. Örgütlerin çoğu terör yöntemlerine de başvuran siyasi-askeri yapılar. Üstelik bütün aksi yöndeki resmi açıklamalara rağmen, tarihte pek çok örneği olduğu üzere terörle bir yerlere varılabileceğini de biliyorlar. Hedefleri devletleşmek; yani son derece siyasi. Bu nedenle mesela IŞİD’in Türkiye’deki eylemleri aynı zamanda birer kitle ve örgütlenme çalışması; örgüt, ülke içinde toplumsal bir temel yaratma peşinde. Bu konuda başarılı olduğu da söylenebilir. Konya’daki milli maçta, saygı duruşu esnasında, 10 Ekim’deki Ankara kurbanlarının yuhalanması, örgütün Türkiye’deki şimdilik yüzde sekizlik desteği bunun örneği. Elbette bu örgütler, bazı işlerde bazı büyük güçlerle ittifaklara, işbirliklerine giriyor, ancak yeterince güce sahip olanlar bu “kullanma” işinin karşılıklı olduğunun ve verdiklerinin karşılığında istediklerini alabileceklerinin bilincindeler.

Vatan hainleri!

Ayrıca gelinen noktada “içerisi-dışarısı” gibi bir ayrımın kalmadığı; Ortadoğu’nun bütün tarihsel dini-mezhebi-etnik ve siyasi fay hatlarının kesintisiz biçimde sınırları aşarak bu tarafta da devam ettiği, aynı çatışma dinamiklerinin son derece “yerli ve milli” biçimlerde içeride de hareket halinde olduğu ortada. Zaten Saray’ın başkanlık savaşı sürecinde uyguladığı kutuplaştırma ve çatışma stratejisi ve buna uygun taktikleri, dış politikası, mesela Suriye’de ÖSO ile birlikte yürütülen harekât, hem eylem hem de söylem düzeyinde bu dinamikleri esas alıyor. Kısacası uçsuz bucaksız terör tanımının, ileri sürülen terör nedenlerinin ve teröre ilişkin milli birlik ve beraberlik çağrılarının asıl amacı barış ve toplumsal dayanışma değil, “ihanet ve gayrı millilik”, yani “vatan hainleri” söylemi üzerinden toplumsal, etnik, mezhebi ve kültürel bir ayrışma. Birlik-beraberlik çağrısıyla kast edilen, esasen Cumhurbaşkanı etrafında, onun siyasi amaçları doğrultusunda bir birlik ve beraberlik. “Benim milletim” ifadesinin çoktandır belirli bir topluluğu kast ettiğini, onun dışındakilerin “millete mensup” sayılmadığını, aksine “milletin değerlerine yabancı”, hatta düşman gayri milli unsurlar olarak kabul edildiğini biliyoruz.

Saray’ın başkanlık rejimi stratejisinin temel çizgilerine ve taktiklerine bakıldığında, kendi sonunu da getirebilecek tarihsel hataların yanı sıra, o sona giderken çarptığı her şeye ağır hasarlar verebilecek çok tehlikeli bir yol izlediği görülüyor. Yine bu strateji ve taktikler, bu rejimin kaçınılmaz olarak bir “iç savaş rejimi” olacağını ve bütün iç savaş rejimleri gibi bir “düşman savaş hukukuna” dayanacağını işaret ediyor. “Dış güçlerin hesabına çalışan hainler” ve “gayrı milliler” söylemi tamamen “millet dışı” bir “iç düşmanlar” topluluğu yaratmaya yönelik. Bu, “kokteyl terör” tanımıyla kaynağı özellikle belirsizleştirilmeye çalışılan ve böylece daha soyut, ancak sonuçları itibariyle daha “kullanışlı” bir hale gelen kanlı eylemler üzerinden yürütülen mücadelenin iktidar eliyle getirildiği yer “Ya bizden yanasın ya da düşmandan!” noktasıdır. Üstelik 15 Temmuz günlerinde muhtemelen bir bölümünü gördüğümüz ve demokrasiyi falan değil, doğrudan Saray iktidarını korumaya yönelik silahlı-paramiliter organizasyonlar ve hâkim iklimin etkisiyle oluşan “kitle ruhu” ve “linç ortamı” hesaba katıldığında memleketin iyice tekinsiz bir yer haline geldiğini görürüz.

Huzur ve istikrar bulur mu?

Peki, fiilen gerçekleşmiş bu “neobonapartist” başkanlık rejimi, anayasal eksiğini de tamamladığında, yani resmiyet kazandığında, huzur ve istikrar bulabilecek miyiz? Bu imkânsız görünüyor. Bunun iki nedeni var. Birincisi, başarıyı getiren “kutuplaştırma ve çatışma” stratejisinin bu başarının devamı açısından da gerekli olması. Etkisi kanıtlanmış yöntemler kolay terk edilmez. İkincisi bu rejimin, mesela “neobonapartist” modelin tipik örneği olan Rusya’daki Putin rejiminin elde ettiği istikrarı yakalamasının çok zor olması. Putin’in avantajı, SSCB sonrası bir mafyalaşma ve yağma süreci eşliğinde dağılmakta olan bir toplumu otoriter yöntemlerle toparlaması, üstelik bunu geçmişin bütün gelenek, deneyim ve kurumsal birikimine dayanarak yapmasıydı. Rus rejimi, ülkenin ekonomik kaynakları ve altyapısının yanı sıra, geçmişteki “süpergücünün” sağladığı bürokratik, diplomatik, askeri birikim ve tecrübelerin, uluslararası planda manevra yeteneklerinin ve bölge planında köklü ilişkilerinin de avantajıyla bu istikrarı sağlamayı başardı. Oysa bizim “yerli ve milli” neobonapartizmimiz, aynı avantajlara sahip değil. Öncelikle Cumhurbaşkanı, Putin’den farklı olarak, iyi kötü bir arada duran bir toplumu dağıtıyor. (Tabii, yeniden toparlamak amacıyla!) Bunu da gerek Osmanlı’nın, gerekse cumhuriyetin gelenek, deneyim ve kurumsal birikimine dayanmak bir yana, bütün bunlardan habersiz olduğunu kanıtlarcasına ve kurumsal yapıyı darmadağın ederek yapıyor. Üstelik bazı hayali şişinmeleri saymazsak, bölge çapında oyunlar oynayabilecek ekonomik, siyasi, askeri, ideolojik ve diplomatik altyapı ve güçlere de sahip değil. Uluslararası ve bölgesel plandaki politik manevraları ise, Suriye’de olduğu gibi, hem iflasla sonuçlandı, hem de Türkiye’yi bir “cephe ülkesi” ve savaş alanına çevirdi. Bugün Ortadoğu’nun bütün sorunları Türkiye’nin iç bünyesine taşınmış durumda. Bu şartlarda Rusya’dakinden farklı olarak, Türkiye’nin yeni rejiminin huzur ve istikrar bulması mümkün görünmüyor.

Huzursuz ruhlar…

Büyük burjuvazinin en azından önemli bir kesimi de bunun farkında. Böylesine çok yönlü bir kriz döneminde, alışılmışın dışında, “milli birlik ve beraberlik” çağrısı yapan bir iktidara kuşkuyla bakıyor! Burjuvazi, “Proleter olmayan her hükümetin nihayetinde kendisine hizmet edeceğini” bilse de bu iktidarın ülkeyi geçmişi mumla aratacak bir yere götüreceğinden korkuyor. Malum, büyük sermaye, toplumsal mülkiyetinin tehlikeye girdiği dönemlerde siyasi mülkiyetini otoriter bir güce devretmeye razı olur. Bu tür iktidarlar, kaos ve kargaşadan korku ve yılgınlığa kapılan kitlelerin desteğini alarak, bu desteği burjuva düzeninin hizmetine koşarlar. Ancak sermayenin desteği, diktatörün, krizin ve sınıf savaşının çok şiddetlendiği bir aşamada, bir iç savaşı kazanması veya bir iç savaşı önlemesi koşuluna bağlıdır. Bizim “yerli ve milli” örneğimizde ise, Cumhurbaşkanı, bırakın bir iç savaşı önlemeyi, özel mülkiyetin doğrudan tehlike altında olmadığı bir dönemde, iktidar hırsıyla, sonucu şimdiden kestirilemeyecek bir iç savaşı başlatabilir. Üstelik muhtemel bir iç savaşın, Ortadoğu’daki dinamiklerin de etkisiyle toplumsal dokunun çözülmesine ve siyasi bütünlüğün parçalanmasına yol açabilecek etnik, dini-mezhebi bir iç savaşa dönüşme potansiyeli burjuvazinin endişelerini artırmaktadır. Aynı endişeler, uluslararası mali sermaye ve emperyalist Batı açısından da geçerlidir. Türkiye gibi bir ülkenin böyle bir kaosun içine girmesi, derin ve uzun bir ekonomik krizin etkisiyle uluslararası ekonomik, politik ve askeri rekabetin arttığı tekinsiz bir dünya konjonktüründe sistem açısından ağır hasarlara, tehlikelere yol açacaktır.

Tehlikeli yollarda…

Başkanlık rejiminin kaçınılmaz biçimde bir iç savaş rejimi olacağı ve “vatan hainlerine” karşı bu tek taraflı iç savaş mantığının, bir kırılma noktasının ardından tam anlamıyla bir “sivil savaşa” dönüşebileceğini tekrardan vurgulayalım. Havuz medyasının kışkırtmaları ve “yansıtmacı” bir yöntemle muhalefeti “iç savaş hazırlığıyla” suçlaması boşa değil. “Demokrasi adına silahlanma” (“Allah adına” da olabilir!) çağrılarıyla birlikte düşünüldüğünde, bunların “kalbinden geçenler” bir yana, politikalarının yol açabileceği bir iç savaş ihtimalini düşündükleri ve her zamanki yöntemleriyle sorumluluğu karşı tarafın sırtına yıkmaya çalıştıkları anlaşılmaktadır.

Ancak, bir iç savaş rejiminin, ömrü ne olursa olsun kalıcı biçimde “istikrarlı” bir rejim olma ihtimali yoktur. Arada, muhalefetin sindirilmesine dayalı bir “rıza” veya “huzur” dönemi yaşansa dahi, biriken çelişkileri çok uzun bir süre zapt etmek mümkün olmayacaktır. Ayrıca, yukarıda belirttiğimiz nedenlerle böyle bir rejimin, uzun süre kendisi olarak kalamayacağını da söyleyebiliriz. İnşasının anayasal-hukuki olarak da tamamlanması halinde bile “Türkiye tipi başkanlık” rejiminin, iç çelişkilerinin de zorlamasıyla kendi içinde “atadan, dededen” kalma bir Bonapartizme veya otoriterlikten totaliterliğe geçmeye başlayan faşizan karakterli bir rejime dönüşmesi kuvvetle muhtemeldir. Tabii, yeterince uzun bir ömrü olursa! Bu şartı koyma nedenimiz, böyle bir rejimin, dönülmez yollara girmiş liderliğinin çapsızlığı da düşünüldüğünde, dağıttığı hiçbir şeyi toparlayamadan, derin bir kaosa ve bu kaosa son verme iddiasındaki birtakım devletlû güçlerin müdahalesine yol açma ihtimalidir. 15 Temmuz, ciddi bir işarettir. İktidarın “FETÖ”yle ittifakının bozulması nedeniyle ve Kürtlerle savaş politikası üzerinden ulusalcılarla kurmaya çalıştığı veya kimilerine göre kurduğu, ittifak rejim için sağlam bir temel oluşturmamaktadır. Saray’ın fiilen büyük oranda gerçekleşmiş yeni rejimi, yarattığı kanlı kargaşalar ölçüsünde, içinde bugünkü “müttefiklerinin” de yer aldığı birtakım “vatankurtarıcılar” ve “kardeşkavgasınıönleyiciler” eliyle bildik bir başka baskı rejimine dönüşebilir! Devlet Bahçeli ve Doğu Perinçek’in siyasi iktidarın etrafında dolaşmaya başlayıp “sıkıyönetim ilanı” dahil, birtakım “önerilerde” bulunmaya başlamaları bile buna işarettir!

 

 

Yorumlar kapalıdır.