28 Ocak 1963: Kavel işçileri greve çıkıyor, grev hakkını kazanıyor – I

13 Aralık gecesi Birleşik Metal-İş (BMİS) ve Özçelik-İş’in Bekaert Çelik şirketinin iki fabrikasında aldığı grev kararları, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın grevleri “Milli Güvenliği Bozucu Nitelikte” görmesi nedeniyle, yine onun tarafından “ertelenmişti”. Böylece AKP hükümetleri döneminde grevleri yasaklanan işçi sayısı 195 bine ulaştı! 

Patronlar 100 yıldır işçilerin sendikalaşmasına ve greve çıkmasına karşılar

Türkiye burjuvazisi, kendi tarihi boyunca işçilerin özellikle iki demokratik hakkına sürekli olarak saldırmıştır: 1) işçilerin sendikalaşma hakkı ve 2) işçilerin greve çıkma hakkı. 1909 yılında yürürlüğe giren Cemiyetler Kanunu, işçilerin sendikalaşmasına izin vermezken, onların dernekleşmesine izin veriyordu ve bu derneklerin – sendikaların aksine – grev yapma ve toplu sözleşme imzalama hakları yoktu. Bu kanun, daha sonra Tatil-i Eşgal Kanunu adıyla 1936’ya kadar yürürlükte kaldı. Kurulan işçi dernekleri ise 1925 yılında çıkarılan Takrir-i Sükun Yasası’yla baskılandı.

Ancak bunlarla yetinilmedi. 1933 yılında, Mussolini İtalya’sının faşist yasalarından esinlenerek, Ceza Yasası’na grev ve benzeri nitelikteki işçi eylemlerine yönelik ağır cezalar içeren düzenlemeler eklendi (bkz. Resmi Gazete, Tarih ve Sayı: 20.06.1933 – 2432). Mesela işçilerin, rejim eliyle kurulmuş olan derneklere üyelikleri zorunlu tutuldu.

1936’da yeni bir İş Kanunu çıkartılır (bkz. Resmi Gazete, Tarih ve Sayı: 15.06.1936 – 3330). Bu kanun da grevi yasaklar. Aynı yıl, grevci işçilere ağır yaptırımlar uygulayan ve Ceza Yasası’na eklenen 141. ve 142. maddeler çıkar (ve bunlar 1991’e kadar yürürlükte kalır) ve 1938’de çıkarılan Dernekler Yasası’yla da, işçilerin örgütlenmesi zorlaştırılır.

İkinci Dünya Savaşı sırasında rejim, sürmekte olan savaşı mazeret olarak göstererek Milli Korunma Kanunu’nu çıkarır ve dernek veya sendika ayrımı olmaksızın, bütün işçi örgütlenmeleri yasaklanır. Birçok başka konuda birbirleriyle kavgalara sürüklenen meclisteki patron partileri, Milli Korunma Kanunu’nu oybirliğiyle kabul ederler. Bu kanunun 10. maddesine göre sanayi ve maden işletmelerini mazeretsiz terk etmek yasaklanır ve 37. maddesine göre de bu yasağa uymayanlar hapis ve para cezasına çarptırılır.

1946 seçimleri CHP ile DP (Demokrat Parti) arasında kızgın bir rekabete ev sahipliği yaptığı için, aynı yıl çıkarılan Cemiyetler Kanunu işçilerin dernekleşmesine yeniden izin verir (ve böylece birkaç hafta için 100’ün üzerinde işçi örgütü kurulur) ancak seçimler bittikten kısa süre sonra, Aralık 1946’da, sıkıyönetim kapsamında bütün işçi örgütleri ile yayınları yeniden yasaklanır.

Dönemin Çalışma Bakanı, 1946’da işçi derneklerinin kapatılmasıyla ilgili olarak şöyle konuşur:

“Grev esasen bir zümrenin hakkı değildir, bir sınıfın hakkıdır veyahut hak iddia ettiği bir şeydir. (…) Sınıf demek (…) bir tek sınıfın hakimiyetine inanan, dayanan veyahut kendi sınıfının idareyi elinde tutmasını arzu eden bir dünya görüşü (…). Halbuki bizde sınıf yoktur, zümre vardır. Bunların heyeti mecmuası da Türk vatandaşı ve Türk milletidir.” (TBMM Tutanak Dergisi, Dönem, VIII, Cilt: 4, 47. Birleşim, 20.02.1947, s. 304)

İşte işçi derneklerinin yasaklanmasından iki ay sonra çıkarılan, 1947 tarihli Sendika Yasası, tam olarak bu anlayışın üzerine bina edildi:

“İşçi ve işveren sendikaları, sendika olarak, siyasetle, siyasi propaganda ile siyasi yayın faaliyetleriyle iştigal edemezler ve herhangi bir siyasi teşekkülün faaliyetlerine vasıta olamazlar. Sendikalar milli teşekküllerdir. Milliyetçiliğe ve milli menfaatlere aykırı hareket edemezler.” (Madde 5)

1947 yasasının sınırlı ve dayatmacı doğasına rağmen işçiler bu demokratik kırıntılardan faydalanarak sendikalaşmaya başlarlar. Grev hakkı hâlâ yasaktır. Çalışma Bakanı Reşat Şemsettin Sirer, kısıtlanmış sendika hakkının bir kısıtlanmış grev hakkına dönüşmemesi için TBMM Bütçe Komisyonu’nda şunları söyler:

“Yaptığımız sondajlarda memleketimizdeki amele sendikalarının %98’inin greve taraftar olmadıklarını öğrendik.” (Hürriyet, 26 Ocak 1950)

Çalışma Bakanlığı Müsteşarı Fuat Erciyaş daha da ileri gider:

“Grev isteyenler Türk değildir, hatta ahlaksızca rey avcılığı yapan muhalif siyasi partilerin kışkırtmalarıyla harekete geçen siyasi gafillerdir.” (Hürriyet, 26 Ocak 1950)

Fahri Kurtuluş devam eder:

“Grev, komünist partisinin silahıdır. Türkiye’de grev isteyen bir zümre yoktur. Grevin şiddetle aleyhindeyiz. Grev isteyenler katiyyen bizim içimizden değildir.” (27 Ocak 1950, Meclis bütçe görüşmeleri)

Bu görüşler yalnızca CHP’li yöneticilere ait değildir. Demokrat Parti de iktidar olduğu dönem boyunca, yasalarda grev hakkını sıkı bir şekilde yasaklar ve greve çıkan işçilere büyük saldırılar gerçekleştirir.

27 Mayıs 1960 darbesinin hazırladığı 1961 anayasası, grevi demokratik bir hak olarak tanır. Ancak anayasadaki bu ibareye rağmen, bir grev kanunu çıkarılmadığı için, grevler yasadışı olmayı sürdürür ve işçilerin grevlere çıkması bir kere polis ve hukuk tarafından engellenir. 1963’teki Kavel Grevi, böyle bir ortamda yaşanır.

Yorumlar kapalıdır.