Bir efsane ve gerçek

“İşçi Kardeşliği Partisi” Üzerine Notlar

PBG SOSYALİZM Dergisi aniden “Kitlesel İşçi Partisi”ni keşfetti. Evet, Troçkist tanımlı PBG grubu Amerika’yı henüz yeni keşfetti. Ancak PBG’nin bu keşfi Amerika’nın keşfinin orijinali değil, onun tuhaf bir kopyasıdır.

Troçkist literatüre ‘Kitlesel’ işçi partisi kavramı, sanırım, PBG grubunun Troçkizme olağanüstü bir ‘katkısı’ olarak girecektir. Uzun yıllar ÖDP’nin bir tekerleği olduktan sonra uğradıkları hayal kırıklığını yeni bir düşle telafi etmek zorundaydılar. Şimdi bu yeni rüyanın adı ‘Kitlesel İşçi Partisi’ ve bunun somut adımı da kendi kendini Türkiye işçi sınıfının partisi ilan eden ‘çok mütevazı’ “İşçi Kardeşliği Partisi!”

Bilindiği gibi BİRSEK ve Ernest MANDEL, ÖDP’in baş mimarlarındandır. Ernest MANDEL, 1947-48 yıllarında Cannon’dan koptuktan sonra başını Michel Pablo’nun çektiği ve Joe Hansen, Nahuel Moreno, Pierre Frank ve diğerlerinin savunduğu ünlü “Doğu Avrupa’da Muzaffer Proletarya Devrimleri” tezini savunan kampa katılmış ve giderek Pablo’nun sağ kolu olmuştur. İkinci Dünya Savaşı’nın bitiminden sonra Dördüncü Enternasyonal’in yeniden yapılanmaya çalıştığı dönemdeki bu yaklaşım ileriki yıllarda Dördüncü Enternasyonal’de en büyük krizi patlatacak olan Pablocu tasfiyeciliğin teorik temelini oluşturacaktır. Ortaya çıkan bu tasfiyecilik yalnızca 1950 yıllarında olup bitmiş değil, günümüzde de bütün hızıyla sürmekte; kendini “geniş solda bütünleştirmek” adına giderek burjuva devlet politikalarının savunuculuğunu üstlenmektedir.

Kore savaşı patlayınca Pablo, Mandel, Frank ve yandaşları şöyle bir konuma geldiler: “Stalinizm devrimci oluyor, bu durumda Dördüncü Enternasyonal, Stalinist Komünist partilerine ‘sui-generis’ katılmalıdır!” Dördüncü Enternasyonal kurulduğundan bu tarihe kadar böylesine büyük sapma ile karşılaşmamıştı. Sonuç olarak 1951’de patlayan bu kriz 1953’de başını Pablo, Mandel, Frank ve Maitan’ın çektiği Uluslararası Sekretarya -ki Latin Amerika’daki başlıca taraftarları da Posadas, Lora ve benzerleriydi- fraksiyonuna karşı James Cannon’ın açık mektubuna takiben zaten Pablo çizgisine karşı tavır alan Pierre Lambert, Joe Hansen, Gerry Healy ve Nahuel Moreno «Uluslararası Komite» olarak bilinen Dördüncü Enternasyonal açık fraksiyonunu kurdular. 1951-53 yıllarında başlayan bu kopuş günümüzde de değişik konumlarda, değişik biçimlerde sürüp gitmektedir. Bu yazının amacı bu mücadelenin tarihini anlatmak değil, ancak günümüzde Dördüncü Enternasyonal adıyla siyaset yapan grup veya kişilerin tarihsel teorik temellerini ve siyasi geçmişlerini açıklamaktır.

Mandel-Krivine yönetimindeki BİRSEK bilindiği gibi Türkiye’de iflas etmiş Stalinist gerilla ve öncü savaşı yorgunları, TKP gibi tarihsel misyonlarını yitirmiş eski Kremlin ajanlarını birleştiren ÖDP’nin kurulmasına öncülük etmişlerdir. Bu arada şunu belirtmekte yarar vardır: Zaten Mandel, Frank, Maitan ve Krivine tasfiyeciliği 1960 yıllarından itibaren “Sömürge Devrimleri” kavramlarıyla birlikte gerillacı bir siyasi çizgi izlemeye başlamış, BİRSEK’in 1969 ve 1973 uluslararası dünya kongrelerinde silahlı mücadele kararları almış ve temel hedef olarak «Yeni Kitle Öncüsünü» kazanmayı amaçlamıştır. BİRSEK içinde skandal 1967 yılında Arjantin’de patlamıştır. PRT önderliğinin çoğunluğu Guevara çizgisini savunurken Moreno’nun temsil ettiği azınlık ise kitleleri kazanmak çizgisini yürütüyorlardı. Ancak Mandel’in BİRSEK çoğunluğu Gerillacı grubu resmi seksiyonu kabul edip, Moreno grubunu sempatizan statüsüne düşürmüştür. Bu skandal uluslararası düzeyde yeni bir krize neden olmuş ve BİRSEK «Azınlık ve Çoğunluk» adlarıyla yeniden ikiye bölünmüştür. Bir yandan Mandel, Frank ve Maitan önderliğinde ‘Silahlı mücadele ve Yeni Kitle Öncüsü’nü savunan ‘Çoğunluk’ grubu, diğer yandan Hansen ve Moreno önderliğinde ‘kitle çizgisi’ni savunan ‘Azınlık’ grubu ortaya çıkmıştır. Daha sonra 1972 yıllında Santiago’da Hansen ve Moreno LTT azınlık eğilimini LTF’ye dönüştürmüşlerdir. LTF’in siyası başarısı Troçkizmin tarihinde ilk defa Troçkist bir partinin -PST (Arjantin) %2 oy almıştı-, kitleler içinde siyasi bir etki kazanabileceğini tüm dünyaya göstermiştir.

Bu satırların yazan bendeniz CANNON, HANSEN ve MORENO’nun Türkiye’deki ilk taraftarıydım. ULUSLARARASI KOMİTE’yi savundum ve UK’nin oynadığı tarihsel misyonun önemini bir kez daha vurguluyorum. UK olmasaydı Dördüncü Enternasyonal belki de tarihe karışacaktı! LAMBERT’e gelince kendisi hala sağ ve kendi görüşlerini savunacak veya anlatacak durumdadır. O dönemlerde şimdiki PBG önder veya militanları Mandel’den resmi mühür alma yarışındaydılar.

Yeniden ÖDP’ye dönersek, bendeniz ÖDP’yi bir sınıf partisi veya grubu değil, tersine sınıf işbirlikçisi ORTA SINIFLARIN siyasi bir ifadesi olarak nitelemişimdir. Şu an ÖDP, Avrupa Birliği’nin finanse ettiği Avrupa Solu Partisi’nin bir bileşenidir.

Şimdi ‘Kitlesel İşçi Partisi’ne gelelim: PBG’nin «kitlesel işçi partisi» olarak tanımladığı işçi partisi konusu 1938 mart ve temmuz aylarında Troçki ile Amerikan SWP liderleri arasında üç kere tartışılmıştır. Tartışmanın özü 1935-38 yıllarında Amerikan işçi hareketinde çeşitli sendikalistlerin değişik adlarda kurmaya çalıştıkları «LABOR PARTY» sorunu ve SWP’nin böyle bir oluşuma karşı nasıl tavır alacağıdır.

Önce «LABOR PARTY» teriminin Türkçe karşılığına bakalım. «Labor Party» kavramı terim olarak «Emek Partisi» anlamına gelirken Türkçe en iyi karşılığı «İŞCİ PARTİSİ» demektir. Terimin Türkçe karşılığı budur. Yani işçi karakterli bir parti. ‘Kitlesel İşçi Partisi’ tanımı fazladan bir tanımlama ve konunun anlam ve önemini değiştiren bir kavramdır. Kitle ve Kitlesel kelimeleri ise değişik anlam ve sıfatlar içerir.

Labor Party teriminin ‘işçi partisi’ değil de ‘kitlesel işçi partisi’ olarak Türkçe’ye çevrilmesi PBG’nin bir terim uydurmasıdır. Ve yeni bir kavram karıştırmasıdır. Marksist siyasi literatürde işçi partisi terimi emekçi sınıf ve ezilen kitlelerin kendilerinin meşru sınıf partisi ve siyasi temsilcisi olarak gördükleri işçi sınıfına referans yapan sınıf partisi demektir. İşçi Partisi terimi sınıfın kitle karakterli partisi veya partilerine tekabül eder. Geçmiş dönemlerdeki sosyalist partiler veya büyük komünist partileri de birer işçi partileriydiler. Hepimizin amacı bir işçi partisi olmak, devrimci kitle partisi olmaktır. Kendi kendini işçi partisi ilan ederek işçi partisi olunamaz. Şu an dünyadaki var olan ‘Troçkizme’ bağlığını ilan tüm parti veya gruplar henüz ‘öncü’ konumundadırlar. Henüz daha devrimci işçi partilerinin oluşumu gerçekleşmedi. Dördüncü Enternasyonal’in temel hedefi devrimci işçi partilerinin inşasıdır. Ancak böylesine bir çalışma boşlukta gerçekleştirilemez. Bu uğraş sınıf mücadelesi içinde gerçekleşebilir. Bu nedenle sınıf mücadelesi ve işçi hareketinin özgül koşul ve durumlarındaki somut verilerden hareket etmek gerektiği kanısındayım.

1930 yılların Amerika’sına baktığımız zaman işçi hareketinin durumu şöyleydi: 1929 büyük bunalımının yaşandığı bir ortamda Amerikan işçi hareketi bir işçi partisinden yoksundu. Hâlâ da yoksundur. Büyük bunalımın sonucu olarak büyük bir işsizlik ve yoksulluk yaşanmaya başlamış, dev kitle gösterileri ve hızlı bir sendikalaşma hareketi görülmüştür. Sendikalistler ABD’nin değişik eyaletlerinde değişik adlarla «işçi partileri» kurmaya başlamışlardır. Troçki ve SWP militanları arasındaki tartışmaların özü SWP’nin bir ‘işçi partisi’ne ilişkin nasıl tavır alacağını «Geçiş Programı ve Geçiş Talepleri» temelinde ortaya koymak ve açıklamak sorusuydu. Somut olanaklardan, değişik ihtimallerden, somut taleplerden, değişik sonuçlardan, değişik konjonktürlerden söz etmişlerdir. Bir ‘işçi partisi’ için mücadele ile bir ‘işçi ve köylü hükümeti’ için mücadele arasındaki bağıntıyı tartışmışlardır. Troçki Amerikan işçi sınıfı ve yoksul köylülerinin ruh durumlarında büyük bir işçi partisi özlemi olduğundan hareket ederek, kitlelerdeki bu ruh ve bilinç uyanıklığına yanıt verebilecek, mücadele içindeki kitlelere günlük mücadele ile iktidar mücadelesi arasında köprü kurmalarına yardım edecek somut talepler atılmasını belirtir.

İşçi sınıfı, sınıf mücadelesinde kendi sınıf partilerine ve sendikalarına sahip olmak zorundadır. Siyasi iktidara ancak kendi siyasi partileri vasıtasıyla gelebilir. Burada Proletarya ile İşçi Hareketi arasında kesin ayırım yapmak zorunludur: Proletarya sınıf olarak kapitalist üretim biçiminde
maddi bir toplumsal bağıntıya tekabül ederken, işçi hareketi proletaryanın örgütlü kesimine tekabül eder. Kapitalist toplumda proletarya kendi kendine bir sınıf olarak bir sömürü nesnesiyken işçi hareketi ise, proletaryanın üretim ilişkileri ile üretici güçler arasındaki çatışmanın toplumsal öznel biçimine tekabül eden, sınıf bilincine varmış veya varan kesimlerine tekabül eder. Yani proletaryanın kendisi için bir sınıf haline dönüşüm sürecine tekabül eder.

Devrimci Marksist hareket, işçi hareketinin kurucu kesimlerinden birisidir. Ancak Troçkizmin işçi hareketi içindeki diğer tüm siyasi eğilim ve partilerden farkı bizim işçi sınıfının siyasi bağımsızlığı ve tarihsel çıkarlarını kendi bütünlüğünde tümüyle en bağımsızca savunan tek devrimci siyaset olmamızdır. Marks ve Engels’in 1847’de yayınladıkları Komünist Manifesto’da işçi sınıfı, parti ve diğer eğilimler üzerine yaptıkları gözlem ve tanımlar günümüz koşullarında artık geçersizdir. Troçki’nin Manifesto’nun 90ıncı yılı nedeniyle 1937’de Manifesto’nun Afrikanaar diline çevirisine yazdığı önsöze bakarsak Troçki şöyle konuşur :

«8. Metoda ilişkin değil ancak konuya ilişkin olarak Manifesto’nun en eskimiş kısmı 19.yüzyılın ilk yarısındaki «sosyalist» edebiyatın eleştirisi ve diğer muhalefet partilerine ilişkin olarak komünistlerin konumunun tanımıdır. Manifesto’da sayımlanan parti ve eğilimler ya 1848 devrimi tarafından ya da arkasından gelen karşı-devrim tarafından en kökten biçimde süpürülmüşler, artık tarih bunlardan bahsetmiyor bile… 2.Enternasyonal’in büyüme döneminde Marksizm itirazsız hakimiyet kurmuşa benzerken Marks öncesi sosyalizm düşüncelerinin tamamen bittiği söylenebilirdi. Ancak durum şimdi hiçte böyle değildir. Sosyal Demokrasi ve Komünist Enternasyonal’in yozlaşması her seferinde geçmiş ideolojilerin yeniden büyük dönüşlerini yaratıyor. Eğer şöyle demek gerekirse bunak düşünce çocukluk dönemine geri dönüştür. Kurtuluş formülleri arayışlarında gerileme dönemi peygamberleri, bilimsel sosyalizmin çok yıllar önce mezara gömdüğü doktrinleri yeniden keşfederler. Muhalefet partileri sorununa gelince geçen onlarca yıl bunlarda çok büyük değişmeler yarattı: Emperyalist dönem koşullarında yalnızca eski partilerin yerini çok uzun zamandan beri yenileri almakla kalmayıp, dahası partilerin karşılıklı bağlantıları ve hatta onların karakterleri bile kökten değişmiştir. Bundan dolayı Manifesto, Komünist Enternasyonal’in ilk dört kongresinin temel dokümanları, Bolşevizm’in temel edebiyatı ve 4. Enternasyonal’in konferans kararları tarafından tamamlanmak zorundadır. (L. Troçki; Yazılar 1937)

Küreselleşme döneminde işçi hareketinin geçirdiği başkalaşımlar ve evrimi nedeniyle güncel uluslararası işçi hareketi ve bu işçi hareketini oluşturan siyasi partiler ve eğilimler sorununu artık Komünist Manifesto temellerinde ele alamayız. Bunu ancak yeni peygamberler yapabilir. Biz peygamber değiliz. Her türlü tapınçlığa karşı bilimsel sosyalizmi savunuyoruz. Troçki’nin de belirttiği gibi Manifesto’nun bu kesimleri artık geçersizdir. Yeniden yazılmak zorundadır.

PBG SOSYALİZM çevresi ise Manifesto’nun artık tarihe karışmış tanımlamaları ve Marks ve Engels tarafından dağıtılmış Birinci Enternasyonal’i kendisine temel alıyor. Farazi bir işçi enternasyonalinin, kendi kendini Türkiye işçi sınıfının partisi ilan ederek böyle bir farazi partinin ‘devrimci’ çekirdeğini oluşturduklarını beyan ediyorlar. Ne kadar gülünç ve tuhaf.

1930-40 yılları Amerika’sında devrimci öncü maddi ve manevi olarak çok zayıftı. Sınıf mücadelesine müdahale edebilecek bir gücü yoktu. Ancak Troçki ve SWP’nin yapabileceklerini yaptıkları kanısındayım. Troçki’nin de tartışmalar esnasındaki belirttiği konjonktürel değişmeler Amerikan işçi hareketi içindeki, Amerikan işçi sınıfı içindeki bir «işçi partisi» özlemin ve istemini söndürdü. İşçi sınıfı ve yoksul kitlelerin radikalizasyonu bitti. İkinci Dünya Savaşı ve sonrası dönemde sendikalar devlet ve mafya ile bütünleşti.

«Troçki: -Yakın gelecek dönemde Birleşik Devletlerde şematik olarak üç tip İşçi Partisi tasavvur edebiliriz. Birinci tip: Kafası karışık, oportünist, gevşek bir parti. İkinci olasılık: (Sendika) Bürokratların ve kariyeristlerin yönettiği oportünist ancak oldukça merkezileşmiş bir parti. Üçüncü olasılık yönetimine bizim sahip olduğumuz merkeziyetci devrimci bir partidir. Saf ve berrak bir tipe sahip olmayı beklemeyelim. İşçi Partisi’nin değişik etapları, farklı bileşimleri, farklı partileri, değişik tipleri olacaktır, vs…, ancak durum ve görevlerimizi daha açıkça ortaya koyabilmek için bu üç tipi düşünebiliriz. Eğer parti bizi kabul edecek kadar yumuşaksa (kendi örgütünde) bunun içine girmemek aptallık olacaktır. Eğer orada bir parti olarak çalışma olanağıyla girersek, bu demektir ki İşçi Partisi oldukça gevşek ilişkileri olan oportünist bir partidir. Öyle bir partinin bizi kabul etmesi olgusu oportünistlerin bizi tasfiye edebilecek kadar kuvvetli olmadıklarının kendiliğinden bir izahıdır. Bir bakımdan bu iyi koşullar anlamındadır. (Şimdi, bir parti olarak girdiğimizi, koşulların öylesine ciddiyetleştiği ki bir İşçi Partisi’nin kurulduğu ve biz, Socialist Workers Party, ona bir seksiyon olarak girdiğimizi tasavvur ediyorum. (Bu son derece olumlu bir durumdur.) Ve bundan sonra daha az ciddi bir dönemde, daha az çalkantılı bir hava, daha sakin koşullarda, daha sessiz koşullarda, az çok merkezileşmiş, gerici tutucu yöneticilerin ağırlığında kurulmuş ve bir parti olarak bizi dışlayacak bir İşçi Partisi olabilir. O kadar oportünist bir partinin dışında bir parti olarak var olmaya devam edeceğimiz çok açıktır ve o zaman böylesine oportünist bir partinin yalnızca içine girme olanağını düşüneceğizdir- Yani bir parti olarak öyle merkezileşmiş benzeri bir oportünist partinin dışında kalacağızdır. Eğer, İşçi Partisi’nde en etkili bir eğilim, yöneticileri bizim olan, düşünceleri bizim düşüncelerimiz olan, vs. bir devrimci eğilim olursak, o zaman yumuşak örgüt ilişkileri olan öyle bir partinin merkezileşmesinin savunucusu olacağızdır.

İşçilerin bürokratları, vs. tasfiye etmesini isteyeceğizdir. Bu üçüncü tip, evrimin üçüncü etabıdır; etap ki partimizin bu İşçi Partisi’nde, bu İşçi Partisi’nin karakterini belirleyen bir tarzda kendini dağıttığı etaptır. İlk etapta, “İşçiler! Kendi Öz Partinize İhtiyacınız Var!” diyoruz. (Troçki; İşçi Partisi Üzerine Tartışmalar. Yazılar Temmuz 1938)

Sonuç olarak Amerika’da olası bir “İşçi Partisi” üzerine Weber ile böyle tartışmış ve konuyu özetle böyle açıklamıştır. Gerisi bir duman, kafa karışıklığı, eskinin bunak düşüncelerinin yeniden hortlamasıdır. Dördüncü Enternasyonal’i şekilsiz, sınırları bilinmeyen, kimliksiz bir siyasi eğilim ve yapılanma içinde eritmektir.

Pablocular “Stalinist Komünist Partilerine katılmak” istemişler, şimdi de kendilerini “Geniş Solda” eritmek istiyorlar. Moreno “Troçkistlerin azınlıkta bulunduğu” bir Dördüncü Enternasyonal’i amaçlıyordu. Pierre Lambert ise Birinci Enternasyonal’i, enternasyonalizmin “en iyi biçim ve ifadesi” olarak tanımlamıştı. Yani Lambert’e göre Birinci Enternasyonal, Dördüncü Enternasyonal’den daha üstün ve Birinci Enternasyonal enternasyonalizmi Dördüncü Enternasyonal enternasyonalizmine göre enternasyonalizmin “en iyi biçimi, en iyi ifadesidir.” Artık Lambert’e göre Dördüncü Enternasyonal, işçi enternasyonalizminin en iyi biçimi, en yüksek ifadesi değildir. Pierre Lambert’in savunduğu siyasi eğilime göre “Dördüncü Enternasyonal ancak Birinci Enternasyonal koşulları ve temellerinde inşa edilebilir”. Bu anlayış, ortodoks vecizelerle Dördüncü Enternasyonal’in tasfiyesi ve Birinci Enternasyonal’in yeniden kurulmasıdır. Bunlara göre Dördüncü Enternasyonal bu “Yeni Kitle Enternasyonali’nin” bir kesimi olacaktır.

Şadi Ozansü ve PBG SOSYALİZM eğilimi de Birinci Enternasyonali yeniden diriltmek ve işçi sınıfı içindeki varolan tüm eğilimlerin sınıf karakterine bakmaksızın onlarla aynı çatı, aynı temel ve ilkelerle bir Enternasyonal, ‘yeni’ bir “Devrimci Kitle Enternasyonali” inşa edeceklermiş! Muhakkak, tabii ki “sınıfın bağımsızlığını” unutmadan! Oysa sınıfın bağımsızlığı, kendinden belli ebedi bir kavram değildir. İşçi sınıfının siyasi bağımsızlığı, organik bağımsızlığın ötesinde siyasi eğilim veya partilerin programlarında, sınıf mücadelesinin güncel konumuna ilişkin güncel taktik ve tutumlarında kendisini ifade eder. Bu konuda sihirli bir değnek yoktur.

Türkiye İşçi Hareketi ve “İşçi Kardeşliği Partisi”

Bir bütün olarak Türkiye siyasi durumu Türkiye proletaryasının her hangi bir işçi önderliğinden yoksunluğunla belirlenmektedir. Türkiye işçi hareketinin tarihsel zayıflığı onun günümüze kadar geçen bütün bir tarihsel dönemde bir işçi partisinden yoksunluğudur.Bunun bir kaç tane nedeni vardır.
Bir bütün olarak alındığında Türkiye proletaryası tarihi boyunca baskı rejimleri, karşı-devrimci Stalinist Kremlin bürokrasisi ve sendika bürokrasisinin kurbanıdır. Türkiye işçi sınıfının kendi sınıf partisinden yoksunluğu, onun herhangi bir işçi partisinden yoksunluğu başlı başına bir faciadır.

Bu facianın baş nedenlerinden birisi, Stalinist Kremlin bürokrasisinin ve onun Türkiye’deki ajanları TKP ve benzeri kişi ve akımların sosyalizme ve dünya devrimine ihanet politikasıdır. İkincisi, soğuk savaş döneminde Pentagon ve NATO gizli servislerinin askeri darbelere ortam hazırlamak için uyguladıkları “soğuk savaş stratejileri” ve baskı rejimleridir. Üçüncü neden ise devletle veya siyasi partilerle bütünleşmiş sendikal bürokrasidir. Son olarak ise geçmişteki Türkiye işçi sınıfının sayısal azlığını ekleyebiliriz.

Buna karşın Şadi Ozansü ise şöyle yazıyor: “…Gerçekten de Türkiye işçi sınıfı, Rus, Alman, Fransız, İtalyan, İspanyol, İran ve Endenozya işçi sınıflarından farklı olarak kendi komünist veya sosyalist partilerinin ihanetiyle karşılaşmamış bir işçi sınıfıdır.” Troçkist bir siyasi eğilimi savunduğunu iddia eden Şadi Ozansü burada kendi gerçek iç yüzünü açıkça ortaya koymaktadır. Yazara göre Türkiye işçi sınıfı Karşı-Devrimci Stalinist Kremlin bürokrasisi ve onun uluslararası karşı devrimci aygıtlarının ‘ihanetine’ uğramamış! Eğer Türkiye’de yoksul işçi ve köylü kitleleri sınıf karakterli kendi sınıf partilerine kavuşamadılarsa bunun nedenlerinden en belirleyicisi uluslararası Stalinizmin karşı devrimci sınıf işbirlikçi politikaları ve Kremlin bürokrasisinin çıkarlarının savunuculuğu değil midir? Burada Şadi Ozansü açıkça Karşı-Devrimci Stalinizmin siyasi özürcülüğünü üstlenmektedir. Kendi Pablocu karakterini biz kez daha teyit etmektedir.

1960 yılları başında kurulan ve 1965 seçimlerinde %3,5 oy alan Türkiye İşçi Partisi tüm yetersizliklerine ve siyasi bileşenlerine rağmen Türk işçi hareketi tarihinde ilk defa yoksul işçi ve köylü kitlelerinin sesini Millet Meclisine taşıyabilmiş, Türkiye solunun en geniş kesimlerini kendi içinde toplayabilmiş bir işçi partisi hareketiydi. Bendeniz 1965 yılında henüz 15 yaşında bir çocukken TİP’in bir taraftarı, 1968 yılında Çekoslovakya’nın işgaline karşı çıkmış sosyalist bir militandım. Ancak TİP’in büyük bir işçi sınıfı partisine dönüşmesini engelleyenler Karşı-Devrimci Kremlin bürokrasisinin Türkiye ajanı aygıt ve şebekeleridir. TKP ve onun türevleri; Mihri Belli, DEV-GENÇ ve silahlı mücadele yanlısı Stalinist grup ve fokolardır. “Ordu Millet El Ele Milli Cephede” Sloganları ile ‘sol’ darbeye davetiye çıkaran kişi ve gruplardır. TİP’in çökertilip, paramparça yapılması işçi sınıfının uğradığı bir ihanet değil midir? Şadi Ozansü o dönemleri bilmezlikten gelip Türkiye İşçi Hareketi içinde Stalinizmin oynadığı karşı-devrimci politikaları ve Türkiye işçi sınıfı ve yoksul halka karşı NATO gizli servislerinin uyguladığı “Soğuk Savaş Stratejilerinin” özürcülüğünü üstlenmektedir. Bir yandan TKP, öbür yandan ‘öncü savaş’çısı DEV-GENÇ türevi silahlı gruplar ve PKK gibi Stalinist parti ve eğilimlerin Türkiye işçi sınıfı ve sol hareket üzerinde uyguladıkları şiddet ve baskı, bu siyasetlerin işçi sınıfı ve sol harekete karşı yaptıkları tahribatlar öyle bir kalemde göz ardı edilemezler.

Türkiye işçi sınıfının nicelik ve niteliksel durumuna yeniden dönersek şunları söyleyebiliriz: Günümüz Türkiye’sinde proletaryanın sayısal azlığından artık hiç söz edemeyiz. “Eşitsiz ve Bileşik” gelişme yasası gereği Türk kapitalizmi gelişip büyürken aynı zamanda proletaryada gelişmiş ve büyümüş, modern bir işçi sınıfına dönüşmüştür. Çünkü “Sermaye” “Ücretli Emeği” varsayar. Aksi takdirde sermayenin varlığından söz edemeyiz.

Günümüz kapitalizmini “Mafya Kapitalizmi” olarak tanımlamak ancak ‘sol’ peygamberlerin hurafelerini ve uluslararası kapitalizmin gerçek niteliğini kitleler nezdinde göz ardı ettirmektir. Şadi Ozansü aynen şöyle demektedir: ” Emperyalizmin çürüyen evresinin mafya kapitalizmi…” Böylece önümüzde “emperyalizmin yeni bir evresi” ve bu “çürüyen evrenin” özelliği ise “Mafya Kapitalizmi”dir.

Sık sık “ortodoks” Troçkizmin savunuluculuğunu yaptığını iddia ederken sınıf mücadelesinin geçirdiği somut evreleri görmezlikten gelen, genelinde kapitalist üretim ve ekonominin geçirdiği ve/veya içinde bulunduğu nesnel koşulları irdelemek yerine efsaneler ve masallar üreten ve/veya anlatan çeşitli siyasi eğilim ve çevreler sınıflar arası ilişkileri, devletler arası ilişkileri, dünya pazarında değişen yapılanmaları, bunların nesnel karakterlerine tekabül eden kavramlarla değil, sübjektif, iradi ve mistik terimlerle açıklamayı yeğliyorlar. Dünya çapında canlı güçler ve bunların karşılıklı toplumsal bağlantılarını ve temellerini içi boş kavram ve sözcüklerle telafi ederlerken çoğu zaman terimleri en uç sınırlarına götürerek kendi teorik sığlıklarını gidermeye çalışıyorlar. Emperyalizmin yeni bir evresi var, bu yeni evre bazen “emperyalizmin bunak evresi”, bazen “emperyalizmin çürüyen Mafya Kapitalizmi evresi” olarak piyasaya sürülüyor.

Oysa Lenin, emperyalizmin tarihte yerini şöyle tanımlar: “Kendi ekonomik özü nedeniyle emperyalizmin, tekelci kapitalizm olduğu görülmektedir. Yalnızca bu emperyalizmin tarihteki yerini tanımlamaya yeterlidir.” Görüldüğü gibi Lenin’e göre emperyalizm kapitalizmin bir üst evresine karşılık düşen “tekelci kapitalizmdir”. Lenin’e göre emperyalizm, kapitalizmin geçirdiği maddi bir aşama, kapitalizmin en yüksek aşamasıdır.

Daha sonra Lenin emperyalizmin asalak ve çürüyen başkalaşımını şöyle ifade eder: “Tekeller, oligarşi, özgürlük eğilimleri yerine hakimiyet eğilimleri, sayısı hep artan küçük ve zayıf ulusların, aşırı zengin ve güçlü bir avuç uluslar tarafından sömürüsü: Bütün bunlar emperyalizmi bir asalak ve çürüyen kapitalizm olarak karakterize eden emperyalizmin ayrıcı özelliklerini doğurmuştur. Burada, emperyalizmin eğilimlerinden birisi kendisine en önemli karakteri alarak kendisini gösterir: Burjuvazinin gittikçe kendi sermayelerinin ihracatıyla ve “kupon kesmekle” yaşayan Tefeci-Devlet (Etat-Rentier) yaratılmasıdır. Ancak, bu çürüme eğiliminin kapitalizmin hızlı büyümesini dışladığına inanmak bir hata olacaktır; hayır, endüstrinin şu veya bu branşı, burjuvazinin şu veya bu branşı, şu veya bu ülkeler emperyalizm çağında az veya çok, büyük bir kuvvetle, bu eğilimlerden bazen birisini, bazen diğerini taşırlar. Bir bütün olarak kapitalizm, öncekinden sonsuzca daha hızlı gelişir, ancak bu gelişme genellikle çok eşitsiz olur, gelişmenin eşitsizliği özellikle sermayesi en zengin ülkelerin (İngiltere) çürümesiyle kendini gösterir.” (Lenin, Kapitalizmin En Yüksek Aşaması: Emperyalizm)

Lenin Emperyalizm eserine 1920’de yazdığı önsözde de asalaklığı ve çürümeyi şöyle açıklar: “Kapitalizmin tarihsel en yüksek aşaması, yani emperyalizmi karakterize eden kesinlikle asalaklık ve çürümedir. Bu kitabında gösterdiği gibi kapitalizm, (Dünya nüfusunun onda birinden daha az, veya en “geniş” ve en abartılı bir biçimde sayarsak beşte birinden daha az) bütün bir dünyayı basit bir “Kupon kesiciliği” ile soyan özel olarak zengin ve güçlü bir avuç devlete imtiyazlı bir durum kazandırmıştır. Savaş öncesi burjuva istatistiklere fiyatlarına göre sermaye ihracatı 8-10 milyar franklık yıllık bir gelir elde etmektedir.”

Lenin’e göre asalaklık ve çürüme bir göçme (en açık Türkçeci yozlaşma, kokuşma ve başkalaşma) değil, tersine çalışmadan yalnızca faiz ve sermaye ihracatı vasıtasıyla kazanılan gelirlerle yaşayan bir toplumsal bir tefeciler (Rentier) kesimi ve diğer ülkelerin sırtından sermaye ihracatının yarattığı gelirlerle yaşayan Tefeci (Rentier) devletlerin imtiyazlı konumlarıdır. Bunlar, kapitalizmin evriminin emperyalizm aşamasında, kapitalist üretim biçiminde ortaya çıkan, her biri ekonomik toplumsal hayatta özel bir karakter taşıyan ve hepsi bir toplumsal ilişkiye tekabül eden maddi yapılanmalardır. Dürtücü gücü “öznel” değil, kapitalist üretimin nesnel koşulları ve ihtiyaçlarıdır. Asalaklık ve çürüme “ahlaki veya moral” mistik bir kavram değil, tüm bir emperyalist dönemin belirleyici özelliklerinden biridir. Çürüme emperyalizmin yeni bir evresi değil, emperyalist çağın tümünde var olan belirleyici unsurlardan birisidir. Lenin emperyalizmin belirleyici özelliklerini sayarken üretici güçlerin durduğu şeklinde bir özellik saymıyor. Tersine emperyalizmin yarattığı korkunç çelişkiler kapitalizmin mezarını kazması, emperyalizmin sosyalist devrimin arifesi olduğuna dikkat çeker. Bundan dolayı Lenin emperyalizmi can çekişen kapitalizm olarak tanımlar.

Lenin ve Troçki’ye göre emperyalizmin en büyük çelişkisi genelinde üretici güçlerin büyümesine karşın ulusal pazarların küçülmesi veya ulusal pazarların bunlara dar gelmesi, üretici güçlerin gelişmesiyle ulusal devletlerin varlığı, ulusal sınırlar ve gümrük
duvarlarının üretici güçlerinin gelişmesinin önünde ulusal sınırların aşılamaz engeller teşkil ettiği; ulusal burjuva sınıflarının varlığı, özelinde ise proletaryanın varlığı ve sınıf mücadeleleridir.

Yine Şadi Ozansü’ye göre, ” …üretici güçlerin gelişimi dünya ölçeğinde durmuş, hatta küçük miktarda da olsa gerilemiş durumdadır. Kapitalizmin ideologları tarafından ‘küreselleşme’ adıyla vaftiz edilen çürüyen kapitalizmin bu yeni döneminde dünya çapında işçilerin sayısı belki artmıştır, ama işçi sınıfının sayısı düşmektedir.”

Bu sözleri ilk defa duymuyoruz. 50-60 yıldan beri Pierre Lambert ve La Vérité önderliği hep bunları söylüyor. Sanki 70 yıldan beri dünyada hiç bir şey olmamış gibi. Kapitalizm, Dünya pazarı ve üretici güçler, kapitalist ülkeler arasında ilişkiler ve güçler dengesi, sınıflar mücadelesi ve sınıflar arasındaki ilişkiler ve güçler dengesi, vs… sanki buzlukta dondurulmuş gibi hep öyle, yüz yıl öncesi gibi oldukları yerde duruyorlar.

Bu bağlamda “Üretici güçlerin gelişmesinin durduğu” tanımlamasını tartışmak Marksist işçi sınıfı politikası için son derece büyük bir önem kazanmaktadır. Üretici Güçler sorunu bilindiği gibi Geçiş Programı’nın Fransızca çevirisinde “Les forces productives de l’humanité ont cessé de croitre” (İnsanlığın Üretici Güçlerinin büyümesi durmuştur)” derken, buna karşılık İngilizce çevirisinde ise “Mankind’s productive forces stagnate” (İnsanlığın Üretici Güçleri Durgunlaşıyor -yavaşlıyor” şeklinde tanımlanmaktadır. Troçki yazılarını sekreteri vasıtasıyla Rusça yazıyordu. Önümüzde iki farklı yorum var. Ben Rusça orijinalini görmedim. Ancak Geçiş Programı kabul edilmeden ve henüz taslak iken Troçki ile Cannon ve SWP önderleri arasında defalarca tartışıldığına göre ben şahsen İngilizce metnin esas alınmasından yanayım. Çünkü Dördüncü Enternasyonal’de Troçki’den sonra en büyük otorite James Cannon idi.

İngilizce “To Stagnate” fiili ile Fransızca “Cesser de croitre” fiili anlam olarak birbirinden çok faklıdır. “To Stagnate” yavaşlamak ve durgunluk anlamına gelirken, Fransızca “Cesser de Croitre” gelişmenin veya büyümenin durması, bir hareketin bitmesi ve durması anlamına gelir. Türkçe’de “Piyasa durgun” demekle, “İşlerin büyümesi bitti” demek birbirinden çok faklı kavramlardır.

Bu konuda Marks sorunu şöyle ortaya koyar: “Gelişmelerinin belli bir derecesinde toplumun maddi üretici güçler var olan üretim ilişkileriyle veya o zamana kadar içinde geliştikleri ve onların yalnızca hukuki tanımları olan mülkiyet ilişkileriyle çelişkiye -çarpışırlar- girerler. Düne kadar üretici güçlerin gelişme biçimleri olan bu koşullar ağır kösteklere dönüşür.” (K. MARKS: Ekonomi Politiğin Eleştirisine Önsöz)

Marks burada üretim ilişkileriyle üretici güçler arasındaki zıtlıktan ve çatışmadan bahseder; ve özel olarak da belirli bir dönemden sonra mülkiyet ilişkilerinin üretici güçlerin gelişmesini kösteklediğini belirtir. Üretici güçler yalnızca üretim araçları değil, iş gücü, teknik ve bilim; insanlığın maddi tüm üretim aygıt ve kaynaklarıdır. Üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet biçiminin üretici güçleri sosyal karakteriyle çeliştiklerini belirtir. Bu çelişkinin ancak üretici güçlerin sosyal karakterine uygun yeni bir üretim biçiminin sosyalist bir devrimle kurulmasıyla çözümleneceğini söyler. Sosyalist devrimin nesnel koşullarının olgunlaştığı hatta çürümeye başladığı bu tartışmamın konusu değildir. Üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet yalnızca üretici güçlerin serbestçe gelişmesinin önünde bir engel, bunların gelişmesini yavaşlatan bir köstek değil, hatta üretici güçler üzerinde yıkıcı bir işlevi vardır. Emperyalizm çağında özel mülkiyetin asalak karakteri üretici güçler üzerinde yıkım ve tahribatlarla doludur. Savaşlar, işsizlik, açlık ve mali krizler bunların en büyük örnekleridir. Ancak bu demek değildir ki emperyalizm döneminde tüm bir kapitalist üretimin durduğu, toplumun ekonomik hayatında hiç bir yükseliş veya inişlerin olmadığını söylemek bir asırdan bu yana kapitalizm ve ekonomi tarihini bilmemektir. Bilimsel Sosyalizmi Vatikan ve İsa Mesih dinine indirgeyerek bilime sırt çevirmektir.

Yeniden Geçiş Programı’na dönersek önümüzde anlamları ayrı iki tane belirleme vardır. İngilizce metin mi doğru, yoksa Fransızca metin mi doğru? Yoksa Troçki’nin sekreterinin yaptığı bir hata mı söz konusu? Bilmiyoruz. Belki de hiç bilemeyeceğiz. Benim şahsi görüşüm şu ki Geçiş Programı’nın girişinde, “Sosyalist Devrimin Nesnel Öncülleri” kısmında proleter devriminin ekonomik öncülünün kapitalizm altında ulaşabileceği en yüksek noktaya çoktan ulaştığını belirtir. Bu nokta sosyalist devrim programının hareket noktasıdır. Güncelliğini hala korumaktadır. Bunu takip eden tartışmalı cümle daha ziyade İkinci Dünya Savaşı öncesi 30-40 yıllarına ait ekonomik konjonktürle ilgili olduğu kanısındayım.

Lenin’den Sonra Üçüncü Enternasyonal eserinde Troçki şöyle der: “…Olgu şu ki tarihsel olarak dünya kapitalist sistemi tükenmiştir, artık tümüyle ilerleyemez. Bu, ekonominin belirli branşlarının ve belirli ülkelerin büyümedikleri, daha da büyümeyecekleri demek değildir. Ancak bu gelişme diğer ülkelerin, diğer branşların büyümesinin aleyhine gerçekleşiyor ve gerçekleşecektir.” Bu satırların hemen altında ise Troçki şöyle konuşur: “Yöneten ve yönetici en gelişmiş ülkelerde genel kapitalist ilerlemenin yeni bir döneminin -bölümü- olamayacağı teorik olarak söylenemez. Ancak bunun için öncelikle kapitalizm devletler arası ilişkilerde, sınıflar sahasındaki yüksek engellerin üstünden atlamak zorunda kalacaktır… Teorik bir varsayım politik bir olasılıktan -zaman açısından- çok uzaklaşır. Burada pek çok şey bize, yani Komünist Enternasyonal’in devrimci stratejisine bağlıdır. Son tahlilde bu sorun dünya güçlerinin mücadelesi tarafından çözümlenecektir.” Yani Troçki’ye göre soruna tarih karar verecektir.

İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemdeki dünya ekonomik hayatını devrimci Marksist literatür bütünlüğünü irdelemeksizin anlamak zordur. Geçiş Programı’nın yazıldığı 70 yıldan bu yana sürekli olarak ve her gün “İnsanlığın üretici güçlerinin gelişmesinin durduğunu” ısrarla söyleyen ve tüm bir İkinci Dünya Savaşı Sonrası Dönem kapitalizmini ve Dünya Ekonomik hayatını bu cümleyle tanımlayan Pierre Lambert ve La Vérité önderliği bu konuda gerçekleri söylemek yerine somut olayları görmezlikten geliyor. Bütün bir dönem boyunca sanki ekonomik hayatta hiç bir gelişme ve değişmeler olmamış, emekçi sınıflarda büyüme, gelişme ve yaşam koşullarındaki hiç bir değişme olmamış! Kapitalist üretim ilişkilerinin çürüdüğü, özel mülkiyetin dünyanın bir yerindeki üretici güçleri bir gecede yok ettiği, kapitalizmin insanlığa müreffeh hiç bir gelecek sunmadığı gerçeğin bir yanı olurken diğer yanı ise tüm dünyadaki üretici güçlerin şu an ki gelişme düzeyi 1930 yıllarındaki düzeyinden kat kat fazladır. Kapitalisti ilgilendiren sömürdüğü artı-değer değil, elde edeceği kârdır. Kâr etmek için Sermaye gerekir; Sermaye ise Ücretli Emeği var sayar.

Emperyalizmin her mali krizinde, her seferinde “kapitalizmin çöktüğü”, artık “çıkış kalmadığını” ilan edip, söyleyen Pierre Lambert ve La Vérité önderliği kapitalizmin emperyalizm çağında kaderci mistik, Buharinvari bir yorumunu yapmaktadır. Oysa, Lenin, kapitalizmin krizleri üzerine “Mutlak bir çıkışı olmayan bir durum yoktur” der. Emperyalizm döneminde belirleyici olanın nesnel etkenler değil, genelinde öznel, özelinde ise devrimci parti ve bu partinin devrimci stratejisi olduğunu bilmezlikten geliyorlar. Proletarya ve onun devrimci önderliğinin bilinçli bir müdahalesi olmaksızın kapitalizmin kendi kendine yıkılmak bir yana, daha da direneceğini unutmuş görünüyorlar. Kendisi gibi düşünmeyen herkesi “Pablocu” olarak suçlamak bir marifet değildir. Bilgelik, dünya sosyalist devriminin hala niçin geciktiği, Dördüncü Enternasyonal’in niçin hala cılız, hala devrimci kitle partisine niçin dönüşemediğini; önümüzdeki yeni durumda proletaryaya, iktidar mücadelesinde çıkış yollarını gösteren devrimci bir perspektifle nasıl yardım edebileceğimizi belirtebilmektir.

Günümüzde Amerikan emperyalizmi bir “supra-nasyonal” kapitalizm yaratmaya çalışırken dünya kapitalist pazarı mali sermayenin özel bir türevi olan “Kurgusal-Fiktiv-Sermaye” ve “Çok Uluslu Şirketler” aracılığıyla “Dollar” diktatörlüğüne tabiiyken, Mafya Kapitalizmi terimi yalnızca gerçekleri çarpıtarak emperyalizmin gerçek yüzünü örtmeye yarıyor. Günümüzde uluslararası kapitalizmin kalbi Wall Street’de çarpmakta, beyni ise Washington’a bağlıdır. Dünya proletaryasının düşmanı sözüm ona ‘Mafya Kapitalizmi veya Mafya’ değil, ABD emperyalizmi ve onun hakimiyetindeki Dünya kapitalizmi ve burjuva sınıfıdır.

Şadi Ozansü’nün yanıt vermek zorunda olduğu soru şudur: 1930 Yıllarında Türkiye’de kaç tane işçi vardı? Şimdi ise ne kadar?
Bu soruya kaçamak değil, net bir yanıt vermek gerekir. 1930 den beri Türkiye’de üretici güçler artmış mıdır, yoksa onların gelişmesi durmuş, hatta azalmakta mıdır?

Ona göre “Dünya çapında işçilerin sayısı belki artmıştır ama işçi sınıfının sayısı düşmektedir”! Ozansü işçiler ile işçi sınıfını bir birinden koparmaktadır. Kapitalist Üretim tarzını unutarak şeylerin nicelik ve nitelik durumlarını bir kalemde silmektedir. İşçilerin sayısal artmasının proletaryanın niceliksel artmasına tekabül etmesi gerekirken, proletaryanın kapitalist üretim tarzında toplumsal bir maddi niteliksel ilişkiyi ifade eden bir sınıfa tekabül ettiğini belirtmek zorunludur.

Lenin’in emperyalizm kitabını yazdığı 1916 yılından bu yana bırakın ileri-gelişmiş ülkeleri, işçiler dünyanın en ücra bir kaç köşesinden başka tüm geri kalmış bağımlı ülkelerde yalnızca niceliksel olarak çoğalmakla kalmamış, modern bir sınıf olarak; bir sınıf olarak tarihteki yerlerini almışlardır. Dünya çapında ayrı ayrı ulusların işçi sınıfının sayısı düşmüş değil, tersine büyümüştür. İçinde yaşadığımız “küreselleşme” döneminde ise 1980 yıllarından beri ileri kapitalist ülkelerde proletaryada niceliksel bir küçülme görünürken, az gelişmiş bağımlı ülkelerde ise proletarya büyümektedir. Ancak mali sermayenin asalak karakteri üretici güçler üzerinde yıkıcı bir rol oynamaya devam etmektedir. İşsizlik ve yoksulluk artarken zenginler her zamankinden daha da zengin olmaktadırlar.

Genel olarak Çok Uluslu Şirketler, özel olarak ABD emperyalizmi, sermayenin önündeki tüm engelleri kırmaya çalışırken insanlığı açlığa, yoksulluğa, savaşlara mahkum etmektedir.

Küreselleşme diye anılan bu dönem içinde sosyal-demokrat ve komünist partileri tarafından temellenmiş eski işçi hareketi çökmüş, bu partiler ve büyük işçi kesimleri arasında hem siyasi, hem de sosyal bir uçurum oluşmuştur. Eskinin geleneksel işçi önderlikleri çökerek, toplumsal yapı değiştirme sürecine girmişlerdir. Bu bağlamda, şu an işçi hareketi gerek ulusal planda olsun, gerekse uluslararası düzeyde olsun bir kaç istisnanın dışında çok zayıf bir durumdadır. Ancak işçi hareketinin içinde yaşadığı bugünkü dönem bir geçici dönem, işçi hareketinin canlı yaşamındaki yeni bir evrenin öncülüdür. İşçi hareketinin yeniden inşası her şeyden önce devrimci öncünün bilinçliğine ve sınıf mücadelesine katılmaktaki kapasitesine bağlıdır.

“İşçi Kardeşliği Partisi”ne Karşı Dördüncü Enternasyonal

Bu yazının başlarında da belirttiğim gibi, Troçki ve SWP’ye göre “İşçi Partisi” sorunu Amerikan işçi hareketinde 1935 yıllarında büyük bir radikalizasyon sonucu büyük sendikalaşma hareketinin başlaması, yer yer çeşitli “Labor Party”lerin kurulması karşısında Amarikan işçi hareketinde ortaya çıkan bu yeni duruma ilişkin SWP’nin nasıl tavır alacağı sorusuydu.

Amerikan işçi sınıfının geniş kesimlerinde yaşanan hızlı bir sendikalaşma ve emekçi kitlelerde gözlenen “bir işçi partisi” özleminden hareketle Troçki için sorun her şeyden önce ilk etapta “Bir İşçi Partisi İçin Mücadele” idi. Troçki bu mücadeleyi şöyle ifade eder: “İşçiler! Kendi Öz Partinize İhtiyacınız Var!”

Daha sonra Troçki muhtemel olasılıklardan söz ederek ortaya çıkan veya ortaya çıkacak çeşitli işçi partilerinin nasıl sonuçlara ulaşabileceğini tartışarak bu partilerde SWP’nin nasıl bir çalışma yürütmesi gerektiğinden söz eder. Troçki hiç bir zaman SWP’nin kendi kendisini “Labor Party” ilan etmesini, muhtemel bir işçi partisinin programımın ön koşul olarak devrimci sınıf partisinin programı olan “Sosyalist Devrim İçin Geçiş Programı”nı dayatmaz, tersine bu program için mücadelenin vazgeçilemez önemini vurgular. Yine hiç bir zaman devrimci öncü ile bağımsız işçi partisini bir biriyle özdeşleştirmez. Başlangıç ve onu takip eden ikinci etapta SWP ayrı ve kendi bağımsızlığını koruyan bir partidir. Üçüncü etapta, yani muhtemel gelişmeler devrimci öncünün de aktif mücadelesi sonucu bu işçi partisini gerçek devrimci bir partiye dönüştürürse, yani yöneticileri ve programı bizim olan bir partiye dönüştürürse o zaman SWP artık kendini bu yeni devrimci kitle partisinde eritecektir.

Şadi Ozansü 1989 yıllarından bu yana Türkiye işçi sınıfı ve işçi hareketinin bir dökümünü yaptıktan sonra günümüz Türkiye’sinde işçi hareketinin yavaşladığı ve durgunlaştığı sonucuna varmaktadır. Genel olarak bu tespite ben de katılıyorum. Ancak kesinlikle katılmadığım nokta Şadi Ozansü’nün sunduğu perspektif ve bu perspektiften hareketle “devrimci öncünün” kendini basitçe bir “İşçi Partisine (Labor Party) dönüştürmesidir. Şadi Ozansü birden kendisini 150 yıl geriye, 1848 devrimleri öncesine atmaktadır. Geçiş Programı’na değil, Komünist Manifesto’ya sığınmaktadır. Dünya Sosyalist Devrimi Partisi Dördüncü Enternasyonal ve Üçüncü Enternasyonal ilk dört kongre karar ve prensiplerini bir kalemde silip geçmektedir. Elli Altmış kişiyle bir (Labor Party), işçi sınıfının kendi öz partisini kurmuşlar!

Şadi Ozansü şöyle düşünüyor: “Yukarıda kitlesel bir işçi partisinin birinci yolunun kitle hareketlerinin yükselmesi olduğunu söylemiştik. Şu an içinde bulunduğumuz durumda ise böyle bir yükselişin gözlemlenmediği herkesin malumu. İşte böyle bir ortanda yapılması gereken mücadelenin politik kanalları üzerine gitmenin gerekliliğidir. Ekonomik mücadele kanallarının sonuna kadar tıkalı olduğu anlarda süreci tersinden işleterek politik ve demokratik mücadeleyi ön plana çıkartmak gerekir… Bu kalkış noktası ön planda tutulduğunda, günümüz koşullarında, Türkiye’de kitlesel işçi partisinin imkanları -belki paradoksal gözükecek ama- 1989 yıllarında olduğundan daha fazladır.” Yazar burada sınıf mücadelesinin karmaşık bir bütün olduğunu, işçi sınıfının homojen olmadığını, içinde değişik katman ve kesimlerin bulunduğunu, işçi sınıfı mücadelesinin öyle yeknesak bir hareket olmadığını, diyalektik bir süreç izlediğini bilmezlikten geliyor. Birden “ekonomik mücadele” kanallarının tıkandığı, bunun yerine “politik kanallarının” ön plana çıkartılmasından söz ediyor. Aslında evirip çevirip baklayı bir türlü ağzından çıkarmıyor. Durum ve koşullar ne olursa olsun, mücadele içindeki işçi sınıfının öncü veya geniş kesimlerin günlük bilinç durumlarında bir değişiklik olup olmadığına bakmaksızın, sınıfın öncü ve geniş kesimlerinde “kendi öz partilerine sahip olmak, böyle bir partinin gereksinimine her zamandan daha fazla ihtiyaç duyup duymadıklarına bakmasızın, dahası böyle bir parti arzusuyla sınıf içinde bir eğilim ve girişimler olup olmaksızın, PBG SOSYALİZM grubunun amacı ne olursa olsun her pahasına bir adımda “işçi sınıfının geniş kitle partisini” kurmak, daha doğrusu kendi grubunu öylesine büyük işçi partisine ikame etmektir.

Geçiş Programı’nda ne “ekonomik kanallar” tıkalıdır, ne de “politik-demokratik kanallar”; bazen açılır, bazen kapanır. Fransa’da ki son grev ve kitle gösterilerinin de gösterdiği gibi sınıf mücadelesinin alanları ve “kanalları” iç içe geçmiştir. Kitlelerin daha iyi bir yaşam için verdikleri mücadeleyle ‘ekonomik ve demokratik haklar mücadelesi’ iç içe geçmiştir. İçinde yaşadığımız çağın maddi koşullarında emperyalizm bütün cephelerde gericiliğe tekabül ettiği için emperyalizme karşı mücadele tüm alanlarda bütünleşmektedir. Devrimci öncü ve parti tüm mücadeleyi tek bir hedefe yöneltmeye uğraşır, yani iktidar mücadelesine, sınıfın iktidarına yöneltmeyi amaçlar.

Şadi Ozansü daha sonra şöyle devam eder: ” İşçi sınıfının kitle partisinin bir Leninist partiden farkının sadece öncü işçileri değil, mücadele etmeye kararlı sıradan ve ortalama işçiyi de kapsaması olduğunu daha önce belirtmiştik.” der. Ancak daha sonra kurulacak bu kitle partisinin programına gelince birden bu partinin programının Leninist-Bolşevik bir program, bir geçiş talepleri programı olacağını belirtir. Şöyle konuşur: “…ikinci yoldan kurulmasını düşündüğümüz kitlesel işçi partisinin programı ister istemez partinin çekirdeğini oluşturanlar tarafından hazırlanmak durumundadır. Bu Geçiş Programı sistematiğinde oluşturulacak devrimci bir programdır.” Kurulacak parti bir yandan “Leninist Parti” olmayacak, ama öbür yandan ise kurulacak bu partinin programı “devrimci”, Leninist-Bolşevik bir program olacak; Yani “Sosyalist Devrim İçin Geçiş Programı” olacak. Kurulması düşünülen bu kitlesel işçi partisinin programı henüz daha devrimci bilince ulaşmamış, ancak reformist veya kendi meşru hakları için mücadele etmek isteyen ve bunun için bir işçi partisine özlem duyan işçilere, sınıfın geniş kesimlerine kapıları ta başında kapatmak değil midir? Bu geniş kesimlere mücadele içinde yardım ederek onların daha ileri adım atmalarına yarayacak köprü kurmak yerine bu köprüyü başından kapatmak değil midir?

Bir partinin program ve tüzüğü birbirinden
ayrılamaz. İşçi Kardeşliği Partisi tüzüğünde parti üyeliği tanımını Leninist Parti anlayışı, Bolşevik parti üyeliği kapsamında tanımlıyor. Tüzükte parti üyeliği şöyle tanımlanıyor: “Partinin programını kabul eden ve partinin bir organında çalışan”dır. Buna rağmen henüz “öncü” olmayan, sıradan ve ortalama her işçiyi de içine kapsayacağından söz ediyorlar. İnsanlara masal anlatmanın, ABD Reagan hükümetinin dışişleri bakanı Alexandre Haig’in özel ricalarıyla parti kurabilmiş, ABD emperyalizmin en gerici çıkarlarını savunmuş Turgut Özal rolü oynamanın gereği yok. Bunlar yalnızca insanları uyutmanın yollarıdır.

Daha sonra Şadi Ozansü baklayı ağzından çıkarmaktadır. Şöyle devam eder: “Ama kuşkusuz bağımsız işçi partileri enternasyonali bizim programımız temelinde inşa edilmek zorunda olmayacaktır… İşçi sınıfının kitlesel dünya partisi, ancak işçi sınıfının kitlesel bağımsız işçi partilerinin bir araya gelmesinden oluşur. Devrimci çekirdeğin, yani IV. Enternasyonal’in misyonu, kendi programı doğrultusunda bu dünya partisinin içinde yer almak, ve bütünü bu programa kazanmak olmalıdır.” Böylece önümüzde iki tane Dünya Partisi vardır. Şadi Ozansü’nün sunduğu perspektife göre dünya işçi hareketinin yeniden inşa stratejisinin belirleyici ekseni bağımsız kitlesel işçi partilerinin bir toplamına tekabül eden yeni bir dünya partisi ve bir de misyonu, bu yeni dünya partisine katılmak olan ilaveten “devrimci çekirdek” IV. Enternasyonal olacaktır. Troçki ve Bolşevik-Leninist militanlar tarafından “SOSYALİST DERVİMİNİN DÜNYA PARTİSİ” olarak kurulmuş Dördüncü Enternasyonal’in tüm bir tarihi misyonu, görevi bu “yeni enternasyonale” katılmaya indirgenmektedir. Dördüncü Enternasyonal’in tüm bir devrimci programı, siyasi sınıf bağımsızlığı, örgütsel bağımsızlığı bir kalemde silinmekte, bütün bunlar gelecek bir dönemde gerçekleşmesi varsayılan bazı olasılıklardan hareketle farazi bir “yeni bir enternasyonal”in organik bir bileşeni haline dönüştürmektir. Artık yazara göre “Uygarlık krizi yalnızca IV. Enternasyonal tarafından çözülebileceği” söz konusu değildir. İnsanlığın ve Dördüncü Enternasyonal’in geleceği, önümüzdeki dönemde ortaya çıkması beklenen şekilsiz, muğlak ne oldukları bilinmeyen çeşitli partilerin oluşturacağı “yeni bir enternasyonale”, “yeni bir dünya partisine” bağlıdır. Bu seçeneğin, bu yeni stratejinin adını iyi koymak gerekir. Önümüzde Dördüncü Enternasyonal’in bir tasfiye girişimi vardır. Bu yeni tasfiyeciğin adı sağ-merkezciliktir. Buna karşılık, Proletaryanın siyasi sınıf bağımsızlığı yalnızca kendi siyasi ve örgütsel bağımsızlığını itinayla korumaya çalışan Dördüncü Enternasyonal tarafından sağlanabilir.

PBG SOSYALİZM grubunun merkezci karakteri, kendini parti ve birleşik işçi cephesi anlayışında bir kez daha ortaya koymaktadır. Parti ve Birleşik Cephe üzerine şöyle diyorlar: “Böyle bir parti ilk elde ancak örgütlü işçi kesimlerine dayanılarak inşa edilebilir. İşçi sınıfının birleşik cephesi anlamına gelebilecek böyle bir partinin inşası için görev başına!” Yani işçi sınıfının bağımsız partisi işçi sınıfının birleşik cephesi anlamına, birleşik cephede işçi sınıfının partisini anlamına gelebilecekmiş!

Troçki’nin tam da merkezci olarak adlandırdığı bir siyaset var önümüzde. Birleşik Cephe ve parti üzerine Troçki şöyle der: “Bir “Labor Party” -İşçi Partisini birleşik cephelerin kaynaşmış bir dizileri olarak görmek hem birleşik cepheler, hem de parti kavramlarının yanlış anlaşıldıkları demektir. Birleşik Cephe somut koşullar tarafından somut amaçlar için belirlenir. Parti süreklidir. Birleşik cephede geçici müttefiklerimizden kopmak için ellerimizi serbest tutmayı kendimiz için koşul görüyoruz. Bu müttefiklerimizle birlikte ortak bir partide ise kendimizi bir disiplinle, hatta partinin kendi gerçekliğiyle sınırlandırırız. Kuomintang ve Anglo-Rus Komitesi deneyi çok iyi anlaşılmalıdır. Komünist Partinin bağımsızlığı ruhundan yoksunluk ve “büyük” bir partiye (Kuomintang, “Labor Party”) girmek arzusunun dikte ettiği bu stratejik çizgi kaçınılmaz olarak müttefiklerin, onlar vasıtasıyla düşmanların istemlerine oportünist uyarlanma gibi sonuçları yaratmıştır.” (Troçki; Amerika’da Labor Party Sorunu Üzerine. Yazılar 1932)

Troçki’ye göre Birleşik İşçi Cephesi özetle “Ayrı Yürü, Birlikte Vur” demektir. Ortak bir partide birleşmek değildir. Ancak PBG yazarları daha da ileri giderek dünya çapında bir “cephe” ve “ortak” bir örgüt stratejisini ileri sürmektedirler. Dünya işçi sınıfının gelişme düzeyleri ve sınıf bilinçleri farklı ayrı ayrı ulusal sınıflardan oluştuğunu, sınıf mücadelesinin dünyanın ayrı ayrı ülkelerinde değişik ivme ve değişik somut koşullar içinde değişik biçimlerde cereyan ettiğini, uluslararası sınıf mücadelesinin eşitsiz ve faklı biçimler altında yürüdüğünü bilmeksizin önümüze şu perspektifi koyuyorlar: “Bu ortak örgüt, dünyadaki bütün işçi mücadelelerini birleştiren, onlar arasındaki dayanışmayı ve tecrübe alış verişini sağlayan bir işçi ve ezilenler cephesi olmalıdır. Dünya işçi sınıfının ve ezilenlerinin politik (siyasi parti) ve ekonomik (sendikalar) örgütlerini bir araya getirecek böyle bir cephe, işçi sınıfının kurtuluş mücadelesi yolunda çok büyük bir adım olacaktır.” PBG’nin Dördüncü Enternasyonal’in inşası için önümüze koyduğu siyasi platform ve çerçeve budur. Bu perspektif, işçi enternasyonalizminin en yüksek siyasi ve örgütsel ifadesi olan Dördüncü Enternasyonal’in inşasına bir sınır koymaktadır.

Dördüncü Enternasyonal’in siyasi bağımsızlığını, sınıf mücadelelerine kendi bağımsız siyasi eylemiyle müdahalesini geçici ittifak ve şekilsiz ortak örgütlere teslim ederek, IV. Enternasyonal’in bağımsız inşasının yolunu ta başından kapatmaktadır. Bu anlayışa göre Hugo Chavez de bu yeni dünya ortak örgütünün doğal bir üyesidir. Hatta Chavez önderliğine girmek gerekir! “Yeni” Enternasyonaller, “Yeni” dünya partileri, kısaca “yeni” enternasyonalizmcilikler Dördüncü Enternasyonal’in yabancı güçlere bağımlı kılınması yolunda ileri atılmış adımlardan sadece birisidir.

İşçi Kardeşliği Programının Eleştirisi

İşçi Kardeşliği Partisi kendini bir sınıf partisi değil, Türkiye işçi sınıfının partisi olarak tanımladıktan sonra şöyle bir demokrasi tanımı yapmaktadır: “Demokrasinin temeli, partilerin ve tüm işçi örgütlerinin devletten ve patronlardan bağımsız olmasıdır. İKP’de bu düstura göre hareket eder.”

Göründüğü gibi İKP kurucuları şu an Türkiye’deki siyasi rejimin karakterini ve siyasi demokrasiyi anlayabilmiş değil. Siyasi demokrasinin temeli “sınıf mücadelesi ve buna bağlı olarak işçi sınıfı siyasi parti ve sendikalarının varlıkları ve bağımsızlıklarının tanınmasıdır”. Yani, hem sınıf mücadelesinin tanınması, hem de sınıfın siyasi ve ekonomik mücadele örgütlerinin bağımsızlığının tanınması esastır.

İşçi hareketinin “şu an politik kanallardan” canlandırılmasını ve bundan hareketle küçük bir “çekirdekle” işçi sınıfının partisi olduğunu iddia eden İKP kurucuları siyasi rejim ve demokrasi konusunda ana talepler yerine şu anki siyasi rejime bazı rötuşlar yapmak istemektedirler.

Türkiye’de ki siyasi rejimin belirgin karakteri 12 Eylül askeri diktatörlüğünün bir kalıntısı, onun yozlaşmış bir kalıntısı olmakla kalmayıp, hala daha mevcut siyasi rejimin çerçevesini oluşturan 12 Eylül Anayasası ve kurumlarıyla belirlenmektedir.

Bu bağlamda İKP hiç bir somut öneri ve talepte bulunmamaktadır. O sadece Geçiş Programı’ndan Türkçe’ye uyarlanmış bir sürü isteği sıralamakla yetinmek, yine aynı şekilde, Türkiye’deki sendikal hareket üzerine düşünceler ve ekonomik önermelerde bulunmaktadır. Böylece Geçiş Programı’nın devrimci karakteri silinmektedir.

Üniter, Laik, Bir ve Bölünemez Cumhuriyet ibaresi, siyasi temsili demokrasi, atanmışlar değil, seçilmişler cumhuriyeti gibi cumhuriyet ve bu cumhuriyet temelinde yükselecek bir siyasi temsili demokrasi mücadelesinin izini görmek bile nafiledir. İKP modern işçi hareketinin seküler, çağdaşlık mücadelesinin, ortaçağ karanlıklarına karşı verilen mücadelenin bir ürünü olduğunu bilmiyor. Tersine korporatist İslamcılığa yeşil ışık yakmaktadır.

Engels 1891’de ERFURT PROGRAMI’NIN Eleştirisi’nde sorunu şöyle kor: “Birincisi. -Bir şey kesinlikle bellidir. Bu, partimiz ve işçi sınıfının iktidara yalnızca demokratik cumhuriyet biçimiyle gelebileceğidir… Bana göre, proletarya yalnızca ‘bir ve bölünemez’ cumhuriyet biçimini kullanabilir. Yani, üniter cumhuriyet. Fakat günümüz Fransız cumhuriyeti anlamında değil… 5. Kilise ve Devletin birbirlerinden tamamen ayrılması. İstinasız tüm dini cemaatler devlet tarafından özel kurumlar olarak muameleye tutulacaklardır. Bunlar, hazineden gelen tüm
sübvansiyonları ve kamu okulları üzerindeki tüm etkilerini kaybedeceklerdir. (Bununla birlikte kendi özel araçlarıyla özel olarak kendilerine ait okullar kurmaları, bu okullarda kendi saçmalıklarını öğretmeleri yasaklanamaz) 6. “Laik okul” böylece kendi yerini bundan önceki paragrafta bulur ve yeri orasıdır.” (F. ENGELS; Erfurt Programı’nın Eleştirisi. 1891)

Türkiye’de demokrasi mücadelesinin can alıcı noktası Engels’inde belirttiği gibi, üniter, laik, bir ve bölünemez cumhuriyet için mücadele, serbest seçimler, egemenliğin kayıtsız şartsız halka ait olduğu demokratik cumhuriyet mücadelesidir. 12 Eylül diktatörlüğünün ülkeye giydirdiği tüm kurumların ve anayasanın tamamen lağvedilmesidir.

Bundan dolayı bir sınıf partisi olarak her işçi partisinin baş talebi nispi temsil temelinde serbest seçimlerle oluşturulacak BİR KURUCU MECLİS VE YENİ BİR ANAYASA için mücadele olmalıdır. Biçim ve İçeriğine yalnızca halkın özgür iradesinin karar vereceği Kurucu Meclis için mücadele; barajsız ve engelsiz siyasi temsili demokrasi için mücadele, tüm 12 Eylül diktatörlüğünün kalıntılarının lağvedilmesi için mücadele Türkiye’de sınıf mücadelesi ve işçi hareketinin canlanmasında bir sıçrama noktası olacaktır.

İKP programında Türkiye’de siyasi demokrasinin can alıcı ilkelerinden birisi olan azınlık ulus ve ulusların kendi kaderlerini kendilerinin tayin etmesi gibi bir prensibe rastlanmazken, İKP programı, “Türk ve Kürt işçilerin kardeşliğini ve birliğinin savunur. İKP Türkiye’nin demokratik siyasi birliğin baskıcı yönetim tarzları ile değil, demokratik hak ve özgürlüklerin genişletilmesi yoluyla mümkün olduğu inancındadır.”

Türk ve Kürt işçilerinin kardeşliği ve birliği öyle havanda su döver gibi boş laflarla gerçekleştirilemez. Ulusların kendi kaderlerini kendilerinin tayin etme hakkı ayrılma hakkını içerir. Ayrılma hakkı olmaksızın ulusların kendi kaderlerini kendilerinin tayin etme gibi bir ilke yoktur. Birlik ve kardeşlik ancak Kürtlerin tarihsel meşru bir ulus olduklarının tanınmasıyla mümkündür. Laik cumhuriyetin en büyük işlevlerinden birisi Kürtlere meşru ulus olmak haklarının tanınmasıdır. Türkiye proletaryası ve sınıf partileri bunun için mücadele etmek zorunda ve her türden “milli” parti ve hareketlerle ‘birlikler’ veya ‘cephelere’ karşı mücadele ederken işçi sınıfının birliğini savunmak zorundadırlar. Bu bağlamda proletarya ve onun siyasi partileri, PKK ve onun türevleri olan HADEP, DTP veya benzeri hareketlere işçi sınıfının birliğini parçalayıcı, proleter devriminin önüne ulusalcı engeller dikici politikalarında en ufak destek vermezler ya da bu yolda onlarla işbirliğine girmezler.

Bu hususta Troçki şöyle der: “Bolşevik partisi ezilen ulusların kendi kaderlerini kendilerinin tayin etmesi haklarını, Çarlık Rusya’sında ki bir sürü küçük burjuva “ulusal” (Polonya’da Pilsudski’nin partisi PPS, Ermenistan’da “Taşnaklar”, Ukraynalı milliyetçiler, Yahudi Siyonistler, vs..) partilerle şarlatan “anti-emperyalist blokları net bir şekilde reddederek proleter sınıf mücadelesi metotlarıyla savunuyordu.” ( Troçki; Yazılar 1935)

İKP programının diğer bir çarpıcı yanı ise şudur: Programda Laik Cumhuriyet için bir mücadele ilkesinin izine rastlanılmamasıdır. Laik, seküler olmayan bir parti, proletaryanın modern bir sınıf partisi değildir. Laiklik ve laik cumhuriyetin kazanım ve savunusu proletaryanın en temel görevlerinden birisidir. Oysa İKP, programında şöyle der: “İKP din ve vicdan özgürlüğünü savunur. Diyanet İşleri demokratikleşmeli, bütün dinlere ve mezheplere eşit hizmet verilmelidir. Evrensel insan hakları ve onuru ile çelişmeyen şekilde bütün dini inançlar ve inanmayanlar kendilerini serbestçe ifade edebilmelidirler. Nüfus cüzdanlarında dini ibare olmamalı, din dersleri seçmeli olmalıdır. Kamu görevlileri dışında üniversitelerde başörtüsü/kıyafet yasağı kaldırılmalıdır.”

İşçi sınıfının partisi olduğunu iddia eden İKP, Engels tarafından 1891’de altı çizilen laiklik tanımını tamamen reddederek laiklik ve çağdaşlık (Dünyevileşmek- Sekülarizasyon) ilke ve mücadelesini bir kenara koyarak Vatikan ve Hilafete teslim olmakta; Vatikan, kilise ve ruhban sınıfın, hilafetin, Taliban ve mollaların modern toplumları yönetmek, bunları ortaçağ karanlıklarına götürmek ve bunun için de laikliğe karşı bitmeyen saldırı ve girişimlerine karşı proletaryayı değil mücadeleye çağırmak, tersine “bütün dinlere ve mezheplere eşit hizmet verilmesi” gerekçesiyle Programlarında laikliğe yer vermemektedirler. İKP ve onun kurucu çekirdeği olan PBG SOSYALİZM grubu, Engels’in Alman sosyal-demokrat işçi partisinin programına alınmasını istediği şu laiklik; “… 5. Kilise ve Devletin birbirlerinden tamamen ayrılması. İstinasız tüm dini cemaatler devlet tarafından özel kurumlar olarak muameleye tutulacaklardır. Bunlar, hazineden gelen tüm sübvansiyonları ve kamu okulları üzerindeki tüm etkilerini kaybedeceklerdir. (Bununla birlikte kendi özel araçlarıyla özel olarak kendilerine ait okullar kurmaları, bu okullarda kendi saçmalıklarını! öğretmeleri yasaklanamaz.) 6. ‘Laik okul’ böylece kendi yerini bundan önceki paragrafta bulur ve yeri orasıdır” tanımını niçin reddettiğini ve neden programına koymadıklarını açıklamak zorundadırlar. Din kişinin bireysel bir tavrıdır. Bireylerin düşünce ve ifade özgürlüğü ve hakkı zaten bu sorunu çözer. Din, hiç bir biçimde asla kamu alanına giremez. Kamu alanlarında ve okullarda hiç bir dini sembol ve tanıma yer yoktur. Bunun aksi, kamuya ait her yere ve okullara İsa Mesih’in heykellerini dikmek veya Papanın resimleri asmak, molla ve ruhban sınıfın cüppeleriyle fetvalar yağdırmasını istemektir. Laik devlet “din özgürlüğü” adına bunlara izin veremez.

İKP programının son derece hafife aldığı ve yalnızca bir kaç satırla açıklamayı yeğlediği, ancak şu an Türkiye proletaryası ve tüm halk yığınları için son derece büyük bir tarihsel öneme sahip olan Avrupa Birliği ve Türkiye ilişkilerine hiç değinmemesidir. Oysa bu sorun Hem Avrupa işçi sınıfı, hem de Türkiye işçi sınıfı için içinde yaşadığımız tarihsel dönemde büyük bir belirleyici sorundur. İKP yalnızca Avrupa birliğini sermayenin birliği olarak tanımlayıp, ardından “Emperyalizmin kıskacından kurtulmuş bir Ortadoğu, eşitlik ve kardeşlik temelinde yükselen bir Türkiye” başlığı altında şunları yazmaktadır: “Ortadoğu halklarının gerçek özgürlüğü milletlerin kendi kaderlerinin tayin hakkını gözeterek, Türk, Arap, Kürt ve Fars işçi ve emekçilerinin birliği yoluyla bütün halkların kardeşliği ve dayanışmasının sağlanması ile mümkündür.” PSG’nin daha önceki yazılarında yer alan “Sosyalist Ortadoğu Federasyonu” yerini şimdi Bağımsız bir Ortadoğu ve Türkiye’ye bırakıyor. Bu yazının amacı IV.Enternasyonal’in Ortadoğu politikası olmadığı için, kendimi yalnızca Türkiye’nin tarihsel yeri, Avrupa Birliği ve Türkiye ilişkileriyle sınırlandıracağım.

İKP ve Avrupa Birliği

PBG SOSYALİZM yazı kurulu şöyle der: “Avrupa Birliği ise emperyalistler arası rekabette büyük güç olabilmek için kurulmaya çalışılan bir birliktir. Zengin kapitalist Avrupa ülkelerinin bu birliği genişlerken, Doğu Avrupa’nın işçileri Avrupalı patronlara ucuz iş gücü olmakta, birliğin diğer ülkelerindeki kazanımlar da gerilemektedir. Avrupa Birliği tüm kapitalist birlikler gibi işçi düşmanıdır; kurtuluşumuz olarak gösterilemez! Avrupa Birliği’ne hayır!” Evet hepsi bu kadar. Ya işçilerin kendi hükümeti, ya Kıyamet! diye bağıran PBG’nin solcu peygamberliği kendi mesyanik vahiylerinde Avrupa Birliği’ni yalnızca üç dört cümleyle belirtirken, Birinci Dünya Savaşı sonundan bu yana kadar sürmekte olan dünya emperyalist ülkeler arası ilişkileri, emperyalist güçler arasındaki güçler dengesindeki değişikleri ve bu konularda Lenin ve Troçki’nin gözlem ve incelemelerini bilmeksizin Avrupa Birliği’ni bir sürü Pablocu ve Stalinist yazarlar gibi emperyalist rekabette ‘büyük güç’ olabilmek diye tanımlamaktadır. Pablocu önderlerden Ernest Mandel, 1960 yıllarında söz konusu bu ‘Büyük Güç’ olmayı ” Avrupa Meydan Okuyor” diye belirtiyordu.

İKP ise kendi programında Avrupa Birliği’ni, “Avrupa Birliği: Sermayenin Birliği” başlığı altında şöyle tanımlar: “Amerikan emperyalizminin, yani tekellerin ve uluslararası mali şirketlerin hedefi bellidir; dünyanın tek ve mutlak efendisi olmak. Avrupa Birliği de emperyalistler arası rekabette büyük güç olabilmek için kurulmaya çalışılan bir büyük patronlar birliğidir.”

PBG ve İKP’ye göre bir yanda Amerikan emperyalizmi, tekeller ve uluslararası mali şirketler var, bir yanda ise emperyalistler arası rekabette “büyük güç” olmaya çalışan “büyük patronlar” var. Sanki bu patronlar tekellerden ve mali şirketlerden yoksun, ama yine de “emperyalistler arası rekabette “büyük güç” olarak, dünyanın mutlak efendisi
olmaya çalışan ABD emperyalizmine karşı mücadele ediyorlarmış gibi sunuluyor. Emperyalist arası rekabetten söz edilince çeşitli emperyalist devlet ve güçlerin varlığı ve bunlar arasındaki mücadelenin varlığı söz konusudur. Ancak PBG ve İKP, bir yana ABD emperyalizmi ve tekelleri koymakta, diğer yana ise “büyük” patronları yerleştirmektedir. Böylece Emperyalizm ve Kapitalizm hakkında kendi saflıklarını net bir şekilde ortaya koymaktadırlar.

PBG ve İKP yazarları, İkinci Dünya Savaşı sonundan beri dünya kapitalizmindeki ilişkileri ve değişen güç dengelerini Pablocu ve çeşitli Stalinist veya radikal sol aydınlar gibi açıklamayı sürdürüyorlar.

Lenin ve Troçki’nin incelemelerine değinmeksizin İkinci Dünya Savaşı öncesinde emperyalistler arası ilişkiler ve güçler dengesi üzerine özetle şunları söyleyebilirim:

İkinci savaş öncesi klasik Leninist emperyalizm tanımı bağlamında dünyada başlıca beş tane emperyalist ülke vardı. Bunlar sırasıyla ABD, İngiltere, Fransa, Almanya ve Japonya idi. Savaş sonrası ise ortada yalnızca ABD, İngiltere ve Fransa kalmıştır. İkinci Dünya savaşı içinde tüm Avrupa ülkeleri ve Japonya tükenmiş ve harap olmuş, hatta Japonya’nın anayasası bile bir Amerikalı general tarafından yazılmıştır. Sonuç olarak tüm Batı ve Türkiye dahil Güney Doğu Akdeniz, Avrupa ülkeleri ve Uzak Doğu’daki Japonya, ABD emperyalizminin mali ve siyasi egemenliği altına girmiş, harap olmuş Almanya, Japonya ve diğer Batı Avrupa ülkeleri ABD’nin mali yardım ve borçlarıyla kalkınabilmişlerdir.

Uluslararası para birimi olarak DOLAR altına eş değer olarak kabul edilmiş, ve ABD dışındaki tüm ülkeler ulusal paralarını dolar bazında belirlemeyi kabul etmişlerdir. Artık ALTIN, ABD dışındaki diğer tüm ülkeler için kendi ulusal paralarının değerinde eşdeğer birimi olmaktan çıkmış, bunun yerini DOLAR almıştır. Yani, DOLAR diğer ülkelerin merkez bankaları için bir rezerv olmuştur. ABD dışındaki tüm diğer ülkelerin paralarının değeri kendi merkez bankalarındaki dolar rezervlerine göre belirlenmeye başlamıştır. ABD dışındaki tüm ülkelerin merkez bankaları artık kendi paralarının değerlendirilmesinde ALTINI bir rezerv tutmaktan çıkarmışlardır. İkinci Dünya Savaşı sonrası dünya kapitalizminde Dolar tek mutlak güç olarak dünya ekonomisinde kendi diktatörlüğünü kurmuştur. Diğer ülke ekonomileri dolara bağımlı olurken, dolar yalnızca Amerikan Merkez Bankası ve Washington tarafından yönetilmiş ve hala öyledir. Bu bağlamda Avrupa Merkez Bankası uluslararası mali piyasada tamamen Dolara bağlı ve bundan dolayı Washington tarafından yönetilmektedir. Bu durum, Troçki’nin İkinci Savaş öncesi ABD emperyalizminin geleceğine ilişkin yaptığı gözlem ve incelemelere hiç de yabancı değildir. Lenin’den Sonra Üçüncü Enternasyonal eserinde Troçki şöyle konuşur:

“Son zamanlarda komünist basının başlıca organları, Birleşik Devletlerde ticari ve endüstriyel bir krizin yaklaştığını çağrıştırarak Amerikan hegemonyasının önemini -kağıt üzerinde- azaltmaya gayret sarf ediyorlar… Ancak bundan Kuzey Amerikan hegemonyasının zayıfladığını çıkarmaya yeltenmek hiç bir şeye tekabül etmiyor ve yalnızca stratejik düzeyde çok büyük hatalara götürecektir. Oysa bunun tam tersi doğrudur. Kriz döneminde, Birleşik Devletlerin hegemonyası büyüme döneminkinden çok daha acımasızca, çok daha açık, çok daha bütün olarak kendini hissettirecektir. Birleşik Devletler, her şeyden önce Avrupa’nın aleyhine kendi zorluklarını, kendi güçlüklerini tasfiye edecek ve yeneceklerdir; bunun Asya’da, Kanada’da, Güney Amerika’da veya Avrupa’da yaşanması -geçmesi- pek önemli değildir; Bunun “barışçıl” veya askeri araçlarla olması pek önemli değildir.” (Troçki; Lenin’den Sonra Üçüncü Enternasyonal)

Burada görüldüğü gibi Troçki dünya kapitalizminin geleceğini herkesten önce gören ilk Marksist militandır. Avrupa’nın bugün geldiği durumu Troçki 1930 yıllarında görmüştü. “Avrupa Birliği” öyle emperyalistler arası rekabette ‘büyük güç’ olabilmek için kurulan büyük patronlar birliği değil, tersine Avrupa Kıtası üzerinde ABD emperyalizminin egemenliğinin bir ifadesidir. Bu bağlamda ABD emperyalizmi, dünya kapitalist ekonomisinde “süper” bir güç ve Amerikan sermayesi önündeki tüm engelleri; ulusal devlet sınırlarını, gümrük duvarlarını, sınıf mücadelesi, vs gibi tüm engel ve zorlukları ister “barışçıl”, ister askeri araçlarla yıkarak kendine ait dünya çapında bir “süpra-nasyonal” kapitalizm kurmaya çalışmaktadır. ABD’nin bu çabası karşısında bazı Avrupa ve Japon sermaye çevrelerinin mali güçleri çok cılız kalmaktadır.

Avrupa Birliği bugün Amerikan sermayesi için ulusal devlet ve gümrük duvarlarının kaldırıldığı bir “serbest pazar ekonomisi” alanıdır. ABD komutasındaki NATO’nun Doğu Avrupa ülkelerine açılması ve Türkiye de dahil tüm Avrupa ülkelerinin ABD komutasında olduklarını unutmamak gerekir. ABD mevcut bu “serbest pazar alanına” yeni bir siyasi çehre vermek ve Avrupa Birliği’nin koşulsuz ABD ve NATO’ya bağımlı kılınmasını istemekte, ancak ‘Yaşlı Avrupa’ proletaryası ve halkları tarafından büyük bir dirençle karşılaşmaktadır.

Tarihsel, sosyal ve ekonomik ilişkiler açısından baktığımız zaman Türkiye bir Ortadoğu ülkesi değil, tersine bir Avrupa ülkesidir. Dünya ekonomisindeki toplumsal ve ekonomik bağıntılar toplamında ele aldığımız zaman Türkiye’nin merkez Avrupa ülkelerinin çevre Avrupa ülkeleri arasında yer aldığı açıkça görülebilir. Tarihsel akışa direnilemez. Çünkü tarihin yasaları her şeyden daha güçlüdür.

Ancak bütün bu tarihsel gerçeklere rağmen PBG SOSYALİZM grubu ve onun kurduğu İKP, Türkiye’yi Ortadoğu ülkeleri arasına yerleştirmekte, Avrupa Birliği’ni şu veya bu şekilde açıklamakla yetinip, Avrupa Birliği ve Avrupa Komisyonu’nun her gün Türkiye’ye verdiği direktifler karşısında sessiz kalmayı yeğlemektedir. Türkiye’de yürürlüğe konulan özelleştirmeler, emekçi halk yığınlarının tüm kazanımlarını yok eden ve Türkiye işçi sınıfı ve ezilen halk yığınlarını köleleştirmeyi amaçlayan Avrupa Birliğine yalnızca hayır demekle yetinip, Avrupa Komisyonu’nun tüm yıkıcı direktiflerine dur demek için; Avrupa Birliği’ne katılım müzakerelerinin derhal durdurulması için geniş kitlelerin harekete geçirilmesini düşünmemekte, işçi sınıfı ve geniş kitleleri Avrupa proletaryası ve emekçi yığınlarıyla ortak eyleme çağırmamaktadır.

Bu konularda proletaryayı aydınlatmak yerine, Türkiye İşçi sınıfı ve geniş halk kitlelerine muhtemel bir “Demokratik Ortadoğu” veya muhtemel bir “Sosyalist Ortadoğu” perspektifi ve planlarını sunmaktadır. PBG ve İKP’nin bu tavrı aslında Türkiye proletaryası ve geniş emekçi kitlelerin şu an önünde bulunan ve tarihsel bir önem taşıyan hayati derecede stratejik bir sorunu görmezlikten gelip, gözünü Ortadoğu’ya çevirerek önümüzdeki bu stratejik görevden kaçmak demektir.

Türkiye’nin yeri kesinlikle ‘Avrupa Birliği’ değil, gelecekte ki “Avrupa Sosyalist Devletler Birliği”dir. Ancak buraya varmanın yolu Avrupa Birliği’nin kırılmasıyla mümkün olacaktır. Bundan dolayı Türkiye proletaryası ve geniş emekçi kitleler diğer Avrupa ülkelerindeki kardeşleri olan tüm Avrupa proletaryası ve emekçi kitlelerle bir ve beraber Avrupa Birliğine karşı ortak mücadele etmek zorundadır. Bu bağlamda müzakerelerin derhal kesilmesi ve Avrupa Komisyonu’nun direktiflerin durdurulması için emekçi kitleleri harekete geçirmek gerekir.

İKP ve Enternasyonalizm

İKP VE PBG Grubunun Enternasyonalizmden anladığı kendi ifadeleriyle şöyledir: «Büyük patronlar nasıl dünya çapında bir örgütlenme yürütüyorlarsa, dünya işçileri ve ezilenler de dünya çapında bir ortak örgütlenme inşa etmek zorundadırlar. Bu ortak örgüt, dünyadaki bütün işçi mücadelelerini birleştiren, onlar arasındaki dayanışmayı ve tecrübe alış verişini sağlayan bir işçi ve ezilenler cephesi olmalıdır. Dünya işçi sınıfının ve ezilenlerinin politik (siyasi parti) ve ekonomik (sendikalar) örgütlerini bir araya getirecek böyle bir cephe, işçi sınıfının kurtuluş mücadelesi yolunda çok büyük bir ileri adım olacaktır.”

Marksist bağımsız sınıf politikasına göre “böyle bir cephe” çok büyük bir ileri adım değil, tersine işçi sınıfının kurtuluş mücadelesinde proletarya ve onun devrimci önderliğine bir köstek olacaktır.

Bu bağlamda Marks’ın Gotha Programı’nın eleştirisine bakmak gerekir. Öyle Lenin’e, Troçki’ye bakmak gerekmiyor. Marks şöyle der:

“Peki Alman İşçi Partisi, enternasyonalizmini neye indirgemektedir? Çabasının sonucu ‘halkların uluslararası kardeşliği’ olacağı bilincine -burjuva bir kuruluş
olan Barış ve Özgürlük Ligası’ndan ödünç alınmış, işçi sınıflarının egemen sınıflara ve onların hükümetlerine karşı ortak savaşımında, uluslararası kardeşliğin bir eşdeğeri gibi yutturulmak istenen parlak bir ifadeye. Onun için Alman işçi sınıfının uluslararası işlevleri hakkında tek sözcük yok! …

Gerçekte, programın enternasyonalizmi, Serbest Ticaret Partisininkinden çok daha gerilerdedir. Bu parti de, hareketinin nihai sonucunun “halkların uluslararası kardeşliği” olduğunu iddia ediyor. Ama bu parti hiç değilse, her halkın kendi ülkesinde ticaret yapmasıyla yetinmeyerek, değişime uluslararası bir nitelik kazandırmak için bir şeyler yapıyor.

İşçi sınıflarının uluslararası hareketi, hiç de Uluslararası İşçi Birliğinin varlığına bağlı değildir. Enternasyonal, bu harekete bir merkezi organ kazandıracak bir ilk girişimdi; harekete kattığı hızdan ötürü uzun vadeli sonuçlar vermiş, ama Paris Komünü’nün düşmesinden sonra ilk tarihsel biçimiyle uzun süre varlığını sürdüremeyen bir girişim.” (K.Marks; Gotha Programı’nın Eleştirisi)

Buradan da anlaşıldığı kadar Marks’ın enternasyonalizmiyle İKP’in enternasyonalizmi birbirinden farklıdır. Marks bir cepheden değil, uluslararası işçi hareketine merkezi bir organ kazandırmaktan bahsediyor. İKP ise Türkiye işçi sınıfının siyasi bağımsız partisi olduğunu iddia ederek siyasi parti ve sendikaları bir araya getirecek bir cepheden bahsediyor. Oysa Marksist politikada parti ve cephe bir birinden son derece ayrı kavramlardır. İKP, cephe adına enternasyonalizmi reddetmektedir.

Yazan: Adem Topal (6 Ekim 2006)

Yorumlar kapalıdır.