Devlet çöktü, yaşasın devlet!

Evet, devlet aygıtı çökmüş durumda. Bütün yozlaşmışlığını ve pisliğini de göz önüne sererek… 15 Temmuz darbe girişiminin yenilgiyle sonuçlanmasının ardından başlatılan “FETÖ”cüleri tasfiye süreci öyle bir boyut almış durumda ki, AKP içerisinde dahi “cadı avı” benzetmeleri kullanılır oldu. Askeriye, bürokrasi ve kamu sektöründe yapılan tasfiyenin rakamları Türkiye tarihinin en yükseği. Öyle ki, memlekette başarı ile sonuçlanan darbelerden sonra dahi böyle bir tasfiye süreci yaşanmamıştı. İşin hükümet ayağında da panik ile beceriksizliğin iç içe geçtiği, “o kurumu buraya, bu kurumu şuraya bağlayalım, sonra sıkıntı olursa yeniden düzenleriz” havası hâkim. Sanırsın devlet yönetmiyorlar da yapboz yapıyorlar…

Tabii devlet aygıtının yeniden inşası süreci rejimin nereye doğru evrileceği meselesi ile doğrudan ilintili olduğu için de kafalar bir hayli karışık. Bir de bu OHAL’li inşa olunca karışıklığın dozu da artıyor… Milli mutabakat mı, “durmak yok yola devam mı”? Ata’nın mı izindeyiz Adam’ın mı, yoksa ikisini birden aynı anda izleyebilir miyiz? RTE ulusun önce “yıkıcı babası” olup ardından bir de “yeniden kurucu babası” olarak Bonapartizm tarihine adını altın harflerle yazdırabilir mi türünden sorular… Mutlaka birilerini izlemek gerekiyorsa biz de biraz Marx’ın izlerine dönelim. Ama tabii yukarıdakiler gibi “yobazca” değil, aksi halde Marksizmin doğasına aykırı davranmış oluruz. “RTE’nin on sekiz Brumaire’i” ya da daha doğru bir ifadeyle “RTE’nin 15 Temmuz’u” olabilecek bir süreçten geçerken, “Louis Bonaparte’ın on sekiz Brumaire’i” ‘nde bakın ne demiş Marx:

İnsanlar tarihlerini kendileri yaparlar, ama onu serbestçe kendi seçtikleri parçaları bir araya getirerek değil, dolaysızca önlerinde buldukları, geçmişten devreden verili koşullarda yaparlar. Tüm göçüp gitmiş kuşakların oluşturduğu gelenek, yaşayanların beyinlerine bir kâbus gibi çöker. Kendilerini ve bir şeyleri altüst etmekle, şimdiye dek hiç olmamışı var etmekle uğraşıyor göründükleri esnada, tam da böylesi devrimci kriz dönemlerinde, endişe içinde geçmişten ruhları yardıma çağırır, onların adlarına, sloganlarına, kıyafetlerine sarılır, dünya tarihinin yeni sahnesinde bu eskilerde hürmet edilen kılıklara bürünür ve bu ödünç dille oynamaya çalışırlar.

Evet, hiçbir şey sıfırdan başlamıyor, ne kadar öyleymiş gibi göstermeye çalışsalar da.

Konuş hafıza” ya da “yıkıcı baba”

RTE, iyisiyle kötüsüyle iktidarda olduğu on dört yıllık süreçte yaşadığımız tüm musibetlerin sorumlusu olarak, ulusun “yıkıcı babası” olmaya hak kazanmıştır. Darbe süreci yenilgiye uğramıştır, güzel de olmuştur, ama unutmayalım, darbe dinamiklerini işleten politikaların sorumlusu da RTE ve AKP hükümetleridir – Hrant Dink’in, Onur Yaser Can’ın, on dört yıllık dönemdeki tüm iş cinayetlerinin, kadın cinayetlerinin, Kürt halkına dönük katliamların ve burada sayamadığımız daha nicelerinin sorumlusu olduğu gibi- . Gerek dış politikadaki “bizim büyük çaresizliğimiz” durumu, gerekse de içerideki başkanlık hayalleri ve bu kapsamda muhalefeti ezmek, Kürtler ile savaşmak üzerine kurulu politika, rejim krizini derinleştirmiş, ülkeyi darbe sürecine getirmiştir.

Şimdi ise, darbe girişimini yenilgiye uğratmanın da avantajıyla, milletiyle bütünleşmekte, ulusun “yeniden kurucu babası” olmaya oynamakta, bu minvalde de toplumsal hafızayı yeniden yapılandırmaktadır. On dört yıllık iktidar döneminde “kötü” olan ne varsa üzerinden atmaya, kendisini ve partisini aklamaya çalışmaktadır. Eline de “FETÖ” gibi, her şeyi üzerine yıkabileceği bir koz geçmişken, vur Allah vur… Şu ana kadar “FETÖ”’ye mal edilmeye çalışılanların kısa bir listesi: Rus uçağının düşürülmesi, Roboski katliamı, Soma katliamı, Hrant Dink’in öldürülmesi, Onur Yaser Can’ın ölümü, barış sürecinin sekteye uğraması… Anlaşılan bu liste önümüzdeki dönemde daha da uzatılmaya çalışılacak, sanki on dört yıldır iktidarda başka bir parti varmış gibi. Mizahı biraz abartmaya kalksak hikâye, “bizi de iktidara “FETÖ”’cüler getirdi” (ki gerçeklik payı yukarıdakilerden daha çok) o zaman kendimizi de açığa alalım noktasına ulaşacak. Fena da olmazdı ya, neyse…

Bütün bu “aklanma” çabalarının hizmet edeceği konu ise toplumsal muhalefetin hafızasını temizleyerek, kaybedilen gücü yeniden ikame etme sürecinde zaman kazanmak ya da “sıfırdan başlamaya” çalışmak. Çelişkili gibi görünebilir ama RTE ve AKP en güçlü olduğunu sandığı dönemde bir anda kendini tarihinin en güçsüz sürecinde buldu.

Gücümüz güçsüzlüğümüzden gelir

Güçsüzlük meselesinin en başında bir darbe girişimiyle karşı karşıya kalmak ve iktidarı kaybetme noktasına gelmek oturuyor. Aynı zamanda darbe planlarının Erdoğan’ın en yakınında ya da sarayında hazırlanmış olmasını da buna eklersek tablo daha da karamsar hale geliyor. Bir nevi yalnızlaşma da diyebiliriz. Öyle bir tablo ki, sokak hareketinden oldum olası çekinen iktidar (ki kontrol edemeyeceği bir olgu olduğundan çekinmekte haklı), Gezi’deki tehditlerini saymazsak, tarihinde ilk kez sokağa çağrı yapmak durumunda kaldı. Ancak bu güçsüzlük olarak belirttiğimiz mesele çok da iyiye işaret değil, hele ki işin içinde Erdoğan varsa.

Tehlikenin bir boyutu yalnızlaşma ve etrafındaki kimseye güvenememe durumu nedeniyle OHAL ve KHK rejimine başvurarak ipleri kendi eline alması ve devlet aygıtını bu doğrultuda yapılandırmaya girişmesidir. Diğer boyut ise, iktidar bloğu içerisindeki yalnızlığını “milletiyle bütünleşerek” gidermeye çalışmasıdır ki, bu öyle çok da demokratik bir birliktelik değildir.1 Ve yine böyle bir dönemde, Marx’ın da dediği gibi “geçmişin adları ve sloganlarına” sığınmaktadır ki, Türkiye tarihi buna pek yabancı değildir: Başkomutan, “Adam izindeyiz”. Buram buram Bonapartizm kokan bu tabloyu biraz daha tamamlamak için popülist bir söyleme de başvurması gerektiğinin gayet bilincinde olan RTE, AB ve ABD’ye karşı geliştirdiği “antiemperyalist” söylemiyle ulusun “yeniden kurucu babası” olmak için elinden geleni yapacağının sinyallerini vermektedir. Ama tabii arada başka beklentileri olanları da unutmamak lazım…

Milli mutabakat mı? Milli simülasyon mu?

Tüm bu yaşananlardan sonra bir “normalleşme” sürecine gidilmesini dileyenler, bekleyenler vardır. Bunların başında Türkiye büyük burjuvazisi vardır ve asıl kaygıları ekonomideki istikrarsızlığın bir nebze olsun dengelenmesi, yabancı yatırımların geri çekilmemesi ve ülkeye sıcak para girişinin durmamasıdır. Ayrıca, CHP ve MHP’den oluşan muhalefet partileri vardır. MHP zaten uzunca bir süredir, “devleti Devlet yönetecek” çizgisinden, “devlete Devlet yedeklenecek” çizgisine geçtiği için üzerine çokça tartışmaya gerek yoktur. CHP ise aldığı darbe karşıtı tutum, ardından saray ve başbakan ile gerçekleştirdiği toplantılar sonucunda “milli mutabakata” dair toplumun belirli kesimlerini umutlandırmıştır. Beklentinin AKP nezdinde de yansımasının olması, darbe girişimi sonrası yaşanmakta olan geçiş sürecinin bir sonucu olsa gerek. Sonuçta ortada çöken bir devlet var. Bir kısım devlet çöktü, yaşasın devlet diyor! Diğeri ise, devlet çöktü, yaşasın saray! Hâlihazırda herkes devletçi…

Kapalı kapılar ardında ne konuşulduğunu bilemesek de ortada “milli mutabakat” olarak görülebilecek olgular üslup değişmesi ve anayasa görüşmesidir. Bir de Yenikapı mitingi vardır ki, o da “milli simülasyon” olmanın ötesine geçememiştir.

Burada CHP’ye bir yer açmakta fayda var. CHP önderliğinin darbe karşıtı tutumunu OHAL’e karşı sürdürmemesi, ki parlamentonun yetkileri biraz daha az tırpanlanmış olsaydı CHP’de OHAL’i tam anlamıyla kabul edecekti ve darbe sürecinin sorumlusu olan AKP ve saraya karşı bir tutum geliştirmemesi not edilmesi gereken hususlar. Sonuçta, yaşanan tasfiye sürecinden sonra devlet aygıtının içi bir hayli boşalmış durumda ve bu kadro açıklarını doldurmak için de CHP, “pastadan pay almaya”, “neden olmasın” diyerek yaklaşmakta. Eskinin düşmanı, yeninin dostu olarak orduya dâhil olabilecek Ergenekon ve Balyozcular CHP’yi umutlandırırken, Türkiye’de rejim krizi açısından önemle takip edilmesi gereken bir nokta. Ne de olsa, TC ordusuna mensup olup dört, beş yıl “nedensiz” yere içeride yatmış insanlardan bahsediyoruz!

Kısacası, büyük burjuvazi, CHP, MHP ve AKP’nin bir bölümünde bir “milli mutabakat” beklentisi olsa da bu birlikteliğin temelleri üzerine net herhangi bir söylemin açığa çıkmaması ortada sadece bir niyet olduğunu düşünmeye itiyor. Ama Erdoğan’ın da niyetleri var…

Hiçbir şey sıfırdan başlamayacak

Her şey kaldığı yerden de devam edebilir. Başkanlık projesi gibi… Darbe öncesinde, hâlihazırda fiili başkanlıkla yönetilirken, RTE, OHAL ile kafasındaki düzenlemeleri fiiliyata geçirme fırsatı bulmuş durumda. Ama öncelikle güven tazelemesi gereken kesimler var. Bunların başında Türkiye büyük burjuvazisi geliyor. Bu cenahın beklentisini ise ekonomide göreli “istikrarın” sağlanması, güvencesiz ve esnek çalışmanın önünün daha da açılması ve ekonomik anlamda Türkiye’nin göbekten bağlı olduğu Batı sermayesi ile ilişkilerin toparlanması oluşturuyor. Saray rejiminin ise elinde OHAL ve KHK gibi işçi sınıfına karşı kullanabileceği bir güç mevcut. Zaten şu ana kadar bireysel emeklilik sistemini ve kamu sektöründe uzun süreli kadro yerine esnek, mülakata dayalı çalışma düzenini hayata geçirerek emeğe dönük saldırılara kaldığı yerden devam etmekte. Ayrıca yine OHAL’i bahane göstererek Tedi işçilerinin direnişine saldırması da ulusun “yeniden kurucu babasının” sınıf karakterinin tescili.

Öte taraftan dış politika ve emperyalizmle ilişkiler meselesi var ki, AKP’nin “ustalık” döneminin şaheseri olarak karşımızda duruyor. Darbe sonrası süreçte, yukarıda da değindiğimiz gibi popülist bir “antiemperyalist” söylemle ABD ve AB’ye saldıran Erdoğan’ın, bir yandan da Putin ile görüşmesi kafalarda, “acaba Türkiye Batı Bloğundan uzaklaşıyor mu” sorusunu yarattı. Böyle bir ihtimal her zaman geçerli olabilecekken, şimdilik o noktanın epey uzağında olduğumuzu söyleyebiliriz. Putin ile görüşme bu konuda önemli bir örnek olsa da, RTE’nin dış politikadaki sıkışmışlığına, “eski dostunun tankla gelmesi” eklenince, kapı komşusuyla arayı düzeltmeye çalışması anlaşılır, hele bir de Suriye politikasında bataklığa saplanmışken. Keza kısa vadede Ortadoğu politikasında kendisine biraz hareket imkânı yaratmak durumunda. Emperyalizm konusunda ise, ortada Erdoğan’dan kaynaklı bir güven sorunu olduğu aşikâr. Kendisi de bunun farkında olacak ki, kullandığı “antiemperyalist” söylemi bu minvalde şekillendiriyor. Türkiye ekonomisinin kırılganlığı, yabancı yatırımların kesilmemesi ve sıcak para girişi ihtiyacı düşünüldüğünde ve tarihsel olarak Türkiye büyük burjuvazisinin Batı sermayesiyle yakınlığı ve TC ordusunun NATO ile ilişkisi göz önüne alındığında RTE’nin söyleminin tam da içinden geçmekte olduğumuz geçiş döneminin bir ürünü olduğunu söylemek çok da abartılı olmaz. Sonuçta emperyalizme karşı oynamaya çalıştığı tek kozu mülteciler.

Memleketin rejim krizinin can damarı olan Kürt meselesinde ise değişen hiçbir şey yok. Darbe girişimi sonrası yeniden bir “barış” ortamı yaratılır mı sorusu sıkça sorulmasına, liberal çevrelerden buna dönük bir basınç gelmesine ve hatta HDP’nin de yeniden görüşmelere başlanmasına açık olduğunu beyan etmesine rağmen saray rejiminden buna dönük bir hamle gelmedi. Gelmediği gibi de HDP ne saraydaki liderler zirvesine ne de anayasa görüşmelerine davet edildi. Hükümet ilk elden Kürtlere dönük açık bir saldırı uygulamasa da, kısa vadede “normalleşmeye” dönük de bir sinyal vermedi. Hâlihazırda OHAL yasası ile beraber valilerin kazandığı yetkileri Kürt illerinde belediyelere karşı kullanabileceği ve belediyelere kayyum atanma ihtimalleri önümüzdeki dönemde çubuğun ne yöne bükülebileceğine dönük izlenim verebilir. HDP binasına dönük yapılan saldırı ya da vekiller üzerindeki yasal süreçlerin halen devam ediyor oluşu, Hakkari ve Şırnak’ın il olmaktan çıkartılıp yeni düzenlemeler yapılması da sarayın niyetleri açısından öneme haiz. Son olarak da, üç gün içinde on binlerce kişinin darbeci olduğunu teşhis edip, müdahale edebilen ancak tek bir kişiyi, Hurşit Külter’i 27 Mayıs’tan bu yana bulamayan/bulmayan bir hükümetten söz ediyoruz, gerisini siz düşünün. Asıl önemli olan ise, buradan sonra saray rejiminin Kürt meselesinde alacağı tutum değil, HDP’nin alacağı tutumdur. “Barış” süreci uzun vadede başlar mı bilinmez, keza memleket önünü çok net göremiyor, ancak başlasa dahi, geçmişte olduğu gibi Türkiye kapitalizminin ihtiyaçları doğrultusunda ve ihtiyacı olduğu oranda yürütülecektir. Önümüzdeki iki ihtimalde de, ne “milli mutabakat” ya da “hafifletilmiş bonapartizm” ne de tam anlamıyla bir bonapartizmde, işçilerin, emekçilerin, Kürt halkının ve ezilen tüm kesimlerin ne yeri ne de çıkarı vardır.

At izi, it izi… Peki ya bizimkisi?

Yukarıdaki tabloda eğri daha çok ulusun “yeniden kurucu babasına” yakındır. Ancak “milli mutabakat” ihtimalinin de kapısı açıktır. İki ihtimalden hangisinin gerçekleşeceği meselesi, güçler dengesine, Türkiye kapitalizminin tercih edeceği yönetim biçimine bağımlıdır. Yine bu tabloya kapitalizmin çözüm bulamadığı dünya ekonomik krizinin politik krizlere dönüşme eğilimini eklemek gerekir ki, Türkiye’de bu krizden kendi payını almıştır, almaya da devam edecektir. Gerek ekonomik, gerekse politik açıdan… Önümüzdeki mesele tamamıyla bir sistem krizidir. Ne burjuvazinin iki cephesi vardır birbiriyle ölümüne bir iç savaşa girmiş ne de burjuvazinin ilerici bir temsilcisi vardır, “daha iyi bir kapitalizm” yaratabilecek. Zaten kapitalizm bile “bundan iyisi can sağlığı” noktasındadır ve tam da bu nedenle birçok ülkede otoriterleşme eğilimi gözlenmekte, ekonomik ve demokratik haklar üzerindeki baskı artmaktadır. Demokrasi kapitalizme fazla gelmektedir kısacası.

Burada bizim payımıza düşen de OHAL ve KHK rejimi vasıtasıyla elimizde zaten kırıntısı kalmış ekonomik ve demokratik haklarımızın tehdit altında olmasıdır. Saray rejimi OHAL’i kullanarak işçi sınıfına ve demokratik haklara dönük saldırılarına devam edeceğini göstermiştir. Bu noktada kendimizi, kapitalizmin bile kendisine çok gördüğü, salt bir “demokrasi cephesi” inşasından ya da “daha iyi bir kapitalizm mümkündür” (örneğin radikal demokrasi kategorik olarak bu sınıflandırmaya girmektedir) hülyasından kurtarmamız gerekmektedir.

Bu noktada, DİSK, KESK, TMMOB ve TTB’nin öncülüğünde oluşan “Emek ve Demokrasi için Güç Birliği” oluşumu oldukça önem kazanmaktadır. Keza bizim izimiz, sınıf bağımsızlığı vurgusuyla oluşturulacak, işçileri, emekçileri, kadınları, gençleri, Kürt halkını, Alevileri ve toplumun ezilen diğer tüm kesimlerini bir araya getirebilecek, demokratik, sosyal ve ekonomik taleplerin harmanlandığı bir acil eylem programının, birleşik işçi cephesinde vücut bulmasından geçmektedir.

1 Daha detaylı bir analiz için bknz. http://iscicephesi.net/2016/08/8638/

Yorumlar kapalıdır.