Kimliğimiz, Bedenimiz, Emeğimiz Bizim!

Sınıflı toplumların tarihi, kadınların yaşamında ayrımcılığın, tâbi olmanın ve ezilmenin tarihidir. Kadınların ezilmişliğini ve ikincil varlık olarak görülme koşullarını bugün yeniden üreten ise bizzat sınıfsal ve toplumsal eşitsizlikler üzerinde yükselen kapitalist sömürü ilişkileridir. Dolayısı ile bu sistem, cinsiyetçi iş bölümünü muhafaza ederek ve pekiştirerek, erkek egemenliğini sürekli var ederek; burjuvazinin bizleri daha iyi sömürebilme koşullarını örgütlemiştir.

Bu cinsiyetçi iş bölümü, aile, devlet gibi baskıcı kurumlar aracılığı ile kadını eve daha çok kapatmış ve üzerindeki baskıyı sürekli kılmış; belirli işleri ve en kötü sömürü koşullarını kadına layık görmüş; hukuk ve eğitim sistemi, ahlak yapısı ve diğer tüm kurumlarıyla kadının ikincil muameleye tâbi olmasının ve kadına yönelik şiddetin görünürlüğünü yitirmesinin koşullarını yaratmıştır.

Bu toplumsal kurumların devamlılığı ve kadını ezerek hükümranlığını daha iyi sürdürebilen erkek-egemen kapitalist düzen var oldukça; kadın ve erkeğin eşit bir şekilde var olması mümkün değildir. Dolayısı ile hiçbir yasa, reform kadın pratiğindeki bu ezilmeyi, bütünüyle değiştirmeye yetmeyecektir. Diğer yandan aynı sistemde işçi sınıfı üzerindeki sömürü, kadın emekçilerin üzerinde katmerleşir ve erkek-egemen kapitalist yapının yarattığı ve sürekli kıldığı şiddet, kadın olarak ezilmenin, baskı altında tutulmanın koşullarını canlı kılar. Dolayısı ile kadın sorunu, bu sistemden bağımsız olarak görülemeyeceği gibi, bunun için verilecek mücadele de kapitalist düzene karşı verilecek mücadeleden ayrı görülemez. Bu yüzden sorunu bir tür cinsler arası savaşa indirgeyemeyiz. Çünkü iki ayrı cins olsak da, aynı sınıfın mensubu, emekçiler olarak, prangalarımızla bu sisteme bağlıyız. İşte tam da bu nedenledir ki, eşitliğimizi elde etmemiz, erkek emekçilerle birlikte; bu sistemi ilga etmemizle mümkün olacaktır; fakat yüzyıllardır zihinlerimize sinmiş erkek egemenliğini kırmak; kadın olmamızın getirdiği özgül taleplerimizi, sınıf taleplerimizle birlikte haykırmak; yine biz emekçi kadınların örgütlülüğü ve erkek-egemenliğine karşı sürekli mücadelesi ile mümkündür.

Kapitalizmde kadının ev-içi emeği görünmez, çalışma hayatında da emeği, geçici ve ucuz niteliklidir. Türkiye’de, kadınlar ağırlıklı olarak ev-eksenli üretimde, çağrı merkezlerinde, temizlik ve hizmet sektörlerinde, serbest ticaret bölgelerinde, hiçbir sosyal hakkın ve örgütlenmenin olmadığı fabrikalarda çalışıyorlar. Ayriyeten sendikalı kadın işçi yüzde on civarında ve sendika yönetimlerinde kadının adı yok denecek kadar az.

Hele ki; günümüzdeki gibi kriz dönemlerinde emeğimizin maliyeti daha da düşer. Bizler ilk işten çıkartılanlar ya da ev-eksenli, enformel çalışma biçimlerine mahkum edilenler oluruz. Çoğunlukla ait olduğumuz yere, yani “ev”e gönderiliriz. Çalışma koşullarımız ağırlaşır, sosyal güvencemiz azalır. Yine bizim gibi krizden etkilenen kocamıza, babamıza destek olabilmek için ev içinde de harcadığımız emek artar. Ücretlerimiz normal zamanlarda erkeklerin biraz daha altındayken, bu gibi dönemlerde yarıya düşer.

Bunca sömürüye maruz kalırken; bir de, erkekler tarafından, sistemli olarak, şiddete maruz kalırız. Ve kadının uğradığı şiddet, yasalarla korunur, haksız tahriklerle cezasız kalır, tıp kurumlarının sahte raporlarıyla sokağa sürekli salıverilir. Dünyada her üç kadından biri fiziksel şiddete maruz kalıyor. Eşinden boşanan kadınların yüzde 76’sı ayrıldıktan sonra şiddete uğruyor. Sokakta, işyerinde, otobüste tacize uğrama korkusuyla yaşıyoruz. İşyerlerimizde patronlarımız bizi sömürmekle yetinmiyor, kadın olduğumuz için bizi taciz etmekte de sakınca görmüyor.

Yalnız bununla da sınırlı değil. Bu sistemde öldürülmemiz için; kadın olmamız yeterli! Türkiye’de son altı yılda 1091 töre ve namus cinayeti, 1190 can aldı. Adalet bunların birçoğuna “haksız tahrik” indirimi verdi. Sadece töresel değil, küresel cinayetleri de emperyalist savaşlar ile, bu dünyada görmek çok mümkün. Çünkü tecavüz bir savaş silahı; buna her ırk, dil, dine sahip kadın maruz kalıyor. Irak’ta, Filistin’de, Kürt coğrafyasında yaşanan savaş, kadınları daha da fazla mağdur ediyor. Öte yandan gözaltında emekçi ve devrimci kadınlar, taciz ve tecavüz yolu ile işkenceye maruz kalıyorlar.

Yaşadıklarımız alın yazısı değil, el yazısı! Bu yazgıya karşı kadınlar, tıpkı 8 Mart’ı kazandıkları gibi tarih boyunca sayısız mücadeleler verdiler ve hâlâ da vermeye devam ediyorlar. 1848 işçi devrimlerinde, 1872 Paris Komünü’nde, 1917 Rusya’da Ekim Devrimi’nde kadınlar işçi sınıfıyla birlikte en ön saflardaydılar. İşçilerin kazanımlarıyla birlikte kadınlar birçok hak elde ettiler.

Fakat bunların sürekliliğinin sağlanması, örgütlü birlikteliğimizle ve taleplerimizi her yerde ifade edebilmemize yarayacak araçları yaratmamızla mümkün!

İşte bu nedenle kurtuluşumuzu ne tarihi belli olmayan bir zamana erteliyor; ne de o günlerin bizi mucizevi bir şekilde kurtarmasını bekliyoruz. Bu yüzden, sendikalarımızda, partilerimizde, siyasi gruplarımızda erkek-egemen işleyişe karşı duralım, kadın olarak özgül sorunlarımızda bilinç sahibi olmak, taleplerimizi sınıf taleplerimizle birlikte örebilmek için kadın komisyonlarımızı yaratalım. Taleplerimizi, sınıf alanlarında haykırarak, daha çok emekçi kadınla bir araya gelelim!

Biz emekçi ve devrimci kadınlar, kurtuluşumuzu devrimci bir perspektif içine yerleştiriyor ve bunu sınıf mücadelesinden ayrı görmüyoruz. Dolayısıyla, erkek egemen kapitalist-emperyalist sistemin, zulüm gömleğini kadın ve erkek emekçiler olarak; ancak birlikte yırtabiliriz!

SSGSS yasası kaldırılsın!

Kayıt dışı, esnek, taşeron çalıştırma yasaklansın!

Ev kadınlarına kocaya veya babaya bağlı olmayan sosyal güvence ve emeklilik hakkı!

İşyerlerinde kadına yönelik şiddeti önleme birimleri!

Her mahalleye kadın sığınma evi!

İşyerlerinde doğum öncesi ve sonrası üçer ay ücretli izin! Her işyerine kreş ve emzirme odası!

Kadın cinayetlerine ağır yaptırım!

Tüm işyerlerinde pozitif ayrımcılık! Eşdeğer işe eşit ücret!

Tüm kadınlara ücretsiz doğum kontrol ve kürtaj hakkı!

Yazan: İşçi Cephesi (1 Mart 2009)

Yorumlar kapalıdır.