Okul-aile işbirliğinde son nokta!

İlköğretimin ilk basamaklarından beri çocuğun okula, sosyal hayata alışabilmesi için okul-aile işbirliğinin önemi bilinir. Okula başlayan çocuğun okul içindeki tavırları aileye aktarılır, aileler de çocuklarını yetiştirmek için okulla her türlü işbirliğine hazırdır.

Ancak çocuğun yetişmesinden ‘vatana millete hayırlı bir evlat’ olması, çocuğun sosyalleşmesinden toplumsal cinsiyet kalıplarına sıkıştırılarak toplum içinde ‘oturmasını kalkmasını bilmesi’ anlaşıldığında bu dayanışma ağları daha çocukken bizi saran örümcek ağlarına dönüşür.

Meryem Sökmen, Doğubayazıt’ın Tendürek Dağı eteklerindeki Somkaya Köyü’nde daha 12 yaşında, 5. sınıf öğrencisiydi. Okula gittiği o gün, dördüncü derste iddiaya göre ‘Seni seviyorum.’ yazılı notu bir arkadaşına verirken, sınıf öğretmenine yakalandı. Öğretmen de, ‘sınıfta dedikodu çıkmaması için’, notu Meryem’in okula çağırdığı koruculuk yapan babasına verdi. Ertesi gün okula gitmeyen Meryem, iddiaya göre, babasının kalaşnikofuyla kendisini 3 kurşunla öldürdü. Diğer kızının da 17 yaşında intihar ettiğini öğrendiğimiz anne ise, olay üzerine “Ben fazla bir şey bilmiyorum. Eğer kızım sevdiği birisi olduğunu söyleseydi, ben onunla evlendirirdim.” diyebildi.

Ya üniversitelerde?

Dayanışma temellerini bir kez atan okul idaresi ve aile, yıllar geçtikçe daha da kaynaşmış olacak ki; üniversitelerde de bu dayanışmanın etkileri sürüyor.

Geçtiğimiz günlerde bunun örneği Gaziantep Üniversitesi’nde görüldü. Rektör okuldaki ABD Büyükelçiliği yetkilisini protesto eden öğrencilerin ailelerine bir mektup gönderdi:

“Huzur ve güvenli eğitimin sürekli kılınması için hoşgörülü ve anlayışlı yaklaşımımıza rağmen, üniversitemiz öğrencisi …’nın kampus içerisinde yasadışı bildiri dağıtma, yürüyüş, toplantı gibi eylemlere katıldığı tespit edilmiştir. Öğrencinin olumsuz sonuçlarla karşılaşmaması bakımından (…) ailenizin de çocuğunuzla yasadışı eylemlere katılmaması bakımından görüşmesinin yararlı olduğu düşünülmektedir. Rektörlüğümüz ile işbirliği içerisinde güvenli eğitime yapacağınız katkılardan dolayı teşekkür ederiz…”

Rektörün mektupla ilgili açıklamaları ise en az mektup kadar korkunç: “Birinci hedefimiz bu öğrencileri eğitime kazandırmak ve rehabilite etmek. Emniyetle işbirliği içindeyiz elimizde bazı ipuçları var. Her ay emniyetten terör uzmanlarıyla, sosyal dairelerden arkadaşlarla ortaklaşa toplantı yapıp karar veriyoruz.”

Rektörlük tarafından çocuklar açıkça rehabilite edilmesi gereken suçlularmış gibi gösterilmiş, artık ‘veli’ dahi olmayan ebeveynlerden de çocuklarının ajanı olmaları istenmişti.

Her iki olayda da gördüğümüz; bugün eğitim kurumlarındaki idarecilerin, öğretmenlerin rejimin baskıcı karakterini ne denli içselleştirmiş olduğu. Bu baskının aileler vasıtasıyla, öğrencilerin yalnız okul hayatlarına değil, hayatlarının geri kalanına etkisinin ne kadar yıkıcı olabildiği. Bir tarafta düşüncelerini ifade ettiği için korkutulan, bastırılan gençler; diğer tarafta bu korku ve baskıyla hayatına son veren ya da öldürülen bir çocuk var. Üstelik bu iki olay yalnızca olayı yaşayanlara değil, yaşıtlarına küçüklerine de ibret olsun diye verilmiş dersler adeta.

Bu toplumun çürümüş değerlerini pekiştiren, bizi birbirimizin polisi haline getiren eğitim sisteminin tamamen değişmesi Meryemlerle birlikte ifadelerimizin de ölmemesi için acil bir zorunluluk.

Yazan: Canan Yılmaz,26 Ocak 2010

Yorumlar kapalıdır.