Bir kez daha ittifaklar, cepheler ve devrimci partinin inşası üzerine
Türkiye sosyalist hareketi uzun yıllardır bir kriz içerisinde. Sosyalist çevrelerin, güncel politikayı etkileyecek gücünün olmayışı “güçlü bir parti kurmanın yeni yolları nelerdir?” sorusunu sorduruyor. Referandum sürecinde Türkiye sosyalist hareketinin etkisizliği ve bu dönemde oluşmaya başlayan ittifaklar, aynı soruyu yeniden gündeme getirdi. Ancak yeniden gündeme gelen bu soruna, yeni cevaplar değil de her kriz anında tekrarlanan o meşhur cevap ile yaklaşılmaya devam ediliyor.
Devrimci parti mi, “en geniş cephe” mi?
Bir partiye olan gereksinimimiz, kapitalizmi yıkıp yerine yeni bir düzen kurabilecek olan tek sınıfın, yani işçi sınıfının verili mücadelesini iktidara yönlendirmek ve sınıfsız, sömürüsüz bir toplumuna yönelmek amacımızdan kaynaklanır. Bunun için de partimiz kapitalizmin doğurduğu güncel sorunlar ile, bir işçi devleti kurmak amacı arasındaki bağı kurmakla yükümlüdür. Eğer partimiz, güncel sorunlara cevaplar üreten parti programımız etrafında işçi sınıfının seferberliğini yönlendirebilirse, kapitalizme son verebileceğimize inanıyoruz.
İşçi sınıfı devrimcidir ve kapitalizmin yol açtığı her felakete karşı, devrimci bir savaşıma girebilir. Bunu sadece ezberden bilmiyoruz. Son olarak Tunus’la başlayan Arap devrimleri işçi sınıfının nasıl da bu sorunlar ile tek tek yüzleşebildiğini gösterdi. Ancak şunu da biliyoruz ki, özellikle Tunus devriminde gördüğümüz gibi işçi sınıfı kapitalizme karşı kendiliğinden bir mücadeleye girişebilse dahi, kendiliğinden bir biçimde bir işçi iktidarı kuramaz. Bu noktada bizim ihtiyaç duyduğumuz şey işçi sınıfının en gelişmiş politik bilinci olan partinin sınıfa öncülük etmesi ve iktidarın zaptını sağlamasıdır.
Kağıt üzerinde sosyalistlerin hemen tamamı bu argüman üzerinde anlaşmaktadır. Ancak bu anlaşmaya şu meşhur karşı argüman derhal eşlik eder: “Türkiye’de işçi sınıfının mücadelesi artık yeterince güçlü değil. O dönem kapandı! Bizim güçlü partiler inşa edebilmemiz için tüm muhalifleri, birbirleri ile çatışmadan bir araya getirmemiz gerekmektedir.”
Bu ilk bakıldığında kulağa sıcak ve yeni gelen, fakat hiç de yeni olmayan ve birlik adına yenilgilere ya da devrimcilikten uzaklaşmaya sebep olan argüman, bugün yeniden aramızda!
Devrimci parti ve cephe sorunu
Bizim için cephe sorunu burjuvaziden bağımsızlaşmak ve sınıfın birliğini sağlamak sorunudur. Biz yalnızca bu ikisine hizmet ettikçe bir cephe içerisinde bulunabiliriz. Bu tavrımız, kimi çevreler ile geçici ve taktiksel (Blok’taki seçim işbirliğimiz gibi) birlikler yapmamızı engellemese de, bu birlikteliklerin diğer konulara sıçrayacak biçimde kalıcı hale gelmesi durumunda asla bu kalıcı birlikteliğin (cephenin) bir parçası haline gelmeyiz. Bu gibi birlikleri; burjuvaziden bağımsızlığımızı sağlamadığı gibi birlikteliğin pek çok burjuva akımı ile bütünleşmek anlamına gelen bir halk cephesi içeriği taşıdığı için, reddederiz.
İşçi sınıfı her an burjuvaziye karşı irili ufaklı mücadeleler içerisine girer. Ancak bu mücadelelerin kitlesellik kazanması durumu sadece kimi kriz koşulları altında mümkündür. İşte bizim partilerimiz de bu gibi az görünen kriz koşullarında, seferberlikler içerisinde ortaya çıkar ve bu seferberlikler içerisinde cepheleşmeyi önerir ve teşvik eder, dahası işçi sınıfının bu kalıcı birlikteliğinin saflarına da katılır. Aksi durumda, işçi sınıfı geri çekilmişse ve inisiyatif burjuvazinin elinde ise bizlere düşen görev, seferberliğe hazırlanmak ve kriz dinamiklerini görerek buna yönelik talepler etrafında partimizi güçlendirmektir.
Türkiye de sınıf mücadelesi ve sosyalist mücadelenin son üç yılı
İçerisinden geçmekte olduğumuz dönem, Türkiye açısından, sınıfın topyekün seferber olmadığı bir dönemdir. Bu tespiti yapmak parti inşası adına önümüze doğru görevleri koymak ve sınıf hareketi ile kalıcı bağlar kurmak için doğru taktikler geliştirebilmek adına oldukça önemlidir. Ancak Türkiye’de 89 bahar eylemliliklerinin ardından kimi kısmi mücadeleleri saymazsak, geri çekiliş halinde olan ve hatta uzunca bir süre saldırıda değil de “savunma hattında” sıkışan sınıf mücadelesini gören pek çok kimse, işçi sınıfından umudu kesti ve kestirme yollar aramaya koyuldu.
Bu süreci; “parti olmayan partiler”, “gökkuşağı hareketleri” ve yeni parti inşası toplantıları ile yeşeren umutları takiben, hızla yaşanan hüsranlar kapladı. Buna paralel olarak pek çok sosyalist de artık işçi sınıfından umudu kesip, diğer toplumsal muhalefetlere gönül bağladılar.
Kriz koşulları ise denklemi değiştirir gibi olsa da, işçi sınıfını çoktan kelime dağarcığından atmış olan kimseler için, herhangi bir toplumsal dinamikten başka bir anlam ifade etmedi. 2008 sonundaki Sinter direnişi ile başlayan Birleşik Metal’in direnişleri sınıf mücadelesine bir ivme kazandırmış ve ardından gelen Marmaray, İtfaiye gibi direnişler de sınıfı, onu unutmuş ve küçümsemiş olanların gözünde görünür kılmaya başlamıştı. Sonrasında yine savunma karakterli olarak açığa çıkan Tekel direnişi de bu kesimler üzerinde ilahi bir umut yarattı. Öncesinde oluşmuş geniş seferberliklere dayanmayan ve sonrasında da destekleyici sektörleri bulunmayan bu onurlu direniş, bugünün kestirme yol arayıcıları tarafından yere göğe sığdırılamadı. Ancak onurlu Tekel direnişinin de sönümlenmesi sonrası, dün “Tekel’in ardından, hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” diyenler, yeniden güçlü(!) bir parti için işçi sınıfının dışındaki kaynaklara yönelmeye başladılar.
Özellikle referandum döneminde, politikada etkin olamadığını gösteren sol, yeni ittifaklar içerisine girmenin yollarını aramaya koyuldu. ÖDP-TKP-EMEP-HE’nin eylem birliği kalıcılaşma yolları ararken, referandumda boykot tavrı alan çevreler de, Kürt hareketinin etrafında kümelendi.
Bu süreç içerisinde sınıf hareketine yönelik torba yasa ile hızlanan saldırılara rağmen güçlü bir karşı koyuşun olmayışı, yine sınıftan umudunu kesmiş kimseleri, AKP’nin yıkılmaz sanılan gücü karşısında ya ulusalcı kamplaşmalara yakınlaştırdı, ya da büyük bir dinamik taşıyan Kürt hareketine yaslanma ihtiyacını doğurdu.
Son olarak seçim süreci ve onun öncesinde de, özellikle AKP ve CHP-MHP olarak gösterilen iki kampın karşısına “üçüncü bir cephe” ile çıkmak daha sesli bir biçimde tartışılır hale geldi. İşçi ve emekçi düşmanı saldırılar ve de Kürt önderliğinin tasfiyesi hususunda hemfikir olan bu burjuva siyasetçilerinin karşısında ancak ikinci bir cephenin kurulabileceği gerçeğini uzun uzadıya incelemek maalesef ki bu yazının sınırlarını aşmaktadır. Ancak yine de, “ne İslamcılar, ne statükocular!” diyerek burjuvazinin bölündüğünden bahsedip, üçüncü bir cepheyi kurmaktan bahsetmek demek, burjuvazi karşısında birleşik bir işçi cephesinden bahsetmek değil de, en temkinlisinin ağzında dahi bu iki kanadın dışında kalanları birleştirmek, yani proleter olmayan kesimlerle kalıcı bir cephe arayışına girmek anlamına gelmekteydi.
AKP’nin Özelleştirme politikaları yoluyla devleti küçültüp burjuvalara açmak ve işçi sınıfına karşı yoğun bir sömürüye girişip hak gasplarını arttırmak olarak açıklanabilecek olan temel politikası; emperyalizmin de, TÜSİAD’ın da, MÜSİAD’ın da çıkarlarını aynı potada eritmektedir. Buna karşın, AKP’nin temel dayanağı olan işçi sınıfının hak gasplarına yönelik, sınıfın en geniş birlikteliğinin, birleşik işçi cephesinin olanaklarını araştırmak ve işçi sınıfının var olan mücadelelerini birleştirmek yerine, sınıf mücadelesinin güçsüzlüğünü bahane ederek, nasıl bir muhalefet örgütleriz tartışması seçim öncesinde başladı, seçim sonuçlarının ardından da nihayetinde somutlaştı.
Sınıf cephesi mi, halk cepheleri mi?
İşçi sınıfının en geniş birliği ve burjuvaziden kesin ayrılığı olarak kısaca açıklanabilecek olan işçi cephesi taktiğinin anti-tezi olarak “halk cephesi” taktiği bundan çok önceleri Stalinistler tarafından üretilmiş bir taktikti. Halk cephesi taktiği, işçi sınıfının tek başına güçsüz olduğunun kabulü ile; işçi sınıfı, köylülük, küçük burjuvazi, burjuvazinin ilerici kesimi(!) ve aydınlar arasında kurulmuş olan 5li bir sınıf bloğu anlamına gelmektedir.
Bizler çeşitli dönemlerde, işçi sınıfı kökenli olmayan kimi çevrelerle iş birlikleri yaparak konu özelinde güç kazanmaya çalışabiliriz. Örneğin, bizler çevre katliamına yol açan HES yapımına karşı çeşitli çevreci gruplar ile eylem birlikleri yapabiliriz. Ancak bu çevrelerle iş birliğimizi kalıcı bir parti formuna taşımayız. Basit bir örnekle açıklayacak olursak, Türkiye’deki pek çok çevreci hareket, HES’lere ve nükleere karşı çıkarken Avrupa Birliği’ni referans almakta ve AB’nin çevreci kriterlerini işaret etmektedirler. Öyle ki, bu çevrelerin önderliği ile kalıcı bir cepheye girişmiş olmak, işçi sınıfına yabancı fikirlerle birleşmek, yani halk cephesinin içerisinde yer almak anlamına gelecektir. Sonuç olarak da, bugün Türkiye’yi Avrupa’nın kazan dairesi haline getirmek isteyen ve bu doğrultuda Türkiye’deki nükleer ve HES yapımlarını da destekleyen AB’ye onay veren bir birlikteliğe ortak olmak anlamına gelecektir. Ayrıca AB’nin emek düşmanı yapısının, işçi sınıfına ve kapitalizmin sömürdüğü tüm diğer kesimlere vereceği zararlardan bahsetmeye dahi lüzum yok.
Günümüzde, en ilerici burjuva demokratik hareket dahi, duyarlı olduğu soruna dair kalıcı bir çözüm getirememektedir. Dahası, en ilerici burjuva fikirler dahi, özgürlüğü öncelikle mülk edinme özgürlüğü olarak kavrar ve en fazla “daha insani bir kapitalizm” ile sınırlıdır.
Bu sınırlılık, proletaryanın öncüsünün mücadelesi için sadece kısıtlayıcı olmakla
kalmaz, ayrıca tam teslimiyet anlamına da gelmektedir. Bu yüzden de hiç değilse devrimci Marksistler için, işçi sınıfını burjuvaziden tamamen ayırmak ve sınıfın sürekli seferberliğini sağlamak adına, bu kesimlerle yalnızca konusu ve süresi belirli olan eylem birlikleri kurulabilir.
Seçim birliğinden, üçüncü cepheye
Yukarıdaki halk cephesi ve işçi cephesi taktiklerinin yanı sıra, cephe ve eylem birliği farkını da akılda tutarsak, Blok sürecini ve sonrasını daha net kavrayabiliriz. Blok, hem oluşum döneminde hem de seçimin sonrasında gelen bilanço döneminde AKP’ye karşı “yeni bir muhalefet örgütlemenin” temel dayanağı haline geldi. Seçim sürecinde rejimin anti-demokratik uygulamaları ve de Blokça sürdürülen işçi dostu çalışmalar, sonucunda Blok içerisinde kalmak hem burjuvazinin gücünü kıran hem de işçi ve emekçilere moral katan bir çalışma olmuştu. Bu bağlamda seçim bloğu ile bir seçim birliği (eylem birliği) yapmak, hem rejim karşısındaki mücadelemiz hem de, işçi sınıfı içerisindeki çalışmamız açısından oldukça faydalı bir sonuç doğurmuştu.
Ancak bu birlikteliği kalıcı hale getirme fikri, düzenden rahatsız olan ancak uzlaşma yollarını arayan daha pek çok çevreyi de içine katarak, işçi sınıfını da bu bileşenlerden herhangi biri düzeyine indirgeyen kalıcı bir cephe önerisi halinde olgunlaşmış oldu.
Öyle ki, sınıf mücadelesine dair somut taleplere yer vermeyip, işçi dostu olduğunu söyleyen bir söylemle yetinen, işçi düşmanı ve ulusal sorundaki gerici yasaları ile AKP hükümetine örnek olan AB’ye karşı bir tavrı olmayan, demokratik dönüşümler sorununu anayasa tartışmalarına ve özerkliğe indirgeyen ve bunun için bir kurucu meclis talep etmeyen, son olarak da Kürt Halkının Kaderini Tayin Hakkı’nı doğrudan talep etmeyip, esasında rejim içerisinde kalan kimi demokratik taleplerle kendisini sınırlayan bir program ile karşı karşıyayız. Kuşkusuz ki bu program sınıfın burjuvaziye karşı birlik ve bütünlüğünü sağlamak anlamına değil, tam tersine işçi sınıfının bir kesimini diğer burjuva akımlara eklemleyen bir halk cephesi anlamına gelmektedir.
21. yüzyılda Leninist olmak
Kuşkusuz ki Türkiye’de yaşanan tartışmalar hiç de kendine özgü, dünyada eşi benzeri bulunmaz tartışmalar değildir. Hatta tam aksine, Türkiye’deki bu birlik çalışmaları, dünyadaki onca başarısızlığa uğramış tartışmanın, geç bir şekilde yansıması olarak coğrafyamıza sıçrayabildi.
Dünya’da sınıf mücadelesinin geri çekiliş dönemlerinde daha güçlü bir muhalefet örgütlemek adına oluşturulan halk cepheci partiler, sınıf mücadelesinin keskinleştiği anda ona yardımcı olmaktan çok, engel olucu bir pozisyona girdiler ve iç çatışmalar altında parçalanıp ufalandılar. (Bu konu ile ilgili olarak Mesafe’nin Parti dosya konulu 3. sayısındaki, Yusuf Barman’ın “Leninist Parti, XXI. Yüzyılda Ortodoks Olmak” adlı yazı incelenebilir.)
Dünyadaki bu gökkuşağı partilerinin geldiği nokta oldukça eğiticidir. İşte şimdi, her ülkede yenilgi, ya da devrimci politikadan uzaklaşma ile sonuçlanan bu deneyim Türkiye’de de bir kez daha aynı sonuçlara ulaşmak üzere yola çıkmış durumda
Buna karşın biz devrimci Marksistlerin üzerine düşen de, inatla sınıf politikasında diretmek ve partimizi sınıfın en geniş birliği içerisinde inşa etmektir.
Kriz koşullarının keskinleşmesi ve işçi sınıfının hali hazırda sürdürdüğü mücadeleler bizlerin mütevazı ancak tek emin dayanağını oluşturmaktadır.
Seçimler öncesinde olduğu gibi, seçimlerin sonrasında da Leninist olup, bir sınıf partisini inşa etmeye girişmek oldukça zor bir görev. Ancak kapitalizmle mücadele etmek ve onu yok etmek adına, kestirme bir yolun olmadığını hayat bize bir kez daha gösteriyor.
Yorumlar kapalıdır.