Avrupa’da ekonomik ve politik kriz

“Piyasaların” dayatmasının emrinde…

Son haftalar boyunca bir kez daha mevcut dünya ekonomik krizinin iki önemli görüntüsüne şahit olduk; İlk olarak kapitalizmin krizi o denli yapısal ve derin ki mevcut çerçeve içinde teknik düzeyde – salt ekonomik ve finansal tedbirler- çözüm bulunması olanak dışı. Ya işçi sınıfının elinde kazanım namına ne kaldıysa burjuvazi tarafından tarumar edilecek, ya da işçi sınıfı kapitalist sömürüden acı çeken tüm kesimlerle birlikte kapitalizme son verecek. Çözüm bu anlamda son derece politik bir düzleme sıçramış durumda. Kriz sürecinin kazanmış olduğu ikinci görüntü ise, ilkini tamamlamakta, zira burjuva iktidarı her geçen gün “biçimsel” demokrasiden uzaklaşarak Bonapartist eğilimler kazanıyor.

Avrupa Birliği (AB) tarafından iki başbakanın, Yunanistan’da Yorgo Papandreu’nun ve İtalya’da Silvio Berlusconi’nin utanç verici bir biçimde görevlerinden uzaklaştırılarak yerlerine “teknokrat” hükümetlerinin kurulmuş olması, yukarıda açıkladığımız bu iki eğilimin son kanıtları oldu.

Avrupa’daki kriz, bugüne dek piyasalara güven sunma konusunda yetersiz kalmaları nedeniyle, yani sosyal kazanımlara ve çalışma koşullarına umulan düzeyde enerjik saldırmayı becerememelerinden ötürü, pek çok hükümetin düşüşüne yol açtı: Portekiz, Slovakya, İrlanda. Bu ülkelerde burjuvazi, seçim yöntemlerine başvurdu ve yıpranmış hükümetleri aynı derecede liberal (birçok örnekte çok daha liberal) alternatifleriyle değiştirerek iktidarı görünürde seçmenlerin çoğunluk desteğiyle güçlendirmeye çalıştı. Ama bu kez Yunanistan ve İtalya’da demokratik “biçimlerle” kaybedecek zamanı yoktu. Merkel ve Sarkozy’nin buyruğunu, Avrupa Konseyi başkanı Herman Van Rompuy, “seçim oyunuyla kaybedecek zaman yok” biçiminde dile getirdi (El País 12/11/2011). Böylece biri ” yeni sosyalist” diğeri, ise su katılmamış bir sağcı olan iki başbakan, Merkel, Sarkozy, Obama, IMF ve Avrupa Merkez Bankası tarafından temsil edilen sermaye hükümranlığının arzularına yol açmak adına istifalarını sunmak zorunda kaldılar.

Sorun Papandreou’nun ya da Berlusconi’nin tüm danışmanlarıyla birlikte finansal ve ekonomik araçları kullanmayı (yani faizleri düşürmek ya da yükseltmek, vergi oranlarıyla oynamak, bankalara para aktarmak, kredi dağıtmak ya da sınırlandırmak, piyasaya bono ihraç etmek, kamu harcamalarını kesintiye uğratmak ve kamu kuruluşlarını özelleştirmek, vb) bilmiyor olmasından kaynaklanmıyordu. Zira her iki başbakan da zaten bu tedbirleri uygulamaktaydı. Ne var ki, finansal ve ekonomik teknikler işe yaramıyordu ve İtalya ve Yunanistan kendi krizleriyle birlikte tüm bir Avro bölgesini öylesine derin bir çöküşün eşiğine sürükledi ki, burjuvazi içi buradan çıkış için sosyal ve politik direnişi yenilgiye uğratmaya muktedir üst düzey bir politik seferberliğin örgütlenmesi gerekli hale geldi. Bu hedefe ulaşmak için burjuvazi daima tarihsel bir araca sahip olagelmiştir: Bonapartizm. Halk iradesinden (parlamentoda kristalize olan) bağımsızlaşan, partileri kendi otoritesi altında birleşmeye zorlayan ve ezilen sınıflar karşısında egemen sınıfın politikalarını dayatan bir bir iktidar yöntemi. Yunanistan’da Lucas Papademos ve İtalya’da Mario Monti hükümetleri, Avrupa burjuvazisindeki bu eğilimin temsilcileridir.

Yunanistan

Yunanistan’da burjuvazinin hayata geçireceğini söylediği kesintilere ilişkin olarak, “Yunanistan’da ulusal ve uluslararası spekülatörlere olan borçları ödeyebilmek amacıyla yapılabilecek başka bir kesinti kaldı mı?” sorusu sorulabilir. Son iki yıldır PASOK (Panhelenik Sosyalist Hareket) hükümeti emekçi yığınlar üzerindeki vergileri sürekli artırmakta: tüketim maddeleri üzerindeki KDV oranlarını %13’ten %23’e yükseltti; petrol, tütün ve alkol üzerindeki vergileri ise ortalama üçte bir oranında artırdı. Aynı şekilde kamu harcamalarında kısıtlamalara yöneldi, kamu çalışanlarının maaşlarında %30’luk kesinti yaptı, geçici sözleşmeleri iptal etti ve 30 bin çalışanı işten çıkarttı. Diğer yandan hükümet, en temel kamu kuruluşları olan ulusal piyango teşkilatı, Hellenic Postbank, Pire ve Selanik Limanları ve iki büyük su şirketinin özelleştirilmesinden yaklaşık 50 milyar avro gelir geleceğini beklemekteydi. Gelecek yıla ilişkin özelleştirme umutları ise Helenic Petrolium, elektrik şirketi PPC, havalimanları, madenler ve son olarak kamu mülkiyetindeki arazilerin satışına bağlanmıştı.

Başka? Avrupalı kapitalist efendiler 26 Ekim tarihinde gerçekleşen AB zirvesinde “dahası var” diye yanıtladılar; 360 milyar tutarındaki Yunan borcundan 100 milyar avroluk indirime gidebilmek için (Avrupa basının ileri sürdüğü gibi bu toplam borcun %50’sine değil, %28’sine tekabül etmekteydi) Yunan hükümetinin geriye ne kaldıysa özelleştirmesini şart koşmaktaydılar. Sağlık ve eğitim bütçelerinde daha fazla kesinti, 300 bin kamu çalışanının daha işten çıkartılması, konutlara ek vergiler getirilmesi, elektrik ve doğal gaz ücretlerine zam yapılması ve en önemlisi toplu sözleşme ve sendika yasasının değiştirilmesini dayatılmaktaydı. Öte yandan sorun bu tedbirlere karar vermek değil, bunların nasıl uygulanacakları noktasında düğümlenmekteydi. Zira işçi sınıfı ve tüm Yunan halkı, iki yıldan beri hükümetin “kurtuluş reçetelerini” ve emperyalist dayatmaların meşruluğunu sorgulayarak burjuvazinin neoliberal planlarına karşı savaşmaktaydı. Bu dönem zarfında onlarca genel grev örgütlendi. 19-20 Kasım tarihlerinde tüm ülke genelinde 1 milyondan fazla kişinin katıldığı son genel grev, bizzat hükümet içinde ölümcül bir krizin doğmasına yol açtı. Sonunda PASOK hükümetinde AB tarafından dayatılan vergileri hayata geçirecek mecal kalmadığı için, bir “ulusal birlik” hükümeti ihtiyacı doğdu. Ve nihayet Papandreu (nedeni ne olursa olsun) meseleyi tam referandum aracılığıyla ulusa taşımaya karar verdiğinde Merkel ve Sarkozy kendisine kapıyı gösterdi. Zira “ulusun” piyasaların (yani finans mafyasının) dayattığı borçla ne alakası olabilirdi ki? İşte o piyasalar “Merkozy” aracılığıyla buyruklarını duyurmuşlardı: başlıca partiler “kurtarma” planının koşullarını (yani yukarıdan dayatılmış tedbirleri) hayata geçirmekte işbirliği yapmak zorundaydılar ve 19 Şubat olarak belirlenen seçim tarihi “esnek”, yani ötelenebilir olmalıydı.

Sosyalist milletvekillerin bir bölümü bu önerinin karşısında durarak Papandreu hükümetinden desteklerini çektiler; Komünist Parti ise referandumun bir aldatmaca olduğunu söyleyerek önemli olanın Parlamentonun ve demokratik kurumların savunusu olduğunu ileri sürdü ve erken seçim istedi. Böylece bu liderlerden beklenti içinde olan binlerce mücadeleci insan, somut bir seçenekten mahrum kaldı. Şimdi Yunanistan’da ulusal birlik adına bir “teknokrat”, Lucas Papademos, hükümetin başına geçmiş ve Parlamento çoğunluğunca onaylanmış durumda. Finans dünyasının ve bankaların temsilcisi, Avrupa merkez bankası eski başkan yardımcısı, Harvard Üniversitesi ekonomi profesörü, Papandreu’nun eski danışmanı olan Papademos, sanki tüm hasletleri kendinde toplamış da tek bir eksiği var gibi: “ben politikacı değilim” diyor. Kısacası, “politikacı olmayan”, yani Yunan halkı tarafından seçilmemiş bir kişi, Yunanistan’da ulusal birliği temsil edecek ve Yunan halkına karşı devreye sokulacak neoliberal planları uygulamaya koyacak. İşte burjuvazinin sihirli (Bonapartist) çözümü. Anımsanacak bir başka nokta da, Papademos’un 1994 yılında Yunan merkez bankası yöneticisi sıfatıyla ulusal para birimi olan Drahminin bırakılarak Avrupa para birimi sistemine geçiş anlaşmasını imzalayan kişi olması. Bilindiği gibi, Yunanistan’ın o dönemde AB kuruluşlarına sunduğu bilgilerin sahte olduğu ortaya çıktı. İşte Yunan ekonomisini sağlıklı hale getirecek insan bu kişi!

İtalya

İtalya’da sermayenin kutsal ittifakı için halka karşı kurulan ” ulusal birlik” çok daha büyük bir aciliyetin ürünüydü, zira piyasaların bu ülkeye dönük güvensizliği çok daha derin boyuttaydı. Çünkü İtalyan ekonomisi, 1 trilyon 900 milyar avronun üzerinde ve gayrı safi milli hâsılanın %121’ine tekabül eden bu borç yüküyle (Yunanistan, Portekiz ve İspanya’nın yıllık GSMH toplamlarından daha fazla) açıkça durgunluk sinyalleri vermekteydi. AB’nin üçüncü büyük ekonomisi olan İtalya’da bu nedenle hükümet zamanında borçlarını ödeyememe tehlikesiyle karşı karşıya kaldı. Buna paralel olarak hükümetin çıkardığı devlet bonoları, piyasalarda %7’lik faiz sınırlarını aşarak borç yükünü artırdı ve hükümeti bir sonraki yıla ilişkin giderleri finanse edebilmek için 300 milyar avro tutarında bir yeniden finansman arayışına zorladı (bu, Yunanistan’ın teorik olarak 20 yıl boyunca ödemesi gereken toplam borca eşit). İtalya, Avrupa Merkez Bankası’nın öz kaynaklarına dayalı kurtarma politikalarıyla asla kapatılamayacak olan bu devasa kara delik, tüm Avro bölgesini topyekûn yıkıma taşıyabilir. Durum öyle bir vahamet kazandı ki, sonunda emperyalist Avrupa, bu ağır yaralı dev görüntüsü karşısında Berlusconi’nin bir an evvel sahneden çekilmesine karar verdi.

Berlusconi hükümeti neden sahneden çekilmek zorunda kaldı? Çünkü ilk olarak hükümetin uygulamak zorunda olduğu tedbirler, her geçen gün neoliberal planlara karşı mücadele gücünü yükselten İtalyan işçileri tarafından kabul edilemez görülüyordu. Sermaye Troykasının (AB, AMB ve IMF) dayatmaları arasında 2013 yılı mali dengesi adına kamu yatırımlarında kesintiye gidilmesi, emek piyasası reformu (çalışma yasalarının değiştirilmesi), katma değer vergisinin yükseltilmesi, kamu sektöründeki çalışanların maaşının dondurulması ve emeklilik yaşının yükseltilmesi türünden Berlusconi’nin üstesinden gelemeyeceği ve direnişle karşılaşılacağı aşikâr olan önlemler vardı.

İkinci önemli nokta ise, İtalyan burjuvazisi arasındaki bölünmenin derinleşmesiydi. Berlusconi egemen sınıfları kendi önderliği altında bütünleştirmeyi başaramamıştı.
Gerçekte, utanç verici eğlenceleriyle ün salan başkan bu amaca ulaşmak için hiç çaba sarf etmedi. Onu esas olarak ilgilendiren, kendi şirketlerinin ve dost patronlardan oluşan ilişkiler ağının çıkarlarıydı. Berlusconi üç yıl önce Kuzey Birliği’nin desteğiyle yeniden iktidara geldiğinde İtalya’nın büyük patron kuruluşu Confindustria, AB ve İtalyan finans kapitali tarafından zorunlu görülen ama Prodi önderliğindeki merkez sol hükümet tarafından bir türlü hayata geçirilemeyen ” yapısal reformları” gerçekleştirmesi için gönülsüzce Berlusconi’yi kabullendi. İlk risk alametleri önüne geçilmez bir düzeyde belirmeye başladığında, tümüyle AB yanlısı ve İtalyan işçi sınıfına karşı acınmasız bir saldırı taraftarı olan Confindustria, Berlusconi’yi evine göndermek için gözünü kırpmadan Troyka ile işbirliğine girişti. Confindustria’nın yayın organı İl Sole 24 ore, 9 Kasım tarihli başyazısında, “Zaman ayrıcalıkların en büyüğüdür… ve bizim artık kaybedecek zamanımız kalmadı. Avrupa bize daha fazla zaman tanımıyor, bize yapılmış tavsiyeler doğrultusunda -Merkel, Sarkozy ve AMB’nın G 20 zirvesinde formüle ettikleri- bir takvim ve tedbirler bütünü geliştirmek için yalnızca üç günümüz var”diye yazmaktaydı. Avrupa Konseyi İtalya’nın seçimlere değil, reformlara ihtiyacı olduğu kararına varmıştı. Böylece bir kez daha “politikacı olmayan bir teknokratın” önderliğinde “ulusal birlik” hükümeti ihtiyacı doğmuş oldu. Ve italyan burjuvazisi bu ihtiyacı karşılayabilmek için acilen saflarını sıklaştırdı.

Sınıflar mücadelesi derinleşiyor

ABD başkanı Obama, 15 Kasım tarihindeki demecinde Avrupa’daki krizin esas olarak teknik değil, politik kökenli olduğundan söz ettiğinde, temsil ettiği sınıfın (emperyalist burjuvazinin) bakış açısından son derece haklıydı. Dünya ölçeğindeki finans kapital ya da medyanın kullanmayı çokça tercih ettiği ifadeyle “piyasalar”, “yatırımcılar” vb, halkları yağmalama görevlerini hakkıyla yerine getirmek ve böylelikle spekülatörlerin, yatırım şirketlerinin ve bankaların faizlerini ödenebilir kılmak için “yapısal reformları” hayata geçirmeleri doğrultusunda hükümetlere baskı uyguluyorlar. Ve biliyoruz ki, “yapısal reformlar” derken kastettikleri, işten çıkarmalar; sağlık, eğitim ve kamu yatırımlarında ve refah devletinden geriye ne kaldıysa (sosyal hizmetler, işsizlik ödeneği, emeklilik, vb.) kesintiler; zaten süratle yoksullaşmakta olan kesimlere yönelik yeni vergiler; özelleştirmeler; ve iş piyasasında esnekleştirmeler, sendikaların zayıflatılması ve toplu sözleşme ve iş kanunlarının daha da kötüleştirilmesi uygulamalarıdır.

Bu tedbirlerin emekçi yığınların giderek kabaran öfkesi ve karşı koyuşu karşısında uygulamaya geçirilmesi hiç de kolay değil. Aslına bakılırsa benzer uygulamaları hayata geçirmeye çalışan her hükümet derhal popülaritesini kaybediyor ve ülkeyi ciddi bir siyasi krizin eşiğine taşıyor. Ama özellikle İtalya ve Yunanistan’da durum biçimsel demokrasi çerçevesi içinde, yani kendi parlamentoları içinde kurulacak politik ittifaklar aracılığıyla çözülebilmenin çok ötesine sıçramış halde. Bu nedenle emperyalizm bu ülkelerde işçi ve emekçi yığınlara karşı en vahşi saldırı dalgalarını hayata geçirebilmek için “politik olmayan” hükümetlerin kuruluşunu dayatıyor. Böylece bu ülkelerin burjuvazisi, kendi hükümetleri aracılığıyla emekçi yığınlara yönelik her türlü saldırıyı gerçekleştirdijkten sonra, yeni “önlemler” için sorumluluğu dış dayatmaya yüklemenin de fırsatını bulmuş oluyor. Ama sadece bu Yunanistan ve İtalya değil, İspanya da sıranın kendisine gelmesini beklemekteydi. Bu ülkenin yegâne avantajı böyle bir krizin ortasında zaten seçim sürecine girilmiş olmasıydı. Aksi halde Jose Luis Zapatero da sermayenin emirlerini hayata geçirme konusundaki zafiyetiyle çoktan evine gönderilmiş olurdu.

Avrupa, II. Dünya Savaşının ardından, işçi sınıfının en ileri çalışma ve sosyal haklar düzeyine kavuştuğu kıta oldu. Ama yaklaşık kırk yıl önce kapitalizmin lehine olan çevrimi sona erdi ve uzun bir yapısal kriz ve kâr oranlarında düşüş aşaması gündeme geldi. Avrupa Birliği, Avrupa ve özellikle de Almanya, İngiltere ve Fransa burjuvazileri tarafından işçi sınıfının kazanılmış son mevzilerini tarumar etmek, sömürü oranlarını yoğunlaştırarak kapitalizmin kâr oranlarını artırmak amacıyla bir karşıdevrim projesi olarak inşa edilmişti. Ne var ki, refah devleti diye adlandırılan sistemin kazanımlarını korumak isteyen örgütlü işçi sınıfı ve halkların direnişiyle karşılaştı.

Kapitalizmin krizi, sınıflar mücadelesinin düzeyiyle belirlenmekteydi: İşçi sınıfı direndikçe kapitalizm uçurumun eşiğine bir adım daha yaklaşmaktaydı. Kâr oranlarını arttırmaya yönelik olarak devreye sokulan her yeni yöntem -finansal spekülasyon, emlak balonları, savaşlar, vb.- kapitalizmi yeni krizlerin eşiğine taşıyordu. Ne var ki, kapitalizmin belki de 1929’dekinden daha da derin mevcut krizi karşısında, işçi hakları ve diğer sosyal güvenceler, kapitalizm açısından ölümcül engeller haline dönüşmeye başladı. Yapısal reformların acilen hayata geçirilme ihtiyacı, AB önderlerini parlamento ve hükümet zafiyetlerini aşabilmek için Bonapartist politik tedbirler almaya itmekte. İşçi sınıfının ve emekçi halkın direnişini aşamayan her ülke hükümeti, Almanya önderliğindeki Avrupa emperyalizmi tarafından, yalnızca ekonomik dayatmalar ya da AB’den çıkartılma tehditleriyle değil, aynı zamanda Troyka’nın emrinde çalışacak “teknokrat” hükümetleriyle cezalandırılacak.

Şimdilik mevcut “teknokrat” hükümetler, parlamento içi politik destek arayışlarıyla demokratik bir görünüm sunmaya gayret ediyor, ama bu hükümetlerin uğrayacağı olası bir başarısızlık anında bu “seçilmemişlerden” oluşan hükümetler hangi güçlere dayanacaklar? Mevcut ekonomik ve politik süreç, tümüyle sınıflar mücadelesinin keskinleşeceğini ortaya koyuyor.

Avrupa enmperyalizminin buyruklarını yerine getirmek için hükümetlerinin ve ulusal burjuvazilerinin yardımına koşan ve işçi ve emekçi yığınların mücadelesini ulusal ve Avrupa düzeyinde birleştirip güçlendirmeyi reddeden düzen Solunun ve işçi örgütleri önderliklerinin yetersizlikleri ve açık ihanetleri karşısında kurtarma planlarını” topyekûn reddetmek ve alternatif bir programın inşası için hazırlanmalıyız: 1) Borç ödemelerine son! Temel sosyal hizmetlerin sürmesi, kamu sektöründe iş alanlarının açılması, herkese konut hakkı tanınması; 2) Banka ve ekonomik açıdan yaşamsal sektörlerin işçilerin kontrolü altında millileştirilmesi; 3) Adil ücretlere dayalı bir kamu yatırımları planının oluşturulması; 4) İşlerin çalışabilecek durumda olan herkese bölüştürülmesi; 5) Emeklilik ve ücretlere yönelik hakların garanti altına alınması; 6) AB ve IMF planlarından kopuş temelinde büyük bir sendikalar ve politik örgütler cephesinin yaratılması görevinin öne çıkartılması.

Bu görünüm karşısında Uluslar arası Birlik Komitesi olarak, tüm Avrupa işçi sınıfına Avrupa’daki emperyalist planlara karşı mücadeleyi güçlendirme çağrısında bulunuyoruz. Emperyalist dayatmalara karşı halkların egemenliğini talep etmeli ve krize karşı işçi ve emekçi kitlelerin seçeneğini ileri sürmeliyiz. Öncelikli görevimiz, Avrupa burjuvazslerinin ekonomik ve politik dayatmalarına karşı en ileri düzeyi temsil eden Yunan işçi sınıfı ve halkının mücadelesini güçlendirmek ve Avrupa çapında bir Genel Greve doğru ilerlemektir.

Yorumlar kapalıdır.