Enerji-Sen Genel Başkanı Kamil Kartal ile Neoliberal saldırılar, sendikal hareket ve BEDAŞ direnişi üzerine

14 Kasım günü Avrupa’da Yunanistan ve İspanya’nın da içinde olduğu bir dizi ülkede genel grev oldu. 2008’de açığa çıkan dünya ekonomik krizinin derinleşmesi ve yarattığı tahribatın artmasına karşı işçi sınıfının bu ilk genel karşı çıkışı, geç ve yetersiz olmasına rağmen, çok önemliydi. Çünkü şu ana dek krizin faturasının işçi ve emekçiler ödedi. Oysa krizi yaratan işçi ve emekçiler değil. Bunu hepimiz biliyoruz. Krizin gerçek sorumluları ise bir yandan milyarları hortumlamaya devam ederken diğer yandan kendilerini çözüm olarak gösterme ikiyüzlülüğünü de sergilemekten çekinmiyor. Fransa, İspanya, Yunanistan gibi ülkelerde gerçekleşen hükümet değişikliklerinin ise fark yaratmayacağı çok geçmeden açığa çıkmış durumda. İşte bu koşullarda Enerji-Sen Genel Başkanı Kamil Kartal ile hem 14 Kasım Genel Grevi’ni hem de dünya ekonomik krizini ve sınıf mücadelesinin içinde bulunduğu imkan ve sorunları konuştuk.

Simge Vurtok (SV): Geçtiğimiz günlerde Avrupa ülkelerinin gündeminde eş zamanlı 14 kasım genel grevi vardı. Türkiye’de paralel bir seferberlik örgütlenememesini nasıl değerlendiriyorsunuz? AB ekonomisinin Türkiye’ninkinden bağımsız olmadığını da düşünürsek önümüzdeki dönemde burada da yaşanması muhtemel bir çözülme karşısında sendikaların bugünden atması gereken adımlar neler olmalıdır?

Kamil Kartal (KK): Bugün Avrupa’da, Güney Amerika ve başka yerlerde de tanık olduğumuz süreç aslında dünyada özellikle son 20 yıldır daha da derinleştirilerek uygulanan neoliberal politikaların bir sonucu. Bu durum sadece şu an krizi en keskin haliyle okuyabildiğimiz Avrupa ülkelerine has değil, bunun en somut örneğini Çin üzerinden verebiliriz. Çin’deki aylık 50 dolara güvencesiz çalıştırma sistemi, diğer birçok ülkenin sermaye sahiplerine örnek teşkil ediyor. Türkiye’de de bu türden politikaların son 15 yılda yoğunlaştığını söyleyebiliriz. Güvencesizleştirme uygulamalarının ve neoliberal politikaların sonuçlarının evrensel olduğunu söylüyoruz, dolayısıyla Avrupa’da birçok ülkenin birlikte çıktığı genel grevi Türkiye’nin gündeminden ayrı düşünemeyiz. Bunun yanında seferberliğin burada da örgütlenememesinin belli nedenleri olmasıyla birlikte, Avrupa’daki sendikal mücadelenin, geçmişiyle bağıntılı olarak bazı avantajları da var. Avrupalı işçilerin mücadeleyle birlikte edindikleri tarihsel bir örgütlenme geleneği ve sendikal muhalefet birikimleri olmasına rağmen sendika bürokratları uzun yıllar boyunca devletlerle uzlaşma içinde hareket ettiler. Ancak kitlelerin sokağa çıkmaya başladığı noktada, sokağın basıncıyla birlikte edindikleri bu ayrıcalıklardan tavizler vermek, içine düştükleri açmazı bir şekilde dengelemeye çalışmak zorunda kaldılar. Tüm bu tarihsel birikime rağmen, bu sendikal mücadelelerin Yunanistan gibi bazı istisnalar hariç bir siyasasi iktidar perspektifleri olduğunu söyleyemeyiz. Bugün bu seferberliklerde genel olarak Avrupa işçi sınıfının tarih boyunca kazandıkları haklarının gasp edildiğini ve bu gaspın, güvencesizleştirmelerin artık en temel yaşamsal haklarına da musallat olduğunu, buna paralel olarak emekçilerin çok net ve belli sayıda yaşamsal taleplerin etrafında örgütlendiğini görüyoruz.

Türkiye’ye baktığımızda ise Avrupa için sözünü ettiğimiz sendikal geleneği, örgütlenme deneyimini burada aynı oranda bulamıyoruz. Bildiğimiz anlamıyla sendikal faaliyet ilk olarak DİSK’in 70’lerde kalkıştığı, 80 darbesine rağmen etkisini 95’e kadar sürdüren, sokakları hedef alan örgütlenmeydi fakat bu hareket son 10-15 yıldır Türkiye’de neoliberal politikaların daha yoğun bir entegrasyonu ile birlikte çok kan kaybetti. Bu neoliberal politikaların sendikalaşmaya etkisi en başta devletin elini kamu sektöründen çekmesiyle birlikte daha da görünür oldu. Türkiye’de sendikal hareket içinde örgütlü olan işçilerin %70’i kamu emekçileriydiler ve bu alandaki özelleştirmeler, taşeronlar aracılığıyla güvencesizleştirme sistemi ile bu oranlarda da önemli bir kayıp yaşandı.

Türkiye’deki işçi sınıfına baktığımızda ise, son 20 yıldır Anadolu’da köylerin tasfiyesi ve göçlerle birlikte büyük şehirlerde büyük bir işçi ve işsiz yığılması oldu ve bu yığılma sürecinde bu nüfus, o bildiğimiz anlamıyla işçi karakterine çok çabuk uyum sağlamak durumunda kaldı. Hızla işçileşen bu nüfusun yaş ortalaması da 30-35 yaşın altında. Dolayısıyla, genç bir işçi sınıfı var ve ben bunun bir avantaj olduğunu düşünüyorum. Artık yaşadıklarını, kendilerine anlatılanları daha çabuk idrak eden, kendilerini daha kolay ifade edebilen genç bir işçi nüfusu var.

Sendikaların bugünden atmaları gereken adımlar noktasına gelirsek; sendikaların örgütlemeye giriştikleri her direnişte bu neoliberal sistemin teşhiri ve sorunların ortaklığı vurgulanmalıdır. Bu çalıştırma sisteminin yasa dışı işlediğini, işçilerin yaşamsal haklarına tecavüz edildiğini işçiler de özümser hale gelmeli. Örneğin, Türkiye’de enerji sektörü giderek daha fazla uluslararası sermayenin hakimiyeti altına giriyor. Uluslarası sermaye daha fazla kârı hedeflerken tercih ettiği yol, bizim gibi daha ucuza maliyet çıkarabileceği ülkelerde iş kurmak. Bunu ya gelip temelden kendisi yapıyor, fabrikasını buraya taşıyor, ya da var olan bir altyapıyı gelip devralıyor.

Sermayenin gelişimi uluslararası ölçeklerde planlanıyor. O zaman bizim de tüm çabamızı bu uluslararası perspektifi gözeterek vermemiz gerekiyor. İlk etapta, örgütlenen her yerel direnişi biriktirmek, diğer direniş ve mücadelelerle birleştirebilmeyi durmaksızın aramak ve tüm bu mücadele sürecinde tespitlerimizi yaparken uluslararası sermayenin hareketini göz önüne alarak yapmak olmalıdır. Bu doğrultuda da diğer ülkelerdeki sendikalarla bağlantı kurabilmek ve onlarla hareket edebilmek bizim için bir ihtiyaç.

SV: Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmeleri Yasası ile sendikaların faaliyet alanı iyice daraltıldı. Türk Metal-İş’in örgütlü olduğu Renault fabrikasındaki gelişmeler ve yandaş sendikacılık baskısı göz önüne alındığında Enerji-Sen gibi sendikaların nasıl bir mücadele hattı kurmaları gerekiyor?

KK: Öncelikle meşru ve fiili eylemler örgütlemek ve bu eylemliliklerin haklılığını kamuya duyurmak gerekiyor. İlk başta da dediğimiz gibi neoliberal sistem dünyada ve Türkiye’de güvencesiz çalışma sistemini gittikçe daha yaygın bir şekilde dayatıyor. Bu sistemin Türkiye’ye girişi en somut haliyle açıklarsak 12 Eylül darbesiyle oldu. Ülkedeki işçi sınıfı ve çalışma sistemi bu politikalar doğrultusunda yeniden yapılandırıldı, dizayn edildi. Bu bir dizi fiili yaptırımlar, şiddet ve yasalar aracılığıyla gerçekleşti. Son olarak meclisten geçen Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi Yasası da bir dünya krizi ortasında olan Türkiye’nin tıpkı 80’lerde olduğu gibi üretim ilişkilerini, işçi sınıfını, ulusal ve uluslararası sermayenin lehine olacak şekilde yeniden örgütleme girişimidir.

Artık diyebiliriz ki mevcut yasalar yasa dışıdır. En meşru haklarımızı talep ettiğimizde bile gördük ki, devlet ve koyduğu yasalar insan olmaktan gelen haklarımıza dahi alan açmıyor en ufak bir karşı çıkışta bizi işten atıp açlıkla cezalandırıyor. Ve bu yaşamsal haklarımızı savunurken kendi yasalarına dahi uymayan yani yasa dışı hareket eden devlet karşısında bizim yasalar dahilinde ilerlemeye çalışmamız beklenemez. Çünkü artık bu yasaların hiçbir meşruluğu, kıymet-i harbiyesi yoktur. Devlet yeri geldiğinde uyguladığı faşizan yasalarla, yeri geldiğinde polisiyle, biber gazıyla bizi cendereye alıyor. Bu, en son geçen Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi Yasası için de geçerli. Artık neredeyse, Enerji-Sen gibi direniş örgütlemeyi göze alan sendikalar ve onların mücadelelerinin hepsi yasa dışı ilan edilmiş durumda.

O halde biz tam da bu yasa dışı ilan edilen alanda faaliyetlerimizi örgütleyeceğiz ve ilk olarak da gerçekte bizim olan haklarımızı geri isteyeceğiz. Yasalar en meşru haklarımızı gasp ettiği için bizim fiili eyleme geçmemiz; bir, yasaların olması gerektiği gibi işlemesini talep etmemiz iki, bunu sokağa ve kamuoyuna taşıyabilmemizve üç, bunu diğer direnişlerle dayanışma halinde örgütleyebilmemiz gerekiyor.

Güvencesizleri, taşeron işçileri, kadrolu yahut kadrosuz işten çıkartılan işçileri örgütlemeye çalışan sendikaların da yasaları ve hükümetle uzlaşma arayışlarını değil, bu perspektifi önlerine koymaları gerekir. Lakin Türkiye’nin tarihinde başta Türk-İş olmak üzere geleneksel sendikacılık daima üstten örgütlenmiş ve bürokratik setlerle inşa edilmiştir. Artık bugün bunun acilen kırılması gerekir ve önümüzdeki süreçte de bunu deneyen sendikaların ve de yeni sendikal hareketlerin ortaya çıkması kaçınılmaz olacaktır.

SV: Halihazırda dayatılan çalışma koşullarıyla birlikte güvencesiz iş ve taşeron işçilik giderek daha fazla yaygınlaştırılıyor. Taşeron işçilerin mücadelesi özelinde BEDAŞ direnişi başından bu yana ne hedefledi ve bu süreç neler öğretti?

KK: Enerji sektörü de uluslararası sermayenin ihtiyaçlarına göre yeniden dizayn ediliyor. Uzun vadede buralarda oluşacak yeni emek alanlarını Türkiye üzerinden yapılandırmak gibi bir hedef var. Bizim ülkede yapılan enerji yatırımlarının iki boyutlu avantajı var. Birincisi Kyoto Protokolü’nün imzalanmasına karşın burada 2014 yılına kadar 100 tane termik santral kurulması planlanıyor. Avrupa Birliği ülkelerinde bu protokol çok sert kurallarla işlediği için yatırımların burada yapılması tercih ediliyor. Dağların çocuk oyuncağı gibi delinmesi, sera gazlarının salınımı, kömür kullanımı yani doğanın katline hizmet edecek her şey, burada çok daha kolay işliyor. İkincisi, bu büyük enerji transferinden nemalanmaya çalışan devletin, ucuz emek gücü havzasını da bu sektörde birikecek yatırımların
hizmetine açıyor olması. Bu işkolunda yapılan neoliberal düzenlemeler, bu sektörde de güvencesiz çalıştırmayı ve hak kayıplarını beraberinde getiriyor. Bu tip düzenlemeleri giderek daha fazla yatırım yapılan enerji sektöründe de görüyoruz.

Fakat, bu güvencesiz çalışma düzeni sadece taşeron işçilerin değil, kadrolu işçilerin de geleceğini tehlikeye atıyor. Böyle bir ucuz emek gücü sürekli hazır tutulduğu için bu, kadrolu işçinin de her an kolayca işten atılabilmesi demek oluyor. Kaldı ki, bu durum sadece daha alt kademelerdeki işçileri değil teknisyenleri, mühendisleri, kalifiye elemanları da ilgilendiriyor. Bu yüzden biz Enerji-Sen’de örgütlenirken böyle bir ayrım yapmıyoruz; taşeron işçiyi tehdit eden şey aynı şekilde kadrolu olanı da tehdit ediyor. Biz burada alt kademedeki işçisinden teknisyenine mühendisine kadar birlikte örgütleniyoruz. Taşeronlara karşı adım atmaya, karşı durmaya çalışan her örgütün de bu tür bir örgütlenme planını önüne koyması gerek. BEDAŞ direnişi özeline gelirsek; bildiğiniz gibi direniş, maaşların zamanında ödenmesini talep eden işçilerin işten atılmasıyla başladı. Taşeron altında çalışır gözüktükleri için de beraberinde bir dizi hakları da gasp edildi. Biz bu direniş sürecinde ilk olarak şunu hedefledik; taşeron işçi çalıştırmak devletin kendi koyduğu yasalarda bile yasak, “muvazaa” deniyor buna, yani hileli çalıştırma. Bizim BEDAŞ’a açtığımız iki tane dava var, bunlardan biri de bu. BEDAŞ kendi çalıştırdığı elemanı taşeron işçisi gibi gösterip onları hileli çalıştırıyordu ve biz bu hileyi hem işçiler arasında hem de kamuoyunda teşhir etmeye çalıştık. Diğer tüm taşeron işçilere de bu hileyi göstermek lazım. BEDAŞ’ta direniş bugün 200. gününü tamamlıyor ve 15 gün sonra işten atılan işçiler işlerine iade edilecek gibi gözüküyor.

SV: Mücadelenizde başarılar diliyoruz.

Yorumlar kapalıdır.