Neden özelleştirmelere hayır diyoruz!

Özelleştirmeler, burjuva hükümetlerin işçi sınıfına ve emekçi yoksul kitlelere yönelik en önemli ve kapsamlı saldırılarının başında gelmektedir. Özelleştirme saldırısı neoliberal karşıdevrim programının temel taşlarından biridir. Uluslararası burjuvazi dünya ekonomik krizine paralel olarak azalan kârlarını yükseltmek amacıyla özellikle 1970’lerin ortalarından başlayarak bu politikayı dünyanın birçok ülkesinde uygulamaya sokmuş ve 1980’li yıllarda 50’den fazla ülkede burjuva hükümetlerin temel politik programı haline gelmiştir. Günümüzde de onlarca ülkede işçi sınıfı ve emekçiler özelleştirme saldırısıyla karşı karşıyadır.

Burjuvazi için neoliberal politikalar, düşen kârlarını yükseltmek için baskı ve sömürüyü artırmak anlamına gelmektedir. Bu amaçla işçi sınıfının ve emekçi yoksul kitlelerin kazanımlarının gasp edilmesi, hak ve özgürlükler alanında kazanılmış mevzilere yönelik saldırıların gerçekleştirilmesi söz konusu olmaktadır. Ücretlerin düşmesi, işyerlerinin kapanması, işsizliğin artması, çalışma şart ve koşullarının ağırlaştırılması, sigortasız çalıştırma, sendikasızlaştırma, örgütsüzleştirme, taşeron çalışmanın yaygınlaştırılması, eğitim, sağlık, ulaşım, barınma ve belediye hizmetleri gibi alanlarda parası olmayanın aç ve susuz, hasta ve sokakta kalmasına yol açacak uygulamaların gerçekleştirilmesi bu politikanın bir sonucu olmaktadır.

Türkiye’de de özelleştirmeler 12 Eylül Askeri Darbesi’ni önceleyen bir şekilde 24 Ocak Kararları ile gündeme geldi. Önce darbeciler, peşinden Özallı ANAP hükümetleri bu politikayı baş tacı yaptı.

1990’lı yıllarda hız kazanan özelleştirme saldırısı Çiller-Karayalçın hükümetinin 1994 5 Nisan Kararları ile sonraki tüm hükümetlerin de temel politikası haline geldi. Son 27 yılın burjuva hükümetleri, özelleştirme politikası başta olmak üzere neoliberal politik yönelimleriyle dünya kapitalizmiyle tam bütünleşme çizgisini izlemektedir.

Özelleştirmede zirve; AKP Hükümeti!

Tartışmasız bir şekilde AKP hükümeti neoliberal karşıdevrim programının en sadık ve başarılı uygulayıcılarından biridir. Türkiye’de 27 yıldır süren (1985) özelleştirme saldırısının yüzde 85’i son 10 yılda (2003-2012) AKP hükümeti tarafından gerçekleştirilmiştir. 1985-2002 döneminde 7,7 milyar dolarlık özelleştirmeye karşılık AKP hükümeti ilk 10 yılında (1 Ocak 2003 – 31 Aralık 2012) 49 milyar dolarlık özelleştirme yapmıştır. Bu özelleştirmeler sonucu on binlerce kişi işsiz kalmıştır. Sadece 2012 yılında gerçekleştirilen özelleştirme tutarı 14 milyar dolar olarak açıklanmıştır. Bu bir yıllık rakam AKP hükümeti öncesi 17 yıllık toplam özelleştirme tutarının yaklaşık iki katıdır. Diğer bir ifadeyle AKP hükümeti kendinden önceki hükümetlerin 17 yılda yaptığı özelleştirmenin yaklaşık iki katını sadece bir yıl [2012] içinde yapmıştır.

Kamu hizmet ve ürünlerinin bu olağanüstü piyasalaştırılmasına 2013 yılında da devam edileceği bizzat hükümet sözcüleri tarafından iftiharla açıklanmaktadır. [“Halen özelleştirme kapsam ve programında 22 kuruluş bulunmaktadır. Bu kuruluşların 11 tanesinde %50’nin üzerinde kamu payı vardır. Bunun yanı sıra, özelleştirme kapsamında 513 taşınmaz, 51 tesis, 2 liman ile şans oyunları lisans hakkı da yer almaktadır.” Başbakanlık Özelleştirme İdaresi Başkanlığı, Türkiye’de Özelleştirme 2012 Raporu]

Sonuç olarak milyonlarca insan bu olumsuz tablodan doğrudan ve dolaylı olarak etkilenmiştir. Güvencesiz ve düşük ücretle çalışma egemen kılınmıştır. Bu nedenle biz İşçi Cephesi olarak özelleştirmelerin durdurulmasını ve özelleştirilen kuruluşların işçi denetiminde millileştirilmesini talep ediyoruz.

Özelleştirmeler durdurulsun çünkü!

Neden özelleştirmelerin durdurulmasını ve özelleştirilen kuruluşların işçi denetiminde millileştirilmesini talep ediyoruz?

Birincisi; şimdiye dek özelleştirilen kuruluşlarda çalışanların ez az yarıya yakını işini kaybetmiştir. Örneğin çimento fabrikalarında çalışanların yüzde 56’si; Et Balık Kurumu’nda yüzde 80’i; HAVAŞ’ta yüzde 25’i; Petrol Ofisi’nde yüzde 73’ü; SEK’te yüzde 64’ü özelleştirme sonucu işten atılmıştır. Özelleştirilen bu işyerlerinde sendikalaşma oranı yüzde 90’lardan yüzde 36’lara gerilemiş ve ücretler de düşmüştür. 2000’li yıllarda gerçekleşen özelleştirmeler sonucu her yüz sendikalı işçiden 79’u işinden olmuş, 2009 itibariyle bu sayı 30 bin sendikalı işçiyi aşmıştır. Sadece 1990-2002 döneminde özelleştirmeler sonucu KİT’lerde çalışan işçi sayısı 643 binden 385 bine kadar gerilemiştir.

İkincisi; özelleştirmeler patronların ve AKP hükümetinin [ve geçmiş hükümetlerin] iddia ettiği gibi devletin masraflarının azaltılması, kaliteli ve hızlı hizmet sağlanması, devlet kuruluşlarında yağma ve kadrolaşmanın durdurulması ya da zarar edenlerin kamuya yük olmaktan çıkarılması amacıyla yapılmamaktadır. Örneğin yüzde 50’den fazlası özelleştirilen TÜPRAŞ ve PETKİM gibi kuruluşlar zarar etmek ve verimsizlik bir yana, kâr eden ve verimliliği çok yüksek olan, dünya standartlarında mal üreten kuruluşlardır. Özelleştirilen ya da özelleştirilme kapsamına alınan birçok işletme iddia edildiği gibi ne verimsizdir ne de zarar etmektedir. Özelleştirmenin sağlanması için birçok işletmeye yatırım yapılmamış, teknolojisi bilinçli olarak geri bıraktırılmış, kötü yönetilmesine, kalitesiz mal ve hizmet üretmesine göz yumulmuş, adeta insanların özelleştirmeleri yalvararak istemesine imkân veren bir ortam planlı şekilde oluşturulmuştur. Özelleştirmenin yapılamadığı kimi sektörlerde işletmeler tamamen tasfiye edilmiş ve dolaylı yollardan patronlara alan açılmıştır. Çok açıktır ki özelleştirmeler sonucu kamu malları bir avuç patronun mülkiyetine sunulmakta ve sonuçları daha fazla işsizlik, yoksulluk ve örgütsüzlük olmaktadır. Özelleştirmeler bir ekonomik zorunluluk değil, ideolojik-politik bir tutumdur ve burjuvazinin tercihidir.

Üçüncüsü; özelleştirmeler yoluyla devlete gelir elde edildiği, özelleştirmenin kârlı bir işlem olduğu büyük bir yalandır. Özelleştirmeler yoluyla kamuya ait kurumlar bir avuç sermaye grubuna adeta ikram edilmektedir. Örneğin son özelleştirmelerden biri köprü ve otoyol ihalesidir. Boğaziçi ve Fatih Sultan Mehmet köprüleriyle sekiz otoyolun 25 yıllık işletme hakkını kapsayan bu özelleştirmeyi 5,7 milyar dolara Ülker-Koç-UEM (Malezya) ortaklığı almıştır. Bu özelleştirme 6,5 milyar dolarlık Türk Telekom özelleştirmesinin ardından cumhuriyet tarihinin en yüksek özelleştirmesi olarak sunulmaktadır. Oysa bizzat Karayolları Genel Müdürlüğü’nün açıkladığı rakama göre söz konusu köprü ve otoyolların son iki yıllık [2011-2012] geliri 983,5 milyon dolardır; yani yıllık 491,75 milyon dolar. Bu durumda 25 yıllık ihale süresince Ülker-Koç-UEM ortaklığı 12,3 milyar dolar brüt gelir edecektir. Köprü ve otoyollara milyar dolarlık bakım-onarım dahi yapılsa bu şirketlerin yatırdıklarının iki katını kazanacağı açıktır. Ve tabii hiç zam yapmayacaklarını, adeta bir kamu şirketi gibi çalışacaklarını, çalışanlarının hak ve ücretlerini sonuna kadar koruyacaklarını, vs. varsayarsak. Aksi durumda zaten atı alanın Üsküdar’ı geçeceği açıktır. Kanıt mı? 6,5 milyar dolar ile cumhuriyet tarihinin en yüksek bedelli özelleştirmesi olduğu söylenen Türk Telekom’un 2011 yılı itibariyle piyasa değeri 24,5 milyar lira [yaklaşık 13,7 milyar dolar]; 2012 yılı satış geliri 3,2 milyar dolardır [net karı 636 milyon dolar].

Bir başka nokta da parası zaten bizim vergilerle ödenen, üstelik kendini geçiş ücretleriyle [Köprülerin toplam inşaat maliyeti 421 milyon dolar] defalarca amorti eden köprü ve otoyollara neden halen yılda 564 milyon dolar [2011] ödüyoruz, sormak gerekmez mi? Üstelik bu da yetmezmiş gibi şimdi bir de başlarına Deli Dumrul dikmek neyin nesidir?

KİT’lerde işçi denetimi ve millileştirme çünkü!

Dördüncüsü; kuşkusuz kapitalist sistem içinde kapitalist devlet elinde bulunan kuruluşlar, kapitalist devlet mülkiyeti altındadır. Bununla birlikte özelleştirmeler sonucunda işçilerin yarısı işlerinden oluyorsa, sendikalılık oranı yüzde 90’lardan yüzde 30’lara düşüyorsa, taşeronlaştırma yaygın çalışma biçimi haline geliyor ve örgütsüzlük genelleşiyorsa, işyerleri kapanıyor, yoksulluk ve açlık derinleşiyorsa bu durum kapitalist de olsa devlet mülkiyetinin, kapitalist özel mülkiyetten daha fazla hak ve özgürlük alanı sağlayabildiğini gösterir.

Bu durumda işçi sınıfına ve emekçi yoksul kitlelere mücadele ve haklar açısından daha fazla alan sağladığı sürece her koşulda özelleştirmelere karşı mücadele etmek gerekir. Özelleştirmelere karşı mücadele ederken de, “ha tek bir patronun elinde, ha da onun devletinin elinde, bir şey fark etmez” mantığıyla bakmaktan daha fazlasını söylemek ve yapmak gerekir. Bu nedenle sınıf mücadelesinin dinamiklerini ve işçi sınıfının mücadele ve bilinç düzeylerini hesaba katarız. Yani özelleştirmelerin işçi sınıfı ve emekçi yığınların gerek ekonomik koşullarında, gerekse bilinç, örgütlenme ve mücadele olanaklarında büyük gerilemeler yaratacağını, uzun vadede ise sosyalist iktidarın ve merkezi planlamanın ekonomik temellerini zayıflatacağını söyleyerek özelleştirmelere karşı mücadeleyi ön plana çıkarırız. Çünkü devlete bağlı ve “verimsiz” olarak addedilen sanayi kuruluşlarının kapatılmasıyla birlikte düşünüldüğünde özelleştirmeler yalnızca kısa vadede tensikatların yaygınlaşması, iş olanaklarının daralması, işsizliğin ve yoksulluğun derinleşmesi, sendikasızlaştırmanın hızlandırılması anlamına gelmekle kalmayacak, ama aynı zamanda uzun vadede gelecekteki olası bir işçi-emekçi iktidarının girişeceği sosyalizmin inşası
çabalarının ekonomik temellerini de bugünden tahrip etme işlevi görecektir.

Sonuç olarak; KİT’lerin kapitalist özel mülkiyete geçmesini istemiyoruz ve hayır diyoruz; bu öncelikli bir sınıf politikasıdır. Ama KİT’lerin kapitalist devlet mülkiyetinin elinde olmasını ya da kalmasını da savunmuyor ve istemiyoruz, buna da hayır diyoruz; lakin bir kez daha ifade etmek gerekirse mevcut özelleştirme saldırısının işçi ve emekçiler üzerinde yarattığı büyük yıkımın kapitalist de olsa devlet mülkiyetinden özel mülkiyete geçiş sürecinde gerçekleşmesi, mücadele düzeyleri arasında ayrım yapmamızı gerektirir. Kapitalizm koşullarında da olsa eğitim, sağlık, ulaşım, belediye hizmetleri, et, süt, şeker gibi kamusal mal ve hizmet üretimlerinin işçi sınıfı açısından birer kazanım ve mevzi anlamına, bir bilinç ve örgütlenme düzeyine denk geldiğini görmemiz gerekir. Kapitalist de olsa devlet mülkiyetinin genişliği, işçi sınıfı lehine mücadelenin ve kazanımların ileriliğini gösterir. Devlet mülkiyeti toplumsal mülkiyete geçişte bir ilk adımdır.

Kuşkusuz özelleştirmelere karşı çıkarken mevcut olanı savunmakla sınırlı kalmak gibi bir hata da yapmamalıyız. Nasıl ki işçi ve emekçiler aleyhine tüm çalışma şart ve koşullarını esnek hale getiren yeni iş yasasına karşı çıktık ve önceki iş yasasındaki daha ileri hakları savunduk ama bununla da kendimizi sınırlamadık ve daha fazlasını talep ettik, aynı şekilde verimsiz, yağmaya açık, arpalık haline gelmiş, kalitesiz mal ve hizmet sunan KİT’lerin mevcut halleriyle devam etmesini de savunmuyoruz. Öncelikle ve özellikle KİT’lerde işçi denetimi talebini dile getiriyoruz.

Özelleştirmeye hayır! İşçi denetimine evet!

Bu çerçevede biliyoruz ki, neoliberal karşıdevrim saldırısının bütün dünyada olduğu gibi Türkiye’de de öncelikli hedefi büyük oranda 2. Dünya Savaşı sonrasına dayanan hak ve özgürlükleri geriletmektir. Özelleştirmeler, iş güvencesinin eritilmesi, sosyal hakların tırpanlanması ve örgütsüzleştirme başta gelen neoliberal uygulamalardır. Esnekleştirme ve ticarileştirme bu uygulamaların temelini oluşturmaktadır. Dünya ekonomik krizinin 35 yıllık bu neoliberal saldırı politikası için gerekçe haline getirildiğini de görüyoruz.

İşçi Cephesi olarak bu yüzden; zarar ettiği söylenen işyerlerinde defterlerin açılmasını, işçi denetimi ve yönetimi sağlanmasını, özelleştirmelerin durdurulmasını ve yeniden millileştirme yapılmasını talep ediyoruz.

Kriz gibi işsizlik ve yoksulluk da politik kararların sonucudur. Bu yüzden iş güvencesinin dokunulmaz olmasını savunuyor, mevcut işlerin tüm çalışanlar arasında paylaştırılmasını öneriyoruz.

Son 10 yılda dış borcu üç kat artan ve ABD’den sonra dünyada en büyük cari açığa sahip ülke olan Türkiye tam bir sermaye cenneti durumunda. Bunu kabul edilemez ve sürdürülemez bir politika olarak görüyoruz. Yunanistan örneği Türkiye’nin gideceği olası noktayı göstermektedir.

Bu çerçevede: “İşten çıkarmalar yasaklansın!”, “Herkes için iş ve iş güvencesi!”, “4 vardiya, 6 saat iş!”, “Sendika haktır, engellenemez!”, “Bankalar millileştirilsin!”, “Dış borç ödemelerine hayır!”, “Özelleştirmelere hayır, özelleştirilen işyerleri tazminatsız millileştirilsin!” diyoruz…

Yorumlar kapalıdır.