Cinayetler ve “Diyalog Süreci”

Üç Kürt kadın aktivistin, Kürt halkının ulusal kurtuluşunun düşmanlarınca katledildiği Paris cinayeti Fransız polisi tarafından aydınlatılmaya başladı. Umarız bu iğrenç eylemin tüm failleri olduğu kadar nedenleri de gün ışığına çıkarılabilir. “Umarız” diyoruz zira resmi istihbarat servislerinin ve kirli tetikçi örgütlenmelerin sorumlu olduğu bu tip cinayetler genellikle gene aynı servislerin arşivlerinde ve mafyaların belleğinde gizli kalmaya mahkûm edilir. Katilleri ve/veya onların gerçek amaçlarını tespit etmek de çoğunlukla olaydaki mazlum tarafların çabalarına bağlı kalır. Sakine, Fidan ve Leyla’nın katlinin aydınlatılmasında ise Fransa hükümetinin Türkiye’deki hükümet-İmralı görüşmeleriyle ilgili beklentileri büyük önem taşıyor.

Türkiye’nin Kürdistan bölgesindeki silahlı çatışmaların durması, gerillanın Irak’ın ve Suriye’nin kuzeyine doğru çekilmesi ve nihayet PKK liderlerinin olasılıkla Avrupa ülkelerine geçmesi, verili konjonktürde Suriye ve Lübnan üzerindeki yeni sömürgeci uygulamalarını güçlendirmek isteyen Fransa’nın Ortadoğu politikalarını ve beklentilerini ne kadar etkileyecektir? Dahası var: çatışmasızlık halinde Türkiye’nin Güneydoğusu’nda yatırımların hızlanması, bölgenin başta Irak olmak üzere diğer Arap ülkelerine yönelik ihracatının ve genişlemesinin güçlenmesi, ulusal motivasyona sahip bir Kürt burjuvazinin bölge düzeyinde söz ve karar sahibi haline gelmeye başlaması, Fransız burjuvazisinin çıkarlarıyla ne denli uyuşacak ya da çelişecektir? Fransa polisinin Paris cinayetlerini aydınlatma düzeyi, bu sorulara verilecek yanıtların izdüşümü olacak.

Aslında AKP hükümetinin Kürdistan politikası, tabii bu arada İmralı görüşmeleri, sadece Türkiye devletinin “bekâ” çıkarlarına bağlı değil; bu politikaların ABD emperyalizminin yanı sıra Ortadoğu’da söz sahibi Fransız ve İngiliz emperyalistlerin bölgedeki stratejileriyle fazlaca çelişmemesi gerekiyor; çeliştiği anda da, siyasi güçler haritasında yeni oynamalar oluşuyor, her kesim kendi lojistik güçlerini harekete geçiriyor, ya da düşmanının belâlısıyla dostluk kurabiliyor. Bu açıdan, bir PKK önderi ve Kürt ulusal hareketi temsilcisi olan Sakine Cansız’ın katli, sorumluların, bölgede etkinlik peşinde olan tüm hükümetler ve örgütlenmelere kadar uzanan bir yelpazede aranması gereğini doğurdu. Bununla birlikte, cinayetin, politika dışı kişisel bir ruhi dengesizliğin sonucu olması ihtimali dışında, Ankara-İmralı görüşmeleriyle başlatılmak istenen pasifikasyon sürecine indirilmek istenen bir darbe ya da tarafların beklentilerini olumsuzlama mesajı olduğu çok açık, bu nedenle de devlet ya da örgüt istihbaratlarının bilgisinden kaçmış olması mümkün değil. Ama hangisinin, bu er veya geç bilinecek.

PKK haklı olarak cinayette Türk tarafının sorumluluğuna vurgu yapıyor, zira “Diyalog Süreci” esas olarak PKK’nın uzun vadedeki geleceğini belirlemeye yönelik. Pek çok kere önder kadrolarının da vurguladığı gibi, belirli koşulların yerine getirilmesi şartıyla, PKK bu sürecin bir pasifikasyonla sonuçlanmasını istiyor ve bunda samimi. Kürt ulusal varlığının resmen tanınması, buna ilişkin anayasal değişiklikler yapılıp yeni bir yurttaş tanımının getirilmesi, Kürt bölgelerin özerklik olmasa bile yerel yönetimler düzeyinde politik ve sosyal yetkelerle donatılması, Kürtçenin resmi bir statüye kavuşturulması karşılığında, Türkiye’nin mevcut devlet sınırlarını kabul etmeye ve bu sınırlar dışına çekilip silahsızlanmaktan önder kadroların başka ülkelere dağılmasına kadar uzanan bir çerçevede anlaşmaya hazır olduğunu sürekli belirtiyor. Bu noktadaki temel soru, Türk devletinin PKK koşullarını kabul etmesi halinde Kürt ulusal sorununun çözüme kavuşup kavuşmayacağı.

Her şeyden önce, herhangi bir örgütün, tabii PKK’nin de, kendi geleceğine ilişkin karar verme hakkının olduğuna saygı duymak gerekiyor. Öte yandan ve daha da önemlisi, Kürt halkının otuz yılı aşkın bir süreden beri Türk hükümetinin kendisi üzerinde uyguladığı amansız asker-polis baskılarından ve savaş halinden yorgun düştüğünü ve bu bağlamda PKK’nin öne sürdüğü koşullar çerçevesinde bölgedeki silahlı çatışmanın durmasını istediğini görüyoruz ve bunu anlıyoruz. Ve elbette PKK’nin koşulları bağlamında dile getirilen kitlesel demokratik taleplerin hepsini destekliyoruz. Bununla birlikte, dil ve kimlik sorunlarında “hiç yoktan iyi” adımların atılmasının ve idari sistemde ademi merkeziyetçi bazı yeniliklerin yapılmasının, Kürt ulusun kendi kaderini tayin etme hakkına ilişkin tarihsel demokratik hakkının tanınması anlamına gelmeyeceğine işaret ediyoruz. Hatta bu adımların atılması durumunda kitle seferberliklerinde doğabilecek bir geri çekilmenin, Kürt emekçi yığınları daha büyük tehlikelerle karşı karşıya bırakabileceğini düşünüyoruz.

Dil, kültür, kimlik ve idari sistem konularında en ileri gibi gözüken, hatta özerkliğe varan yeniliklerin yapıldığı ve diplomatik alanda ideal “barışçıl çözümler” gibi sunulan Bask ülkesi, Katalonya ya da Kuzey İrlanda benzeri örneklerde de görüldüğü gibi, kitlelere geçici de olsa bir “ferah nefes alma” olanağı tanıyan uygulamalar sonuçta sömürgeci devletlerin meşruiyetinin tanınması anlamına geldiğinden, bu “anayasal meşruiyetin” ulusları kendi kaderlerini tayin etme hakkından mahrum kıldığını görüyoruz. Bu uluslar toplumsal, ekonomik ve politik yaşamlarının her kritik anında kendi ulusal çerçevelerinde karar vermeye yöneldiklerinde, sömürgeci devletin “tek devlet, tek bayrak” ilkesine çarpmaktalar ve sonuçta bizzat kendi burjuvazilerinin de sömürgecilerle işbirliği sayesinde, merkezi devletin egemenlik cenderesi altında ezilmekteler. Adını andığımız ülkelerde azınlık veya sömürge ulus burjuvazilerinin ezen ulus burjuvazisiyle işbirliği içinde olması, sadece bu ülkelere özgü bir tuhaflık değil, tam tersine sınıflar mücadelesinin doğurduğu bir zorunluluk ve Kürdistan’ın bundan farklı olacağını beklemek için hiçbir neden yok. Ulusal burjuvaziler birçok kez ezilen ulusun emekçi yığınlarını kendi kapitalist çıkarları için merkezi devlete karşı seferber edebilmişlerdir, ama kitlelerin kendi kaderlerini tayin etme noktasında bir kalkışmaya yöneldiklerinde her zaman sömürgeci burjuvaziyle bizzat kendi uluslarına karşı gizli açık iş ve eylem birliklerine yönelmişlerdir. Kendi kaderini tayin etme hakkı ya da bağımsızlık talebi, ezilen ulus burjuvazisi için sadece bir şantaj öğesidir. Bu açıdan, Türk devletinin Kürdistan üzerindeki egemenliğini tanıyacak ve bunu meşrulaştıracak herhangi bir anlaşma Kürt ulusunu kendi kaderini tayin hakkından uzaklaştıracak bir “çözüm” olacaktır.

Pekiyi, bunun alternatifi silahlı mücadelenin sürmesi mi? Kuşkusuz hayır. Biz esasen daha başından itibaren PKK’nın gerilla çizgisinin silahlı bir reformizm olduğunu ve bu stratejinin kendisini kitle eyleminin yerine geçirerek ve kitle eylemliliğini kendi stratejik uygulamalarını destekleyecek biçimde örgütleyerek, emekçi yığınların iradesini ezdiğini söyleyegeldik. Üstelik bu çizginin Kürt emekçi yığınları enternasyonal planda başta Türk işçi ve emekçilerden koparıp ulusalcılığın dar kalıplarına mahkûm ettiğini, kendi kaderini tayin etme hakkını olanaklı kılacak yegane iktidar biçimi olabilecek işçi-emekçi sosyalizminden uzaklaştıracağını vurguladık. Nitekim öyle oldu ve bunu ne yazık ki hep birlikte yaşadık. Ve şimdi, sosyalizm şiarını terk etmiş, Türkiye Cumhuriyeti’nin meşruiyetini kabul etmeye ve silahlı mücadelesine son vermeye hazır bir PKK var karşımızda. Özetle, silahlı reformizm, kadim burjuva reformizmine dönüşmenin eşiğinde. Biz PKK’nin çok gecikmiş de olsa gerilla çizgisine son verme kararlılığını memnuniyetle karşılıyoruz, ama öte yandan sosyalizm bayrağına tekrardan sarılıp kitlelerin devrimci neferi haline gelmesini diliyoruz; yoksa klasik bir ulusalcı reformist burjuva veya küçük burjuva partiye dönüşmesini değil.

Öcalan/PKK/BDP’nin açıklamalarını ve taleplerini dikkate aldığımızda, hükümetle olan müzakere sürecinin sonuçları ne olursa olsun, Kürt ulusal sorununun hâlâ çözüm bekleyen tarihsel demokratik bir sorun olarak kalacağı ortada. Kürt ulusunun bağımsızlık da dahil olmak üzere kendi kaderini tayin hakkı, ancak burjuva yarı-Bonapartist devletin bekasından çıkarı olmayan kitlelerin temsilcisi bir işçi ve emekçi hükümeti tarafından gerçekliğe kavuşturulabilecektir. Bu ise, Kürt ve Türk işçi ve emekçilerin enternasyonal birliği ve kitlesel seferberlikleri sonucunda mümkün olabilir. Dil, kültür, kimlik konularında atılacak ileri demokratik adımlar, Kürt bölgelerindeki yerel yönetimlerin yetkilerinin artırılması gibi uygulamalar kuşkusuz öncelikle Kürt mücadelesinin eseri ve tüm Türkiye ölçeğinde bu hakları destekleyen kitlelerin bir kazanımı olacaktır. Ama, yukarıda verdiğimiz dünya örneklerinde de görüldüğü gibi, bu tip kazanımlar son derece kırılgandır ve her an egemen ulus iktidarının aşındırma ve eritip yok etme saldırılarına maruz kalmaktadır. Dolayısıyla bu hakların korunabilmesi ve geliştirilmesi ancak tüm ulusların kendi kaderini tayin hakkının eksiksiz uygulanabilmesini olanaklı kılacak birleşik emekçi kitle mücadeleleriyle mümkün olacaktır.

Yorumlar kapalıdır.