“21. Yüzyıl Sosyalizmi”nin gerçek yüzü
Venezuela Başkanı Hugo Chavez hayatını kaybetti. Bu durum karşısında, kardeş partimiz Özgürlük ve Sosyalizm Partisi (PSL – Venezuela)’nin de belirttiği gibi, Venezuela halkının acısını paylaştığımızı ve Chavez’in ailesine ve Venezuela halkına dayanışma duygularımızı yeniden ifade etmek istiyoruz. Ve ABD yanlısı geleneksel Venezuela burjuvazisinin temsilcisi olan muhalefetteki MUD [Demokratik Birlik Masası]’un; Chavez’in hastalığını PSUV [Venezuela Birleşik Sosyalist Partisi] hükümetinin meşruiyetini sarsmak için kullanması, ABD ile birlikte Nisan 2002’de başarısız darbe girişiminin düzenleyicileri oldukları halde, “demokrasi” havariliğine bürünmesi şeklindeki tutumlarını kesinlikle reddediyoruz.
Fakat, Chavez’in ölümü dünya solundaki en tartışmalı konulardan birini ortadan kaldırmıyor: İlan edilen 21. yüzyıl sosyalizminin gerçekliği nedir? Chavez’in ve Latin Amerika’daki diğer başkanların politikalarının sosyalizme doğru ilerlediği doğru mu?
Biz bu görüşe katılmıyoruz çünkü; bugün Venezuela’da gündemde olan emekçilerin ve halkın çözülmemiş problemleridir. Öncesinde Chavez ile ve şimdi Maduro ile PSUV hükümetinin politikası ve sözde 21. Yüzyıl Sosyalizmi, emekçi halk için gerçek bir çözüm ortaya koymuyor. Venezuela’da halkının çoğunluğunun Chavez’in projesine güven duymaya devam ettiğini biliyoruz. Ayrıca dünyada binlerce devrimcinin Venezuela’da sosyalizme doğru ilerleme kat edildiğine dair beklentisinin olduğunu da biliyoruz. PSL’den yoldaşlarımızla birlikte biz açıkça bu beklentileri paylaşmadığımızı belirtiyoruz çünkü 21. Yüzyıl Sosyalizmi projesinin bir sosyalizm karikatürü olduğunu düşünüyoruz. Chavez’in, Maduro’nun ve PSUV’nin diğer liderlerinin “antikapitalist ve antiemperyalist” söylemlerinin arkasında, çokuluslu petrol şirketleri ve bankalarla bir politik anlaşma ve işçi ve emekçi kesimlerin yaşam standartlarına dönük bir saldırı yürürlükte. Venezuela’nın ve dünyanın mücadeleci işçileri, gençleri ve emekçileriyle yapmak istediğimiz tartışma, tam da bu.
Latin Amerika, işçi ve halk mücadelelerinin kıtası
Venezuela, büyüyen sosyal çatışmalarla (grevler, köylü, yerli ve öğrenci seferberlikleri) ve popülist veya merkez sol hükümetlerin giderek güç kaybetmesiyle belirlenen Latin Amerika’nın bir parçasını oluşturuyor. Chavez gibi bütün bu hükümetler, milyonlarca insanın desteği ve ülkelerinde kökten dönüşümler yapacakları beklentisiyle iktidara geldi. Bahsettiğimiz bu hükümetler Bolivya’daki Evo Morales, Ekvador’daki Correa, Brezilya’daki Lula ve Dilma’nın İşçi Partisi (PT), Uruguay’daki Mujica (Geniş Cephe), Arjantin’deki Peronist Kirchnerler, Peru’daki Humala, Paraguay’daki Lugo, Nikaragua’daki Sandinist Daniel Ortega veya El Salvador’daki Mauricio Funes (FMLN) hükümetleridir.
Emperyalizmle girdikleri sınırlı ve kısmi çatışmaların ötesinde, gerçeklik bütün bu hükümetlerin, farklı biçimlerle, aşağıdakilere dönük kesinti programları uyguladıklarını, zenginlerin, çokuluslu şirketlerin ve büyük firmaların çıkarına bir yönetim sergilediklerini ve ülkelerindeki kapitalist yapıyı aynen sürdürdüklerini gösteriyor. Bu nedenle 2012, büyük işçi ve halk mücadeleleriyle dolu bir yıl olarak geride kaldı.
Boliva’da Chavez’in başlıca müttefiki Evo Morales, yerli-köylü tabanına da danışarak “And sosyalizmi”nin inşası sözünü vermişti. Fakat son iki yılda, büyük toprak sahiplerinin ve maden ve hidrokarbür alanındaki çokuluslu şirketlerin arabuluculusu biçimindeki gerçek yüzünü açığa çıkardı. Örneğin 2010 yılının sonunda, çokuluslu şirketlerin talepleri doğrultusunda benzin ve doğalgaz fiyatlarına yüzde 100 oranında zam ilan etti. Bu karar, gasolinazo olarak anılan bir halk ayaklanmasını tetikledi ve bu ayaklanmanın sonucunda hükümet zammı geri çekmek zorunda kaldı. 2011 yılında Morales, Petrobras, Total ve Repsol’la petrol sondaj çalışmaları için anlaşarak, bölgede yaşayan binlerce yerliye danışmadan Tipnis’e otoyol inşasına karar verdi. Bu girişim, devletin çok sert müdahalelerde bulunduğu büyük bir yerli seferberliğini tetikledi. [Hayata geçmesi halinde bölgedeki Amazon ormanlarını yok edecek olan bu projeyi, bu seferberlikler sonucunda hükümet iptal etmek zorunda kaldı.] Öte yandan ülkenin başlıca sendika federasyonu olan COB [Bolivya İşçi Merkezi] ücret artışları için birçok grev gerçekleştirdi.
Patron partisi PMDB [Brezilya Demokratik Hareket Partisi] ile ittifak halinde, önce Lula şimdi ise Dilma başkanlığındaki PT tarafından yönetilen Brezilya’da, 2011 yılından beri bir grev dalgasına tanık olunmakta. Bu durum, yaşam standartlarındaki düşüş karşısında kitlelerin büyük tepkisinin ve memnuniyetsizliğinin bir yansıması. Bu grev dalgası 2011’de inşaat işçilerinin greviyle başladı, 2011-12’de Rio iftaiye çalışanlarının, sivil ve askeri polisin, otobüs şoförlerinin, Niteroi demiryolu işçilerinin, öğretmenlerin ve ve kamu çalışanlarının iki ay süren grevleriyle devam etti.
Arjantin’de Cristina Kirchner’in Peronist hükümeti, 2012’de, hükümetle köprüleri atan ülkenin iki büyük sendika konfederasyonu CGT ve CTA’nın çağrısıyla, 10 yıl aradan sonra gerçekleşen ilk genel grevin darbesini yedi. “Ulusalcı” Humala’nın iktidarı altındaki Peru’da, 350 bin öğretmenin katıldığı bir genel grev gerçekleşirken madenciler ve yerli halklar, devlet şiddetinden ötürü onlarca kişinin öldüğü büyük mücadelelere öncülük ettiler. Correa hükümeti de Ekvador’da, yerli halklarla karşı karşıya geldi. Bu örneklere, Şili’de öğrencilerin kitlesel seferberlilerini, Kolombiya’da üniversite ve yargı çalışanlarının mücadelesini ve Panama’da Colon halkının zafere ulaşan ayaklanmasını eklemeliyiz.
Öte yandan Chavez, Lula’nın Brezilyası ile birlikte, enerji kaynaklarını farklı ülkelerle bağımlılık ilişkileri kurmak adına kullanarak bölgesel güç rolü oynamaya çalıştı. Bu, ALCA (Amerika Serbest Ticaret Bölgesi)’ya karşı ALBA (Bizim Amerika’nın Halkları İçin Bolivarcı İttifak)’nın hayata geçirilmesiyle yansımasını buldu. Fakat Chavez’in düzenin garantörü rolünün en açık biçimde ortaya çıktığı yer, emperyalizmin Kolombiya’da yürüttüğü karşı-ayaklanmaya ve baskı politikalarına, Uribe ya da Santos tarafından başarıyla uygulanan bu politikalara eklemlenerek, FARC’la bağlantılı aktivist Pérez Becerra’yı Kolombiya’ya teslim etmesiydi.
Venezuela sosyalizme doğru ilerlemiyor!
Toplumsal huzursuzluklar Venezuela’ya da yansıyor. Venezuela Toplumsal Çatışma Gözlemevi (OVCS)’nin “2012’de Venezuela’da Toplumsal Çatışmalar” raporuna göre, 2011’e göre protestoların sayısı yüzde 3 arttı ve en az 5483 protesto gerçekleşti. Bunlardan 2256’sı (%41,15) sendikal gösteri ve 1874’ü (%34,17) konut hakkı için yapılan gösterilerdi.
Genellikle Venezuela dışında bilinmeyen bu gerçek, 14 yıllık Chavez hükümetinin ardından, içilerin ve halkın sorunlarının köklü bir çözüme ulaşmadığını gösteriyor. Aynı şekilde, sendika liderlerine ve aktivistlerine ve köylülere dönük, sermayenin ve şirketlerin kiralık katilleri tarafından gerçekleştirilen saldırılarda ve cinayetlerde de herhangi bir ilerleme kat edilebilmiş değil. Chavez hükümetleri döneminde köylü ve yerli hareketi liderlerinden işçi hareketi liderlerine 200’den fazla kişiyi katleden bu kiralık katiller, Chavez rejiminin sağladığı dokunulmazlıkla korunuyorlar [Bu kiralık katillerden hiçbiri Chavez döneminde yargı önüne çıkarılarak cezalandırılmadı]. Tam da Chavez’in ölümünden bir gün önce, bir süredir tehditler alan Yukpa şefi Sabino Romero’nun öldürülmesi, Chavizm’in prestijini sarsan ve önemli etkileri olan bir gelişmeydi.
Chavez’in geçtiğimiz yılın Ekim ayında yeniden seçilmesi, milyonlarca insanın PSUV hükümetinin sözlerini defalarca tutmamasına rağmen, vaatlerini gerçekleştireceğine dair beklentilerinin hâlâ devam ettiğini ortaya koydu. Birçok işçi ve emekçi, pek çok kuşkuyla ve daha az beklentiyle, fakat ülkeyi felakete sürükleyen ve 1989 “Caracazo” ayaklanmasını tetikleyen, bugün MUD nezdinde yeniden yükselen sağı ve geleneksel burjuva politikacılarını reddetmek için oylarını Chavez’e verdiler. Fakat ne yazık ki PSUV hükümeti, Chavezli ya da Chavezsiz, bu meşru beklentilere cevap vermeyecek çünkü Chavez’in “sosyalist devrimi hayata geçiriyoruz” iddiası doğru değil. Venezuela’da ve dünyada birçok dürüst antiemperyalist ve solcu devrimcinin Chavez’in Küba ile birlikte, “21. Yüzyılın Sosyalizmi”ni hayata geçirdiğine inandığını biliyoruz. Fakat gerçek bu değil ve bu tartışma yaşamsal önemde çünkü, Venezuela halkının, Latin Amerika ve dünya halklarının mücadelesinin yeni bir hüsrana uğramaması için bu gerçek aydınlığa çıkarılmalı.
Devrimci sosyalistler açısından, Venezuela petrolü, bu Karayip ülkesinin başlıca geliri, çokuluslu şirketlerle paylaşılırken, ne sosyalizmden ne de antiemperyalizmden bahsedilebilir. Chavizm çokça “petrol egemenliği”nden bahsediyor fakat PDVSA [Venezuela Petrolü, devlet şirketi]’yı Chevron, Total, Mitsubishi, Repsol, Petrobras, Lukoi ve Norveç ya da Çin petrol şirketleriyle birlikte bir karma şirkete dönüştürüyor. Dahası, ülkenin en büyük on şirketi arasında beş tane banka ve sigorta şirketi bulunurken, bu on şirketten dördü çokuluslu şirketler: Movistar, Prock Gouble, General Motors and Coca Cola (Ultimas Noticias‘tan alınmıştır, 25/10/12).
Buna ek olarak, Venezuela Banka Denetleme Kurulu’nun Kasım ayındaki verilerine göre, banka kârları Ocak-Kasım 2012 döneminde, bir önceki yıla göre yüzde 93 oranında artmış durumda. Her geçen yıl, asgari ücretin temel tüketim ihtiyaçlarını karşılamaktan giderek daha fazla uzaklaştığı bir ülkede, finansal sektörün kârları büyümeye devam ediyor.
Dolayısıyla, zenginliklerin paylaşımı, Chavez’in
reklamını yaptığının tam aksi yönünde gerçekleşmekte. Hükümetin ilk yıllarında olumlu bir rol oynayan sosyal programlar, yüksek petrol gelirleri sayesinde finanse edildi. Fakat bu sosyal programlar oldukça yetersiz durumda ve dahası, petrol gelirlerinin aslan payı yerli ve yabancı işadamlarının ve bankerlerin ceplerine gitti. 1998’de ücretliler üretilen zenginliğin %39,7’sine, patronlar ise %36,2’sine sahiplerdi. 2008’de ücretlilerin oranı %32,8’e düşerken, patronların oranı %48,8’e çıkmıştı.
Bazı şirketlerin kamulaştırılması, Venezuela dışında, binlerce işçi ve sosyal aktivist üzerinde olumlu bir etkide bulundu. Fakat gerçekte, bu kamulaştırmaların ne işçiler için ne de ülke için olumlu bir tarafı yoktu. Çünkü, tüm kamulaştırmalarda yüksek tazminat ücretleri tamı tamına ödendiği gibi, kamulaştırılan firmalarda işçi denetiminin kurulması da engellendi. Kamulaştırılan büyük çimento fabrikası CEMEX’te, işçilerle imzalanan toplu sözleşmeye uyulmadı ve çimento satışı, fahiş fiyatlarla yapıldığı ve bürokrasinin yolsuzluğa bulaştığı iddiasıyla inceleme altında. 2009’da kamulatırılan eski adıyla TAVSA, yeni adıyla Orinoco Iron’da, toplu sözleşmenin süresi iki yıl önce sonra ermiş durumda. Bu gibi durumlar nedeniyle ne yazık ki pek çok işçi artık, kamulaştırma ihtimaline kaygıyla yaklaşıyor veya bu seçeneği reddediyor. Polar firması örneğinde olduğu gibi, kamulaştırma ihtimali işçilerin tepkisine neden oldu ve buna karşı seferberlik geliştirildi.
Dolayısıyla, Chavez hükümeti, “sosyalist” bir söylem altında, gerçekte emekçi halka dönük kesintiler uygulamakta ve hiçbir temel probleme çözüm getirememekte. Chavez’in yeni vekili Maduro’nun başkanlık görevini yürüttüğü dönemde, şimdiden %46,5 oranında sert bir develüasyon yapıldı ve işverenlerin ihracattan elde edilen dövizin yalnızca %60’ını devlete satabileceği açıklandı. Böylece, temel tüketim maddelerindeki fiyat artışı sürerken, ücretler yerlerde sürünmeye devam ediyor; toplu sözleşmelere riayet edilmiyor; yatırım eksikliğinden ötürü elektrik kesintileri devam ediyor ve gösteriler kriminalize ediliyor. Fakat tüm bu nedenlerle, mücadele de devam ediyor. Çokuluslu şirketlerle yapılan anlaşmalar temelinde ve bankerleri zengin etmek amacıyla yönetilen bir sosyalizm olamaz. İşçi haklarını tanımayan bir sosyalizmden bahsedilemez.
Esad ve Kaddafi gibi diktatörleri desteklemek ne antiemperyalizme ne de sosyalizme sığar
Suriye’de Beşşar Esad türünden soykırımcı bir diktatörü desteklemekte bir beis görmeyen Chavez’in izinden gidildiğinde ne sosyalizmin inşası ne de devrimci olarak adlandırılmak gündeme gelebilir. Chavez ve Esad “Suriye’deki ve Ortadoğu’daki politik durum ve güvenlik konularını, özellikle de Suriye hükümetince barışa karşı savaşan silahlı terör çetelerine karşı başarıyla yürütülen yöntemleri ele aldılar (El Comercio gazetesi, Peru 7.4.12) . Anlaşılacağı üzere Chavez, isyancı Suriye halkını terör çeteleri olarak tanımladığı gibi, diktatörün katliamlarına da açıkça sahip çıkmaktadır.
Chavez, Arap halklarınca ateşli antiemperyalist söylevleri ve Siyonist İsrail devletiyle diplomatik ilişkileri kesmiş olması nedeniyle, sempatiyle izlendi. Bugünse Castro kardeşler ve dünya çapındaki köhne Stalinistlerle kol kola girip Arap devrimci sürecine destek konusunda olumsuz ve katı görüşler sergilemesi nedeniyle kesif bir hayal kırıklığına yol açmış durumda. Antiemperyalizm ve baskıya karşı mücadele veren halklardan söz etmek ile Esad ya da Kaddafi’nin kendi halklarına uyguladığı sistematik baskı, işkence ve katliama arka çıkmak iki bağdaşmaz olgu. Libyalı albayın karakterini kavrayabilmek için, 1936 yılında faşizmin işçi ve halk direnişini ezerek elde ettiği zafere gönderme yapan ve Bingazi’ye “Franco’nun Madrid’e girdiği gibi” girmek istediğini söyleyen Kaddafi’nin sözlerine kulak vermek yeterli. Öte yandan bu günlerde gördüğümüz üzere petrole dayalı ortak çıkarların, süreç üzerinde belirleyici bir ağırlığı var. Bunun en tipik örneklerinden birini, gerici ve baskıcı bir rejime dayanan Ahmedinejad’ın tüm diğer “antiemperyalist” liderler gibi Suriye rejimine sunmuş olduğu destek ve sahiplenmede görmek mümkün.
Enternasyonalizm, kuşkusuz gerçek sosyalizmin temel yapıtaşlarından biri. Öte yandan bizzat Stalinizm, bu ilkeyi işçi sınıfı ve halkların mücadeleleriyle dayanışmanın üzerinden atlayarak ve kendi bürokratik çıkarlarını savunmak üzere dünya çapındaki sınıf mücadelelerine sırt çevirmekle akamete uğrattı. Hem Castro hem de Chavez işte bu geleneğin sadık takipçileri. Her ikisi de, burjuvazilerinin, petrol bürokrasilerinin ve devlet bürokrasilerinin çıkarlarını, Arap halklarının vermekte oldukları mücadelenin üzerine koymuşlardır. Zira bu halkların olası bir zaferinin, ayrıcalıklı bir sektör olarak dönüp bizzat kendilerini zayıflatacağını bilmektedirler. Tüm dünya düzeyinde yaygınlaşmakta olan mücadeleler ve isyanlar karşısında, eski ve yeni burjuvaziler, aynı zamanda bürokrasiler dehşetle titremekteler. Zira yükseliş ve kitle mücadelesi, dünyanın tüm sömürülenleri açısından bir örneğe dönüşmekte.
Chavez-Fidel Castro birliği, Venezuela’yı 60’ların sosyalist Kübasına doğru ilerletmiyor
Chavez’in dünya solu üzerinde sahip olduğu ağırlık, Castro’nun kutsaması olmaksızın açıklanamaz. Daha 1992 yılında Chavez’in Küba’da devlet onur kıtasınca karşılandığı hafızalarda. Rusya ile imzalanmış bulunan hayati ticari anlaşmaların çöküşünü takiben Chavez, en düşük ücretlendirme üzerinden Küba’ya petrol satarak bu ülkenin enerji ihtiyacının yüzde 60’ını karşılamayı üstlenmişti. Bu gelişme Chavez’e dünya solunun karşısında, izlediği somut politikalardan ya da yoksul halka yönelik oluşturduğu ucuz yemek mağazaları türünden -Brezilya’da Lula’nın yaptıklarından pek de farklı olmayan- girişimlerinden bağımsız olarak, sosyalist ve devrimci bir referans gibi görünme fırsatı sunmuştu.
Emperyalizm yanlısı sağ ve onun kitle iletişim araçları, Chavizm’in, Venezuela’yı “Kübalaşmaya” hatta komünizme doğru taşıdığını ilan etmek için epey enerji harcıyorlar. Sosyalist Küba derken, Che’nin dönemindeki, Küba’da emperyalizmin ve burjuvazinin mülksüzleştirildiği ve ülkenin, Latin Amerika’nın ilk sosyalist devleti olarak ilan edildiği günlere gönderme yapıyorlar.
Bu yaklaşım aynı zamanda Castro-Chavez birliğinin yavaş yavaş sosyalizmin kapılarını açacağını vaaz ederek Chavez hükümetine koşulsuz destek sunan dünya sol hareketinden kimi kesimleri de doğrular nitelikte. Özellikle de, Chavizm’in birbiriyle çatışma halinde olan Maduro önderliğindeki “Sol” ve Diosdado Cabello önderliğindeki “Küba karşıtı Sağ” iki kesime bölünmüş olduğunu ileri süren akımlar bu kapsamda değerlendirilebilir.
Ne var ki, bu değerlendirme gerçeklik taşımıyor. Zira Chavezci saflarda yukarıda ifade edilen türden iki ayrı sektör var ise bile, bunlar arasındaki mücadele, sosyalizme ilerlenmesi ya da ilerlenmemesi üzerinden gelişmiyor. Aslına bakılırsa, söz konusu mücadele Castrocu önderlikçe desteklenmekte olan sahte 21. Yüzyılın sosyalizmi projesi saflarında nüfuz alanı sahibi olabilmek doğrultusunda somutlaşıyor.
İki gerekçe bu durumu açıklıyor; 1) 14 yıl, Castro’nun desteklediği Chavez’in iktidarı altında geride kaldı ve ortaya koyduğumuz üzere, Venezuela’da özel mülkiyetin egemenliği ve çokuluslu şirketlerle yapılmış olan anlaşmalar varlıklarını sürdürmekte. 2) Bu ülkede yaşanmakta olan şey, Venezuela’nın “Kübalaşması” değil, aksine Küba’nın “Venezuelalaşması”. Venezuelalaşma derken, 90’lı yıllardan itibaren Küba’nın, Çin ve Vietnam’ı izleyerek ve 60’lı yıllar boyunca elde ettiği sosyalist kazanımları terk edişini ve kapitalist restorasyon yolunda emin adımlarla ilerleyişini kastediyoruz.
Küba Komünist Partisi, tüm gücünü bu olguyu gizlemeye hasretmekte. Gelin görün ki, “Küba ekonomik modeli”, yüzünü nikel (Sherrit), turizm-konaklama (Sol Melia), tütün ve puro ürünleri, gıda (Rom, bira üretimi vb.) ve şekerkamışı üretimine çevirmiş, İspanyol, Kanada, Fransız, Brezilya, İtalyan, Çin ya da Britanya sermayesi üzerinde yükselen karma şirketler kapitalizmi üzerinde yükselmekte. Dahası, Küba’da Çin’de olduğu gibi, sözde “sosyalizmin modernleştirilmesi” süreci, aylık ortalama gelirleri 15-20 doları ancak bulan işçilerin sömürülmesine dayanmakta, özgür sendikal örgütlenmenin ve grev hakkının tek parti diktatörlüğünce yasaklandığı koşullardan beslenmekte ve sosyal eşitsizliklerin şimdiden görülmemiş ölçekte yoğunlaşmasına yol açmış durumda. Bu anlamda tüm politik gücün bir devlet şefinin elinde yoğunlaştığı Venezuela örneğinde, Chavez’in kendisine Stalinist rejimleri politik referans olarak aldığını belirtmek mümkün. Bu durumun en tipik yansımalarından biri, geride kalan süreçte yaşanan anayasa reformu tartışmaları olmuştu. Dolayısıyla Chavezciliğin, elindeki gücü işçi sınıfına karşı kullanmış ve halen kullanmakta olan ve bir burjuva devlet aygıtının süratle bürokratikleştirildiği bir sürecin başını çektiğini vurgulamalıyız.
Bu nedenlerle Castro-Chavez birliğinin, ne devrimci ne de ilerici bir karakter taşıdığından söz etmek mümkün. Tam tersine Castro-Chavizm, “aşamalı devrim” sözde teorisinden hareketle devrimin ilk aşamasında burjuvazinin bir kesimiyle ittifaka dayalı bir hükümet aracılığıyla sosyalizme doğru yürünebileceğini vaaz eden, bu söylemle sürekli olarak sınıf işbirlikleri gerçekleştirmiş reformist Stalinizm’in yeniden vücut bulmuş bir versiyonu.
Unutmayalım, bu teori ile muzaffer Nikaragua ve El Salvador devrimlerine ihanet edilmişti. 80’li
yıllarda Fidel Castro ve Küba önderliği, Nikaragua’da “yeni bir Küba” yaratılmaması, aksine Nikaragua burjuvazisi ile kurulacak bir ittifak aracılığıyla “karma ekonomiye” dayalı bir yol tutturulması doğrultusunda tavsiyelerde bulunmaktaydı. Bu gün aradan 35 yıl geçtikten sonra, Nikaragua’da Daniel Ortega sefaletten kıvranmakta olan kapitalist bir Nikaragua’da hükümet başkanlığı yapmaktadır. Sonuç olarak Çin ve Küba, çokuluslu şirketlerle ittifak halinde ve kendi halklarının sömürüsü pahasına “sosyalist modelin” sözde modernleştirilmesinin savunucusu durumundadırlar.
Tarih bu “ulusal ve halkçı” modellerin, Nikaragua, Peronist Arjantin, MNR önderliğindeki Bolivya ya da Velazques’in Peru’su örneklerinde olduğu gibi başarısızlığa mahkûm olduğunu ortaya koyuyor. Bu bağlamda Evo Morales, Correa, Mujica, Kirchner, Lula-Dilma ya da Chavez gibilerinin de emekçi halklara bir çıkış sunması olanak dışı.
Gerçek bir sosyalizm için mücadele
Venezuela işçilerinin, gençliğinin ve halkının mücadeleleri, gerçek bir sosyalist çıkışa doğru ilerlenmesine ihtiyaç duyuyor. Bunu dile getirirken nasıl ki, Chavez ile böylesi bir çıkış olanak dışıysa, Henrique Capriles önderliğinde MUD çevresinde kümelenmiş sağ’dan da bir çıkış söz konusu olamayacağını unutturmamak gerekiyor. Zira bu sağ hareket, ABD yanlısı oligarşinin yıllanmış politik seçeneğinden başkası değil.
Venezuela’da bugün gerçekten sosyalizm için mücadelenin yolu, Orlando Chirino önderliğindeki kardeş partimiz PSL’nin – Sosyalizm ve Özgürlük Partisi- ileri sürdüğü taleplerden geçiyor. Bu nedenle, Venezuela’da işçi sınıfı için, verilen işçi ve halk mücadelelerini destekleyecek ve önüne stratejik bir hedef olarak gerçekten sosyalist bir dönüşümü ve bir işçi hükümetini koyan türden bir politik alternatif inşa etmenin artık ertelenemez bir gereklilik olduğunu görüyor ve tüm gücümüzle bu politik duruşa desteklerimizi sunuyoruz.
“Biz işçiler yönetmeliyiz” ve karma şirketlerin kontratları lağvedilerek işçilerin kontrolü altında “Petrol yüzde 100 Venezuelalıların olmalı”, elde edilecek gelir, ücret, iş, eğitim, sağlık ve barınma olarak geri dönmeli talepleri geçerliliklerini ve hayati önemlerini halen korumaktadır.
Kapitalist politikalar ve hükümet karşısında; tümüyle politik bağımsızlığı, eşit ve temel ihtiyaçları giderecek bir asgari ücreti, dış borç ödemelerinin durdurulmasını, Venezuela’yı çifte sömürünün pençesine düşüren serbest ticaret anlaşmalarının iptalini, çokuluslu şirket ve bankaların işçilerin kontrolü altında millileştirilmesini, köylülere toprağı garanti edecek bir toprak reformunu, yerli halkların sınırlarının tanınmasını, protesto hakkının bir suça dönüştürülmesine son verilmesini, sendikaların bürokratsız ve patronlardan ve hükümetten bağımsız olarak, işçi sınıfının mücadele araçları olarak korunmasının sağlanmasını savunuyoruz.
UIT-UBK Koordinasyon komitesi olarak dünya düzeyinde tüm sol akımlara, antiemperyalistlere, gençlere ve işçilere, bir yol ayrımının eşiğinde olduğumuz bugünlerde Venezuela ve Latin Amerika’daki mevcut devrimci sürecin bugünü ve yarını üzerine, nasıl gerçekten sosyalist bir dönüşüm ufkuyla, verilmekte olan mücadelelerin sahiplenilebileceği ve aynı zamanda Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da gerçek bir işçi enternasyonalizminin inşasına nasıl destek sunulabileceğini tartışmaya çağırıyoruz.
Mart 2013 UIT-CI/UBK Koordinasyon Komitesi
Yorumlar kapalıdır.