Ukrayna ve Suriye bize ne anlatıyor?

Yüzyılımızın sınıf mücadeleleri isyan dalgalarını yaygınlaştırıp derinleştirirken, tarih karşımıza daha önce tecrübe edip teorik düzleme yatırma fırsatımızın olmadığı yeni somut gerçeklikler çıkarmaya devam ediyor. Suriye’de sınıf mücadelesi zorlu bir iç savaşa dönüşürken, kitleler, önceki süreçte bir kesimin altında toplandığı İslamcı önderlikler ile tecrübelerini tüketerek geniş protestolar hayata geçiriyor. Ukraynalı yığınlar ise, “ironik” bir biçimde Avrupa Birliği ile yapılacak ortaklık antlaşmasının iptali üzerine sokaklara dökülüyorlar. Bu enerji polis devletine karşı bir eyleme dönüşürken, “Hükümet istifa!” sloganı geniş kesimlerce benimseniyor.

Hayat, masaya, politik olarak dolduramadığımız boşlukların faturasını bırakıyor.

Bürokratik sol yapılar, maddi yaşamın karşılarına çıkardığı her yeni mücadele ve toplumsal kabarış deneyimini, gerçekliklerden kopuk kendi mutlak şablonları ile uyuşmadığı gerekçesiyle kriminalize etmeye uğraşıyorlar ve kitlelere geçmişte yaptıkları gibi sırtlarını dönüyorlar. Toplumu sınıflara değil, siviller ve askerler olmak üzere iki “meslek” grubuna bölen “yeni” sol ise, kendi ülke burjuvazilerinin jeostratejik kaygılarını paylaşarak, neoliberal saldırıları “gök kuşağı” rengine boyamayı tercih ediyor.

Ekonomik krizden bu yana dünya burjuvazisi birçok ülkede aynı zamanda politik bir krize de, eskisi gibi yönetemedikleri bir konjonktüre de, ister istemez yuvarlandı. Alternatif burjuva önderliklerin, bu yuvarlanışı bir çığa dönüşmeden durdurabilecek potansiyel dinamiklere sahip olamayışı, egemen sınıfları kendi demokrasilerinin makyajını akıtıp teknokrat yöneticiler atayarak (!) aristokratik reçetelerle krizden çıkışın yollarını aramaya itti.

Ne var ki, güncel maddi örnekler üzerinden de gösterilebileceği üzere, alternatif bir önderliği tutarlı bir şekilde kitlelere sunamayan tek kesim emperyalistler değil. Sanayi Devrimi ile tarih sahnesine tamamen çıkmış bulunan uluslararası işçi sınıfı için, daha önce eşi benzerine az rastlanır bir sürecin içerisinden geçmekteyiz. Zira proletarya, uluslararası etkileri sarsıcı karakterde olan ve bu denli büyük yankılara yol açan toplumsal ayaklanmalara ve devrimlere, bir Enternasyonal’e sahip olmadan, kendi sosyalist dünya partisinin yokluğunda yakalanıyor.

Suriye ve Ukrayna’da siyasal kriz

Ukrayna ve Suriye, her ne kadar tarihsel olarak bambaşka arka planlara sahip olsalar ve egemen ideolojiler ile toplumsal altyapılar olarak farklılık gösterseler de, bugün gelinen noktada siyaset arenasına aniden çıkış yapmış olan kitlelerinin karşılaştığı siyasi boşluk ve alternatifsizlik hususunda ortaklaşıyorlar.

Zira Suriye Komünist Partisi’nin (SKP) karşıdevrimin gönüllü bir aygıtı olmayı tercih ettiği ortada. SKP’nin bölündüğü üç fraksiyondan birinin başını çeken Kadri Cemil’in, Esad’ın başbakan yardımcısı olarak atanması, kitle hareketinin gözünde herhangi bir prestij kırıntısına bile sahip olmadığını düşünmek için yeterli bir neden. Kalan iki fraksiyonun da, despotik rejimin monarşist atama geleneğiyle bakanlık koltuklarına yerleştiğini eklemek gerekir.

Ukrayna Komünist Partisi (UKP) ise güncel politika üretemeyerek sınıf mücadelesine müdahale etmekten bir hayli uzakta. Gündelik hayatta kayda değer bir siyasal ağırlığa sahip olmayan parti, binaları önünde açtıkları Stalin heykeli ve Rusça dilinin rahatça kullanılabilmesi için reklam panolarına verdikleri ilanlarla kendisini ifade ediyor. Bütün propaganda çalışmalarını SSCB’ye geri dönüş üzerinden inşa eden yapının çoğunluğunu 60 yaş üzeri insanlar oluşturuyor. UKP, ülkenin emekçi sınıflarının içerisinde bulunduğu ekonomik koşullardan ve bu koşulları sonlandırmayı öngören devrimci bir programın oluşturulmasından çok, dejenere olmuş işçi devletine duyulan nostaljik özlem üzerinden kurmayı denerken parti politikasını, kitlelerin dile getirdikleri talepleri ve sokağa çıkma nedenlerini büyük ölçüde ıskalıyor.

Kitleleri ve yaptıkları siyasi odak tercihlerini, içerlerinde bulundukları ve mücadele verdikleri nesnel sosyo-ekonomik ve öznel politik şartlardan soyutlayarak ele alan ve “yeterince devrimci olmayan” ifade araçları kullanılması üzerinden onları suçlamayı görevleri bilen siyasetler, protestolara katılan insanların eline haç veya muska verenlerin dolaylı olarak kendileri olduklarının bilincinde değiller. Bugün seferberlik halindeki kitlelerin taşıdıkları bayraklarda Avrupa Birliği’nin yıldızları ve İslamcılığın hilali var ise, bu onların emperyalizmin “komplolarına” fiziksel araç olduklarına veya karşıdevrimci olduklarına değil, ama sosyalist bir işçi alternatifinin yokluğuna işaret eder.

Ukrayna’da ve Suriye’de tanık olduğumuz yeni gerçeklikler, açıkça, devrimci bir politikanın yokluğunu yansıtıyor ve bu nedenle de sürekli bir mücadeleyi gerektiriyor.

Kitleler neden sokakta?

Ukrayna’da ve Suriye’de milyonların alanları doldurmalarının sebebi nedir? Yığınlar, emperyalist burjuvazinin uydusu rolünde mi, yoksa neoliberalizmin sosyal ve demokratik haklar ile sınıfsal kazanımları parçalayarak belirsiz bir geleceğe sürüklediği ezilenler rolünde mi mücadeleye atılıyorlar?

Bu soruların cevabını aramak, somut durumun somut tahlilini yapmaktan, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetin emekçi sınıfların ekonomik ve toplumsal hayat şartlarında ne gibi tahribatlara yol açtığını anlamaktan geçiyor. Bu metot, Suriye ve Ukrayna hakkında neleri idrak etmemizi sağlıyor?

Suriye, neoliberalizmin etkilerinin radikalleşip doruklara ulaştığı bir örnek olma özelliğini taşıyor. Gayrisafi yurtiçi hasılanın içerisindeki sermaye payının %72’yi bulduğu ülkede, nüsfusun üçte biri mutlak yoksulluk sınırı olan günde 1 doların altında gelirle geçiniyor. İşsizlik oranı %25’lere dayanıyor. Nüfusun %65’inin 30 yaşın altında olduğu bir ülke olan Suriye’de, 25 yaşın altındakiler arasındaki işsizlik oranı %55’lerde. “Anti-emperyalist” Esad’ın (!) işçi sınıfı ve emek düşmanı neoliberal ekonomi politikaları, sadece on yıl içerisinde yoksulluk sınırı altında hayatını devam ettirenleri üçe katladı.

Ukraynalı eylemcilerin televizyon röportajlarında dile getirdikleri somut kaygılarına kulak kabarttığımızda ise, çocuklarının ve kendilerinin geleceklerinin muğlaklıklar ile örtülü oluşundan duydukları korkuyu ifade ettiklerini görüyoruz. Gençlik, gerçekçi çözümü, ekonomik krizin enkaza çevirdiği ülkeyi terk etmekte görüyor. Orta üst sınıfa tekabül eden meslek gruplarının aylık ücretleri 250 dolar seviyesinde. Söz konusu emekliler olunca bu seviye 150 dolara inebiliyor. Birçok tüketim aracına ve maddesine duyulan yakıcı ihtiyacı, ithalat üzerinden karşılamaya çalışmak, hayat pahalılığını önemli oranda katlıyor. Mevcut bir sosyal güvence sisteminin var olmayışı ile insanların en temel sağlık hizmetlerine bile ulaşabilmesi için bütün maddi birikimlerini harcamak zorunda oluşları, Ukrayna’da yaşamanın tuzu biberi…

Yukarıda çizilen tablonun ortaya serdiği toplumsal ve ekonomik yıkımın kitlelerde yol açtığı potansiyel öfkenin, sokağa hangi kanallar aracılığıyla ve hangi belirleyici nedenle döküleceğini önceden bilebilmek, çoğu zaman olanaklar dahilinde değildir. Bu, servis edilen yemeğin kurtlu olması da olabilir, bir ağacın talan edilmesinin amaçlanması da olabilir, rejim karşıtı yazılama yapan gençlerin tutuklanması da olabilir.

İnsanları siyaset yapmaya iten endişeler son derece maddi ve ekonomik temellere sahip. Bu endişelerin, emperyalist burjuvazi tarafından kitlesel kabarışlar yaratılması adına kullanıldığını ifade etmek, son derece idealist bir çıkarım olur. Marx, “burjuvazi kendi mezarını kazıyor” diye yazarken, egemen sınıflar bilinçli olarak kitleleri kendisine karşı ayaklandırmaya çabalıyor demek istememişti!

Kitleler ve önderlikleri

Ukrayna’da sokağa dökülen geniş kesimler, neden Avrupa Birliği bayrağına sarıldılar? Aynı şekilde, Suriyeli, Mısırlı ve Tunuslu emekçiler, neden önceki dönemde (çünkü içerisinden geçtiğimiz süreç İslamcı önderliklerle tecrübelerin tüketilmiş olduğu bir zaman dilimiydi), İslam dininin siyasal bayrağını “tercih” ettiler?

Bu kritik soruyu Ukrayna özelinde cevaplamadan önce, kitlelerin en acil gereksinimleri ile şu an sahip oldukları sınıf bilinci düzeyi arasındaki ilişkiyi sentezlememiz gerekir. Avrupa Birliği, Ukraynalı milyonlar için ne ifade ediyor, ne anlama geliyor?

Ukraynalı emekçiler, enflasyon karşısında erimeye yüz tutan ücretlerinin geleceklerini belirsizleştirmesini izlerken, Avrupa Birliği ile imzalanacak olan bir ortaklık antlaşmasının, kendilerinin varsıllaşması yönünde bir seçenek olarak görüyorlar. Yoksullaşan milyonlar, Cumhurbaşkanı Yanukoviç’e, AB yanlısı oldukları için değil, aslında bir neoliberal saldırı anlamına gelen bu ortaklık antlaşmasını bir “ekonomik yardım paketi” olarak gördükleri ve Cumhurbaşkanı’nın da bu yardımı “bencilce” geri çevirdiklerini düşündükleri için öfkeliler. Bariz bir biçimde, kitleler, çalışma şartlarında, ücretlerde ve ekonomik durumda yapılabilecek olan iyileştirmelerle gelişmelerin, AB kapılarından gelecek yardımlarla mümkün olabileceğini düşünüyorlar. Bu konuda yalnız olduklarını söylemek de, doğru olmaz. Zira AB’ye girişin ve/ya bu birlik ile imzalanan herhangi bir ticari antlaşmanın, burjuva medyasının organlarınca, nasıl daha “refah” ve “huzurlu-istikrarlı” bir topluma doğru
gidişatta önemli bir basamak olduğunun kara propagandasının yapılmasına, bizzat Türkiye’de de rastlamıyor muyuz?

Ancak bu paradigmadan Ukrayna hükümetinin, AB ile ortaklık antlaşmasını imzalamayarak, işçi sınıfı lehine bir tutum aldığı düşünülmesin. Hükümetin temel kaygısı, kendi burjuvazisinin stratejik olarak en önemli kesimlerinin ekonomik krizin faturasından olabildiğince az etkilenmesini sağlamak. Cumhurbaşkanı’nın, AB bankalarından defalarca mali yardım aldıktan sonra iflas eden Yunanistan burjuvazisine bakarak, AB’nin değil, Rus bankalarının sermaye ihracına odaklanması son derece olağan.

Devrimci sosyalistler, hareketin öncülüğünün, politik olarak burjuva programlara sahip yapılarca üstlenildiği durumlarda, kitleleri önderliklerinden bağımsız olarak desteklerler. Mısır Devrimi esnasında “iş, ekmek, özgürlük” talepleriyle mobilize olan emekçi sınıflara verilen siyasal destek, asla ama asla Müslüman Kardeşler’e verilen bir destek halini alamaz. Öte yandan, diğer ülkelerin kapitalist iktidarları bu taktiği tersten uygulayarak, kitle hareketini değil, onların emperyalizm yanlısı önderliklerini desteklerler. Tıpkı Başbakan Erdoğan’ın, greve çıkan Mısır proletaryasını değil, Mursi’yi desteklemesi gibi.

İşçi sınıfının ve yoksul halk kitlelerinin karşılarına, verili neoliberal önderliklerin asla sahiplenip hayata geçiremeyeceği rasyonel somut çözüm önerileriyle ve yakıcı kitlesel ihtiyaçlara hitap eden doğru talepler ve sloganlarla çıkmak yerine, alternatifsizlik sebebiyle altında toplandıkları burjuva bayağı göstererek onlara tek bir gerici kitle gözüyle bakmak, fabrikalara ve emekçi semtlerine papazları ve mollaları kendi kutsal kitaplarından ayetler okumaları için davet etmek kadar vahim ve affedilmez bir hatadır.

9 Ocak 1905 tarihinde, 200 bin Petersburg işçisi Çar’ın Kışlık Sarayı’na doğru kortejler halinde harekete geçtiğinde, öfkeli kalabalığın başını Papaz Gapon çekiyordu. Askerler, dilekçelerini sunmaya gelen işçilere ateş açınca, 112 sanayi şehri ile 10 demiryolu hattında genel grev ilan edilmişti. Lenin, bir papazın arkasında yüründüğü gerekçesiyle, 1905 ayaklanmasını kriminalize mi etmeye çalışmıştı? Aslında o, tam tersini yaparak, 1905 ilkbaharında Cenevre’ye geçen Gapon ile bir buluşma organize etti. Bu papaz ile konuşmaya istekli tek sosyalist kendisiydi. Lenin’in bu davranışını sorgulayanlara, Kuruspkaya “çünkü emekçi kitlelere bu kadar yakın olan herkes konuşulmaya değerdir!” diye cevap vermişti. Dahası, Lenin’in kendi partisinin Merkez Komitesi onu, Gapon’un “şaibeli bir karakter” olduğu yolunda uyardı. Lenin, daha sonra, kitle hareketinin potansiyel dinamikleriyle kendi Merkez Komitesi’nin sekter tavrı üzerine, bugünkü devrimci önderlik krizi üzerine çok şey anlatan şu bilançoyu çıkardı: “Tabii grevi işçiler Gapon’un getirdiği yerde durmayıp, halkı silahlı ayaklanmaya kadar götürdüler! Bizim Rusya’daki Bolşevik merkez komitemiz bunu zamanında fark edemedi. O yüzden de önderliği Menşevik ajitatörler ele geçirdiler!”

Lenin’in bu pasaj aracılığıyla aktarılan analizinin ortaya koyduğu ders açıktır: Kitle hareketinin sahiplendiği gerici önderliğe pratikte saplanıp kalarak ve bu öznel politik engeli mutlaklaştırarak, sokaklara enerjisini boşaltan sınıf savaşımının gebe olduğu ayaklanmaları ıskalamak ve bu savaşıma müdahale edemeyecek oranda programatik olarak felçleşmek, mücadelenin doğasında büyük boşluklar bırakan bir hamledir. Bu hamle ile açılan boşluklar ise, karşıdevrimci odaklar tarafından doldurulmaya mahkûmdur.

Ukrayna’daki ayaklanma Suriye devrimi için neden önemli?

Dünya devrimi, düz bir çizgi üzerinde ilerleyen stabil bir süreç değildir. İnişleri çıkışları bulunan, zikzaklı ve daha da önemlisi, eşitsiz ve bileşik tarzda gelişen bir süreçtir. Dünyanın iki ayrı ucundaki sınıf mücadeleleri, organik olarak kaynaşmışlığın ve emperyalist bir tarzda örgütlenen ekonominin iç içe geçmişliğinin en verimli örneklerini sunabilirler.

Ukrayna, coğrafi konumu gereği olsun, geçmişte yaşanan sınıf mücadeleleri ve sayısız ampirik olgu dolayısıyla olsun, Rus burjuvazisinin mali yatırım alanları arasında önemini muhafaza eden bir ülke. Bu bağlamda, ülke ekonomisini felçe uğratacak ve politik bir krizin doğmasına sebebiyet verecek sosyal hareketlenmelere kayıtsız kalamayacağı bir pozisyonu var Rus burjuvazisinin.

Ukrayna’da sınıf mücadelesinin daha da tırmanması ve kâr oranlarını tehdit eder bir boyuta varması, Esad diktatörlüğüne askeri, ekonomik ve lojistik destek sunan Putin hükümetini, bütçe planlamalarında yeniden yapılandırmalara götürebilir. Sermaye akışının sekteye uğraması, bir diktatöre verilen mali desteği bir hayli masraflı kılabilir. Bu yönüyle, Ukrayna ayaklanması ile Suriye devrimi, birleşik bir sürecin farklı iki coğrafi ayağı olma özelliğini taşıyor.

Mevcut durum karşısında yapılması gerekenler

Suriye’de ve Ukrayna’da tanık olduğumuz, verili önderliklerin emperyalizm yanlısı burjuva bir karaktere sahip olması durumunu, sınıf mücadelesini gündeme almamak ve onu dönüştürmeye çalışıp ona kılavuzluk etmemek için mazeret olarak kullanamayız. Bunun adı, siyasi tembelliğin kendisi olur.

Aynı durumda bunun tersi bir pratik tutum da doğru değildir. Eksiklikleriyle ve hatalarıyla bir mücadelenin var olması, politik programımızdan vazgeçmek ve bahsi geçen mücadelenin verili önderliğine boyun eğip onun küçük-burjuva önyargılarına teslim olmak için yeterli değildir.

Ukraynalı kitlelere, “Siz orak-çekiç bayraklarının üzerinden yürüdünüz ve AB yanlısı sloganlar kullandınız. Bu nedenlerle sizler karşı-devrimcilersiniz!” demek, ayaklanmanın önderliğini altın tepside hâkim sınıfların temsilcilerine sunmakla eşdeğerdir.

Nesnel ve öznel koşulların bütün yönleriyle eksiksiz ve hatasız olduğu bir mücadele alanı bulmak imkânsıza yakındır. Gerçeklik, daima devrimci bir tarzla dönüştürülmeyi bekler, asla mükemmel bir hâlde önümüze konmaz. 1905’te bir papazın arkasından yürüyen işçi sınıfıyla, 1917’de militan bir ruhla kilise kurumunu paramparça etmek isteyen işçi sınıfı, aynıydı.

Bugün bizim sokağa dökülen kalabalıkların gerici önderliklerini teşhir etmemiz zorunludur. Kalabalıklara şöyle seslenmeliyiz: “Kaygılarının ve seni siyaset yapmaya iten somut sorunlarının kaynağı olan geleceğin belirsizliği, ekonomik yıkım ve çalışma şartları gibi unsurların nihai çözümü, ancak politik programımızın dile getirdiği taleplerin hayata geçirilmesiyle mümkündür. Bu ise şu an destek verdiğin önderliğin niyetli olmadığı ve yapısı gereği de gerçekleştiremeyeceği bir politikadır çünkü benimsemiş bulunduğun bu önderlik, şu an içerisinde bulunduğun zorlu hayat şartlarının sebebi olan emperyalizmin taleplerinin aktarma kayışı rolündedir. Bu önderlik, ekonomik krizin faturasını sana ödetmeye ve temsil ettiği varlıklı sınıfların omuzlarındaki yükü hafifletmeyi öngörmektedir. En acil gereksinimlerine cevap veren taleplerini dile getirdiğinde, bu önderlik sana demokrasiden bahsetmeye başlayacak ve senden ülken için günde 10-12 saat çalışmanı isteyecek. Özetle, bu haklı taleplerinin altında ezilerek, sömürü ilişkilerini ve kurumlarını muhafaza edip derinleştirmeye devam edecek.”

Eğer kitleler, ekonomik enkaza toplumsal bir alternatifi AB kurumlarında arıyorlarsa, bizim pankartlarımızda bu enkazın sorumlularından sosyal bir çözümün beklenemeyeceğini ifşa etmemiz gerekir. Troçki’nin “Avrupa’yı birleştirmek için her şeyden önce iktidarı sizin elinizden çekip almak gerekir.” çıkarımının arkasında yatan teorik haklılığı, kitlelere önerdiğimiz sloganların içerisinde kristalize etmeli ve bu sanatı, yoğun bir kuramsal ve politik titizlikle yapmalıyız.

Sınıf savaşımı ve mevcut politik güç dengeleri (ki ikisi birbirlerinden bağımsız olgular değillerdir), bugün iki seçeneğin varlığını sunuyor; ya mevcut önderlik boşluğu, kitlesel bir işçi partisinin devrimci politikalarıyla doldurulacak, ya da bu boşluk hepimizi yutana kadar genişleyerek sağcı politikaların temsilcilerine yolu açacak.

Yorumlar kapalıdır.