Devrimin motor güçleri: Kriz ve emekçi gençlik

“Mücadelenin sonucunu belirleyecek olan asıl güç; gençlik, özellikle işçi gençliktir.” V.İ. Lenin

Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla birlikte burjuva lafazanların yarattığı neoliberal kurgulardan biri olan ‘işçi sınıfı tarihe gömülmüştür’ yargısı, son çeyrek asırdır gerçeklerin ağır sınavına tabi tutuluyor. Her geçen gün, hayatın, bu konuda acımasız bir öğretmen olmaya soyunduğunu gösteriyor.

Proletaryanın bir sınıf olarak ‘can vermediğini’ kanıtlamaya çalışmak bu yazının konusu olmasa da, bu hususla yakından ilgili olarak, üreten sınıfın nicel ve nitel olarak nasıl genişleyip derinleştiği öyle. Bunun nedeni ise, bu genişlemenin öznesinin ve yoğunluğu artan sömürünün nesnesinin bizzat işçi ve işsiz gençliğin kendisi olması.

Dünya genelinde işçi ve işsiz gençlik

2008 senesinde patlak veren mali krizin politik kırılmalara yol açacak olan sosyal etkileri, kendini, gençlik üzerindeki geleceksizlik ve güvencesizlik hissini doruklara taşıyarak ifade etti. Bugün gelinen noktada, yaratılan kurgunun aksine emekçi gençliğin gündemini, kâr elde etmek amacıyla yaratılan sayısız sunî ‘ihtiyaca’ erişim imkânlarının ekonomik olarak olanaksız hâle gelmesi değil, esnek ve güvencesiz çalışma şartları, iş cinayetleri, ucuz emekgücü kullanımı, işsizlik ve en temel gıda maddelerine ulaşımda sıkıntı çekmek gibi, doğrudan doğruya sınıfsal bir içeriğe sahip olan endişeler topluluğu oluşturuyor.

Zira, burjuva kurumların yayınladıkları resmi raporlar çerçevesi dahilinde bile emekçi gençliğin mevcut durumu masaya yatırıldığında, ‘Öğrenciliğin Sonu Yoksulluktur’ sloganının içinin boşalmış olduğunu ve onun boşluğunu ‘Öğrencilik Yoksulluktur’ şiarının doldurduğunu gözlemleyebiliyoruz.

Gençliğin sahip olduğu toplumsal konumun özgüllüğü istatistiklere de yansımıyor değil. Ülkeler bazında toplam işsizlik oranlarıyla, genç işsizlik oranlarını karşılaştırdığımızda, genç işsizliğin ülke ortalamalarının iki katına denk düştüğünü fark ediyoruz. İspanya ve Yunanistan gibi genç işsizliğin %60’lara ulaştığı ülkelerde, bu kat 3’e ve hatta 4’e çıkabiliyor. (Kaynak: BM, Human Development Index)

Finans kapitalin yaşadığı bunalımlı süreç, Avrupa kıtası ülkelerinde son 20 yılın en yüksek işsizlik oranlarının görülmesine sebep oldu. Eurostat verilerine göre Avrupa Kıtası 18,8 milyon işsize ev sahipliği yapıyor. Yine aynı kurumun araştırmaları, sadece Avrupa’da yaklaşık 1 milyon insanın ‘kölelik’ şartlarında çalıştığını gösteriyor. Her iki bulgunun da ortak noktası, verilerin öznesi olan kesimlerin çoğunluğunun gençlik tarafından doldurulmasında yatıyor.

Birkaç ay önce Portekiz’in başkenti Lizbon’da, hükümetin ‘tasarruf’ tedbirlerini ve artan işsizliği protesto etmek için ‘Gençlik Günü’ adı altında bir yürüyüş organize edildi. ‘Gençlik Günü’ yürüyüşünün örgütleyicisi, ülkenin en büyük sendikası olan Portekizli İşçiler Genel Konfederasyonu idi. İşçi sendikalarının, gençliğin gündeminde yer alan en yakıcı sorunlara verilen cevaplarda ortak özne olarak yer almaya başlaması, ne tekil ve izole bir örnek, ne de tarihsel bir tesadüf. Gösteriye katılan Portekizli bir emekçi genç, şöyle diyor: “Bu günlerde benim ve bu gösteriye katılan gençler için en büyük sorun artan işsizliğin 1,4 milyon işçiyi etkilemesi. Bu rakamın yüzde 40’ını 35 yaşının altındakiler oluşturuyor.” (Kaynak: www.euronews.com)

Genelde gençlik, özelde ise öğrencilik, artık net bir şekilde toplumun ayrıcalıklı bir kesimini ifade etmekten çok çok uzakta. ‘Sınıf atlama’ kavramı tarihsel olarak miadını doldururken, onun yerini ‘sınıfın bir parçası olmak’ alıyor. Öğrenciler, bir yandan piyasa ilişkileriyle dolup taşan eğitim hayatlarına sürdürmeye çalışırlarken, bir yandan da yarı zamanlı olarak emek güçlerini satmaya zorlanıyorlar. İşçi gençlik sendikası, sigortası, iş ve can güvencesi olmadan sınıfın en çok sömürülen kesimi olmaya devam ediyor. İşsiz gençlik, topluma yabancılaşmış ve moralleri çökmüş bir biçimde, en temel gıda ve tüketim araçlarına var olmayan devlet yardım fonlarıyla ulaşmaya mahkum bırakılıyor. Mesleki eğitim gören gençlik ise, kalifiye bir emekçi olarak yetiştirilse bile, kapitalist şirketlerin sermaye birikim sürecine, ucuz ve hatta ücretsiz işgücü olarak katılmaya zorunlu bırakılıyor. Bu tablonun en önemli mihenk taşlarından birisini, öğrenci-işçi-işsiz gençlik ayrımlarının birbirilerinden kategorik olarak kalın sınırlarla ayrılmadığı gerçeği oluşturuyor. Neoliberal ekonomik altyapı, öğrenci-işçi-işsiz gençlik gruplarını, birbirleri içerisine geometrik olarak geçmiş üç küme olarak çiziyor.

Güncellikten doğan zorunluluk: işçi sınıfının devrimci iktidarı

Neoliberal ekonomik zorbalık karşısında, işçi sınıfıyla emekçi gençliğin mücadelelerinin ortaklaştığını söylemek, politik olarak gerçeklere sadık kalmış bir yaklaşım olmaz. En hafif tabirle, bu iki toplumsal kesimin siyasal davalarının birleştiğini söyleyebiliriz. Portekiz’de, İtalya’da, Kanada’da, Bulgaristan’da ve gençlik eylemliliği yaşanan birçok farklı merkezde, sınıf saflarını dolduranların çoğunluğu, daha 25 yaşını geçmemiş oluyor.

Öte taraftan, işçi ve işsiz gençliğin günlük ve tarihsel sıkıntıları arasında köprü görevi görecek talepleri kristalize ettiğimizde, bunların, işçi sınıfı iktidarının tarihsel hedefleriyle iç içe geçmiş olduğunu görüyoruz. Bu sıkıntıların çözümünün demokratik nitelikte olduğu ve buradan yola çıkarak da sınıf ve gençlik talepleri arasında bir paralellik bulunmadığı iddia edilebilir. Ne var ki, emperyalizm olarak adlandırdığımız tekelci kapitalizm döneminde, çözümü demokratik nitelikte olan sorunlar dahi, burjuva mülkiyet ilişkilerinin doğasının bir parçasını oluşturuyor.

Okullar şirketleştirilirken ve kapitalist üretim süreçleri ile piyasa ilişkilerinin kurumları haline getirilirken, ailesi emekçi olan öğrencilere burs ve parasız eğitim nasıl sağlanabilir? İstihdam biçimleri sermayenin dönemsel işgücü ihtiyacına göre örgütlenirken, işçi gençliğe ve diplomalı işsizlere iş güvencesi nasıl sağlanacak? Burjuvazinin varlık şartlarının devam etmesinde öne çıkan araçlar olan bankaların ve benzeri emperyalist kurumların batmaması adına sayısız kamu harcaması bu kanallara aktarılırken, emekçi gençliğin altında ezildiği sosyal kesintiler ve kemer sıkma politikaları nasıl durdurulacak? Ücretler üzerinde basınç uygulamak adına yedek bir sanayi ordusu oluşturma zorunluluğu hisseden bir sınıfın, işsizliğe karşı oluşturacağı reçete bir karşılık bulabilecek mi? Bu soruların cevabını ararken, yukarıda bahsi geçen saldırı politikalarının, burjuvazi açısında bir tercih meselesi olmadığını ama bir yaşama biçimi olduğunu unutmamak gerekir.

Son olarak, bütün bu hayati meselelerin cevabının nitelik olarak demokratik olmanın ötesine uzanması, Alman sosyalisti Karl Liebknecht’in veciz analizini akıllara getiriyor: Emperyalist üretim tarzı altında, demokrasi işçi sınıfı iktidarının öncülü olamaz. Bunun tam tersi geçerlidir, yani ancak işçi sınıfı iktidarı, demokrasinin öncülü olabilir.

Enternasyonalle kurtulur gençlik

Arap devrimleri sırasında, Wall Street’te, Latin Amerika seferberliklerinde ve Avrupa ülkelerinde meydanları doldurup sokaklara dökülen öfkeli gençlerin sahiplendiği talepler arasındaki diyalektik ilişki nasıl kurulacak? Bunu ancak ve ancak sanayileşmiş ülkelerde sosyalist devrim, yarı-sömürge ve sömürge ülkelerde sürekli devrim, bürokratik işçi devletlerinde ise politik devrim programını benimsemiş uluslararası bir işçi örgütlenmesi başarabilir.

Emekçi gençliğin karşısında konumlanan kurumların (IMF, Dünya Bankası, Troika, vs.) ve bu kurumların ekonomi politikalarının uluslararası bir nitelik taşıdığı aşikâr. Buna karşı verilecek bir mücadelenin bayrağının enternasyonalizmin renklerine boyanmasının gerekliliği de tam olarak işte buradan doğuyor. İşçi sınıfı saflarını dolduran yeni kuşakların karşısına devrimci sosyalist alternatif bir program ve politikayla çıkabilmek; işte işçi ve işsiz gençliğin sosyo-ekonomik kurtuluşunun mantıksal sonucu olan bir işçi sınıfı demokrasisinin inşasının tuğla tuğla dizilmesi, bugün belki de en çok bu politik eyleme ihtiyaç duyuyor.

Yorumlar kapalıdır.