İktidarı muktedire zehretmek…

“Ortalama” bir muhalif için Recep Tayyip Erdoğan, bir “diktatör” olarak, bu memleketin bugüne kadar maruz kaldığı en büyük tehlikedir; üstelik bu tehlike giderek de büyümektedir. Ancak kendisinden pek o kadar korkulmadığı da belli. Nereden mi? O “olağanüstü tehlikeye” karşı mücadele biçiminin olağanlığından!

Evet, “Tehlike büyük ve üstelik giderek de büyüyor!”, ancak bu lafları edenlerin büyük çoğunluğu, tehlikenin seçimler yoluyla durdurulabileceğini düşünüyor. Bunlara göre adam, “başkanlık” yoluyla kimilerine göre “faşist”, üstelik de “şeriatçı” bir diktatörlük kurmanın hesaplarını yapıyor; yani ortada gerçekten “olağanüstü” bir durum var; ancak bu gidişi parlamenter düzenin son derece “olağan” bir mekanizmasıyla, yani seçimler yoluyla engellemek mümkün! Açıkçası, gerçekte korkulacak bir durum yok! Seçim kaybettiğinde Tayyip biter, tehlike de geçer..!

O da durumun farkında. Bu nedenle her sıkıştığında muarızlarına sandığı hatırlatıyor. Dahası zamanı geldiğinde hepsini “burunlarından tutup” sandık başına götürüyor ve “milletinin” yüce iradesine boyun eğmeye davet ediyor.

Ve karşıtları, her defasında kazanacaklarından derin bir kuşku duysalar da, “belli mi olur, belki bu defa…” umuduyla sandığı gidip sonunda yine aynı hüsranı yaşayıp aynı “balkon konuşmasına” maruz kalıyorlar!

Bir muhalefet ki..!

Tayyip Erdoğan’ın sadece başbakanlığında değil, siyasi hayatı boyunca yaşadığı en büyük endişenin “Gezi” olduğu çok açık. Gezi, nesnel olarak, Tayyip Erdoğan’ın “başkanlığına” mal olmuştur. Ancak, kendisi ve yakın çevresiyle ilgili 17-25 Aralık dosyaları da hesaba katıldığında, öznel olarak durma veya vazgeçme imkânı kalmamıştır. Kırıp dökerek de olsa ilerlemek, yola devam etmek zorundadır.

Baş(ba)kan, aldığı ciddi hasara rağmen gemisini şimdilik de olsa kurtarmış görünüyor. Gezi ve 17-25 Aralık’ın etkisini, 30 Mart yerel ve 10 Ağustos cumhurbaşkanlığı seçimlerini kazanarak azaltmayı başarmıştır. Baş(ba)kan, şartlarda olağanüstü bir değişiklik olmadığı sürece, karşısındaki siyasi muhalefetin seçim sandığı ile sınırlı ufkunu ve “parlamenter budalalığını” kullanarak, her sıkışık durumda onları sandığa götürüp istediği sonucu alabileceğini biliyor. Bu öyle bir muhalefet ki, Gezi gibi, Türkiye toplumsal tarihinin en büyük olaylarından birine ve belgeleriyle ortaya dökülmüş çok büyük bir yolsuzluk ve rüşvet skandalına rağmen, gerçekte AKP’nin oyununu oynamaya devam ediyor. AKP’nin kaybı adeta, yıpranmasının doğal sınırları içinde kalıyor. “Sol” geçinen muhalefet ise, Gezi’yi “sandığa tıkıştırmaktan” başka bir perspektife sahip değil. Böyle olunca, nedense yokmuş gibi davranılan yolsuzluk ve rüşvet mevzusu da sandıkta kaybolup gidiyor!

Aynı durum cumhurbaşkanlığı seçimlerinde de yaşandı.

Bize gelince…

Bize gelince; hem işçi sınıfının esamisinin okunmaması, hem de esastan ve usulden gayrımeşru olduğu için cumhurbaşkanlığı seçimlerini boykot ettik. Elbette, ezeli ve ebedi boykotçular değiliz. Ancak Devrimci Marksistler olarak “parlamenter budalalar” da değiliz. Bizler burjuva parlamenter rejime ve seçimlere, işçi sınıfının kurtuluşu mücadelesinde taktik bir sorun olarak bakarız. Bu nedenle her seçime, sınıf bağımsızlığını ve mücadelesini esas alan temel ilkeler doğrultusunda, ancak özgül toplumsal-siyasi önemi ve yol açacağı sonuçlar açısından ayrı ayrı bakıp tutum alırız. Gezi türü toplumsal olaylara ise onları “Hangi sandığa nasıl sığdırırız!” mantığıyla değil, sandığın, yani pasif ve temsili burjuva demokrasisinin dar çerçevesini kitle seferberlikleri yoluyla aşmamızı sağlayacak doğrudan ve aktif bir demokrasinin, işçi demokrasisinin organlarını yaratma mantığıyla bakarız.

Seçimden sonra…

Cumhurbaşkanlığı seçimleriyle Türkiye yeni ve daha tehlikeli bir döneme girmiştir. Bu tehlike AKP’nin ve Tayyip Erdoğan’ın eskisinden daha güçlü olmasından değil, aksine önemli ölçüde maddi manevi güç kaybından kaynaklanmaktadır. Üstelik bu güç kaybı, Ortadoğu krizinin Türkiye içindeki “fay kırıkları” yoluyla yaratacağı toplumsal-siyasi sarsıntılar; kapitalizmin büyük krizinin bugüne kadar sınırlandırılabilmiş, ancak ne zaman ve nasıl patlayacağı tam olarak bilinmeyen iç ve dış etkileri; eskisinin devamı veya yeni siyasi ve ekonomik skandallar; hükümetin bölgesel ve uluslararası politikalarının “dost-düşman” dış güçlerle yaratacağı sorunlar bağlamında daha da büyük tehlikelere yol açacaktır.

Bütün bunlar hesaba katıldığında, Türkiye şartlarında “normal ve makul” bir liderin (Mesela Süleyman Demirel, hatta Özal bile!), şimdilik de olsa ufaktan sipere girip profil düşürmesi, hedef küçültmesi gerekirken, aynı şeyleri bizim yeni Cumhurbaşkanı’ndan veya kendi deyişiyle “cumhurun başkanından” beklemek abestir. Cumhurbaşkanlığı, mesela bir Süleyman Demirel için devletin Kürt politikasının çok kanlı bir döneme girmesi üzerine (90’lar) “tarafsız cumhurbaşkanı” kisvesiyle çekildiği bir siperken, Tayyip Erdoğan için yeni bir savaş alanıdır. Abdullah Gül gibi Kemalist devlet geleneğinden olmayan bir kişi için bile, başlangıçta onca gürültüye rağmen, sakin bir limana dönüşen cumhurbaşkanlığı makamı, yeni dönemde bütün dikkatlerin, öfkelerin, çatışmaların odağı olacaktır. Üstelik yeni cumhurbaşkanı, yukarıda belirttiğimiz nedenlerden ve kendi kişiliğinden dolayı yeterince riskli hale gelmiş olan makamı ile de yetinmeyerek “başkanlığı” hedeflemektedir. Var olan yetkilerini “kanırta kanırta” kullanacak “sorumsuz” ve partili bir cumhurbaşkanı olarak Erdoğan’ın gerçek amacı, Türkiye’de neoliberal-dindar-muhafazakâr sağın, “milliyetçi-mukaddesatçı” gericiliğin anayasal ve “ebedi” iktidarını kurmaktır.

Bir iç savaş rejimi veya aslanlara yem olmak!

Elbette “Her yiğidin gönlünde bir aslan yatar!” Ancak tanıdığımız kadarıyla Erdoğan, gönlündeki “aslanı” kafesinde besleyecek bir kişi değildir. O giderek sinirlerini bozacak ve öfkesini zıvanadan çıkartacak kaçınılmaz gelişmeler karşısında gözünü kırpmadan kafesin kapısını açacak ve aslanları üzerimize salacak fıtratta bir şahsiyettir.

Unutulmaması gereken husus, AKP yönetim aygıtının, özellikle akçalı konularda ve bazı “ince işlerde” son derece kurnaz ve becerikli, ancak gerçekten temel ve kritik iç ve dış meselelerde yarı cahil ve beceriksiz kadrolardan, “acemi büyücü çıraklarından” oluştuğudur. Temel iç politikadaki “becerilerine” artık trajikomik bir hal alan eğitim vb. politikalarını; dış politikalarına ise “Stratejik Derinlik” adını verdikleri, ancak daha şimdiden Ortadoğu’nun stratejik derinliklerinde boğulmalarına yol açan mesnetsiz ve dönemi belirsiz “Osmanlıcılığı” örnek gösterebiliriz.

AKP ve esas olarak da iç kabinesiyle birlikte Tayyip Erdoğan, şimdilik mecazi, ancak giderek gerçek iç savaşa bile dönüşebilecek bir yolun taşlarını döşemektedir. Zaten başkanlık rejimi hedefi de dahil, bu iktidarın ve şefinin ayakta kalma çabaları, bu bağlamda uyguladıkları ve uygulayacakları politikalar, her adımlarında “meşruiyet” sınırlarının dışına çıkma çabaları ve bunların öngörülebilir sonuçları bir “iç savaş rejimine” işaret etmektedir.

Yukarıda da dediğimiz gibi bu “iç savaş” sadece bir mecaz veya soyutlama olarak düşünülmemelidir. Bunun pek çok kanıtı vardır. “İçeriden” başlayacak olursak, eski dışişleri bakanı ve yeni başbakan ve de parti ideologlarından Davutoğlu’nun daha ilk konuşmasında kendi “dokuz ışık” doktrini bağlamında “kültür” adını verdiği eski gericiliğin “restorasyonu”ndan ve o gericiliğin politik ve ideolojik simgesi olan “köklü devlet geleneğinin ihya ve inşasından” söz etmesi, o “kültürün” ve “ihya-inşa” sürecinin bu memlekette hangi çelişki, çatışma ve düşmanlıkları harekete geçireceğini düşündürmektedir.

Hükümetin dışarıdaki politikaları da bu iç politika ile uyum halindedir. Türkiye’yi yönetenlerin neoliberal-emperyal mezhepçilik temelinde bölge gücü olma heveslerinin maddi ve manevi altyapısının yetersizliği ortaya çıkmıştır. Üstelik yeterli bir güce sahip olması halinde bile burjuvazinin Türkiyesi, bölgenin bütün tarihsel-güncel çelişki ve çatışmalarını kendi bünyesine taşımak zorunda kalacaktır. (Taşımıştır da!) Siyasi, sınır tanımayan, tarihsel fay kırıkları üzerinden birleşen bütün iç ve dış çelişkiler Türkiye açısından patlayıcı bir hal alacaktır. Türkiye kendi doğusu ve güneyinde var olan dini, mezhebi, etnik, (başta Kürt sorunu) siyasi vb. bütün sorunların aktif ve uygulamalı alanı ve doğal laboratuvarıdır!

Şiddetini ve etkisini artıran bu tarihsel ve bölgesel sorunların, ülkenin kronik toplumsal krizi ve gerçekte çok hassas dengelere ve bazı açılardan pamuk ipliğine bağlı ekonomik “saadet zincirinin” parçalandığı ekonomik bir krizle birleştiğinde nelere yol açabileceğini, ipuçlarından yola çıkarak hayal edebiliriz.

Kürt sorunu…

Kürt ulusal sorununa gelirsek: Ortada yaklaşık iki yıldır süren bir ateşkes ve duruma göre hızlandırılan veya yavaşlatılan bir “çözüm süreci” var. Sorun o kadar önemli ki, Kürt hareketi, Türkiye’nin “demokratik bir hukuk devleti” haline gelmesinin bu sorunun
çözümüne bağlı olduğunu söylüyor. Bu diğer ezilenler tarafından şöyle de algılanabilir: “Kürtler savaşarak kazandı, o halde bizim de savaşmamız lazım!” Ancak söylenmek istenen pek böyle değil. Bu daha çok, “Kürt meselesini barış yoluyla çözmek zorunda kalan devlet ve hükümet, diğer ezilenlerin de hak ve özgürlüklerini (kendiliğinden) tanımak zorunda kalacaktır; Kürt meselesi çözülürse memlekette demokrasi kurulur!” anlamına geliyor. Tabii, bunun da yolu bütün ülkeye şamil yerel “demokratik özerklikler” temelinde bir “demokratik cumhuriyet!” Ancak ortada bir sorun var. Devlet ve hükümet ve elbette “cumhurun yeni başkanı” Türkiye için öyle bir demokrasi perspektifine sahip olmadıkları gibi, Kürt meselesinin asıl çözümünün de, Kürt ulusal hareketinin çözülmesinden geçtiğini düşünüyorlar! Amaç, sorunun, her şeyi denetleyen despotik bir “başkanlık” altında kendi Kürtleri vasıtasıyla burjuva çözümüdür. Baş(ba)kan’ın, “çözüm süreci” boyunca şimdilik zorunlu muhataplarını teröristlik ve hainlikle suçlamasının ve Kürdistan’ı kendilerine yar etmeyeceğini söylemesinin nedeni budur. Devlet oyalayacak, top çevirecek, tehdit edecek ancak Kürt hareketinin tek çözüm yolu olarak tarif ettiği şekliyle “demokratik özerkliği” asla kabul etmeyecektir. Zorlanması halinde bir süre için bir fiili duruma, bir “ikili iktidar” durumuna dönüşecek bu özerklik, sonunda iktidarı teke düşürecek bir “hesaplaşmayı” kaçınılmaz kılacaktır. Tabii, cümle liberallerin alkışları eşliğinde giderek liberalleşen Kürt hareketi, çözümü zamana yayıp geleceğe ertelemez veya belediyecilik ile yetinmezse!

Uzlaşma ihtimali

Amacımız cehennemden haber taşımak veya felâket tellallığı değil elbet. Ancak halihazırda gücünü artırmaya devam eden temel eğilimleri bütün açıklığıyla ortaya sermek zorundayız. Tabii, bütün bu süreçlerin nasıl bir yol izleyeceğini, nerelerde düğümleneceğini bugünden “dakik” biçimde saptamak mümkün değil. Elbette her şey karşılıklı (yerli-yabancı) güç ilişkilerine; bu güçlerin denge, çatışma ve uzlaşma durumlarına bağlı. Neticede, karşı karşıya gelen güçlerin, ya gerçek güçler olmadıkları için (!) ya da genel düzenin bozulmasını göze alamamaları nedeniyle, karşılıklı bir şeylerden feragat ederek uzlaşmaları da mümkündür. Bugün için ekonomik, siyasal ve toplumsal olarak belirleyici güçlerin asıl görevinin burjuva düzeninin yeniden üretimi olduğu düşünüldüğünde, düzenin bekası uğruna en azından asgari müştereklerde buluşmaları, hatta “Allahından bulsun!” diyerek işi sonuna kadar götürmemeleri veya “talihin bir gün kendilerine de güleceği” ümidiyle var olan durumu belirli sınırlar içinde kabullenmeleri ihtimal dahilindedir. Hatta yeni cumhurbaşkanının, gidişatın vahameti karşısında endişeye kapılarak muhalifleriyle, elbette yine “burnundan kıl aldırmadan” açık veya örtülü uzlaşma yollarını araması; rejimi değiştirecek keskinlikteki bazı hedeflerinden vazgeçerek pazarlık yolunu seçmesi de mümkündür. Yine aynı bağlamda, düzene ilişkin endişelerin Cumhurbaşkanı’nda değil de AKP’de ortaya çıkması ve bazı parti kodamanlarının, işler dönülmez bir yola girmeden “Reis”i sakinleştirmeye çalışması, uzlaşmaya zorlaması ihtimali de vardır. Partinin oylarındaki “anlamlı” bir gerilemenin ve/veya “Reis”in doğrudan basıncından kurtulan partideki iç çelişki ve anlaşmazlıkların ortaya dökülmesi sonucunda meydana gelecek muhtemel siyasi zayıflama da gidişat üzerinde etkili olacaktır. Eğer “Başkan,” kafayı tamamen sıyırıp sokaklarda kendini protesto edenlere bıçak çekecek hale gelmediği veya doğrudan “milletine”, yani kendi kitlesine başvurarak “Beni seven arkamdan gelsin!” demediği müddetçe, bu zayıflama birtakım geri adımlara yol açabilir.

Bütün bunlar mümkündür. Ancak geleceğe ilişkin hiçbir uzlaşma ihtimali, çoktandır uç vermiş olan ve ancak bir “iç savaş rejimi” biçiminde var olabilecek “Putinci” bir başkanlık altında, neoliberal-otoriter polis rejimi dinamiklerini ortadan kaldırmıyor. Üstelik “sonuç” ne olursa olsun bütün bunların bedelinin, kanlı veya kansız biçimde işçi sınıfına, tüm emekçilere ve yoksul halka ödetileceği çok açık.

Nasıl bir mücadele…

Sorunu meşhur tabirle “emek eksenli” olarak ele aldığımızda, iktidarın ve rejimin fıtratı, “geleneksel” işçi sınıfı ve emek düşmanı ekonomi politikaları bir yana, “başkanlık” veya “yarı başkanlık” biçiminde zuhur edecek neoliberal despotluğun, emeği ekonomik, siyasi ve toplumsal açıdan çok daha kalıcı bir biçimde ezmeyi hedefleyeceğini öngörebiliriz. Bu saldırıya karşı mücadelenin öyle “İmdat şeriat geliyor!” veya “Yetişin cumhuriyeti şa’pıyorlar!” türü küçük burjuva ruh haliyle yürütülemeyeceği çok açık. Yoksul emekçileri fitre, zekât, sadaka ve asla yasallaşıp kalıcı bir sosyal hakka dönüşmeyen “desteklerle” AKP’ye ve “ebedi şefine” bağlayan o sahte cemaat dayanışması açık bir sınıf mücadelesi ile parçalanmak zorundadır. Bu ülkenin laik ve antilaik her türlü burjuva despotluğundan kurtuluşunun yolu, “belirsiz ve değişken öznelerin geçici beraberlikleri” üzerinden inşa edilecek “sınıfsız” ve de “radikal” bir demokrasi değildir. Kurtuluş, burjuvaziden koparak ideolojik-politik-toplumsal bağımsızlığını kazanmış ve toplumun bütün ezilen güçlerine önderlik etme kapasitesine sahip işçi sınıfı öncülüğünde mümkün olacaktır. Devleti derhal devlet olmaktan çıkarmaya başlayacak olan işçi demokrasisi için mücadele, liberalizmin bir türü olan, şekli ve de en önemlisi şemaili, yani sınıfsal karakteri belirsiz bir “radikal demokrasi” için mücadeleden çok daha gerçekçi bir tutumdur.

Seçimler ve hedef

Tekrardan seçimler meselesine dönecek olursak: Eğer bir erken seçime gidilmezse 2015’te kritik bir genel seçim var. Kritik, çünkü AKP’nin yeterli çoğunluğu kazanması durumunda bir anayasa değişikliğine giderek veya yeni bir anayasa yaparak başkanlık sistemini getirmek isteyeceği kesin. Dolayısıyla bu başarı iktidar partisine ve şefine en büyük rüyasını gerçekleştirme imkânı verecektir. Yanlış anlaşılmasın, sorun AKP’nin 12 yıllık iktidarı boyunca kurduğu “altyapının” siyasi ve kurumsal ifadesini bulması veya Recep Bey’in bir dindar kişi olarak cumhuriyetin en üst makamını, bu defa anayasal olarak tarif edilmiş adeta sonsuz yetkilerle fethetmesi ile sınırlı değildir. Sorun, başkanlık rejimi ile birlikte, yukarıda da ifade ettiğimiz üzere, Türkiye’de sağcı gericiliğin ebedi iktidarıdır.

Bunun ne anlama geldiğini gerçekten kavrıyorsak, meseleyi sadece “seçimlerde oy verme” düzleminde ele alamayız. Hedef, seçim platformunu da kullanarak, başta işçi sınıfını harekete geçirecek kitlesel mücadeleler olmak üzere bütün alanlarda mücadeleyi temel alan birleşik bir emek cephesi yaratmaktır. Önümüzdeki siyasi görev, “başkanlık” sistemini meşrulaştıracak bir anayasa değişikliğini ve önümüzdeki genel seçimlerde AKP’nin bunu yapacak yeterli güce ulaşmasını engellemektir. Bu başarıldığında, neredeyse her adımı gayrımeşru hale gelecek fiili başkanlığı bir “ateşten gömleğe” çevirmek, iktidarı muktedire zehretmek mümkün olacaktır.

Yorumlar kapalıdır.