İnşaat İşçileri Başkanı Mustafa Akyol ile söyleşi

İnşaat İşçileri Sendikası henüz 2 aylık bir sendika. İş cinayetleriyle gündeme gelen, taşeron, güvencesiz çalışmanın genelleştiği sektörde, kaba inşaattan, ince işçiliğe, proje üretimi ve şantiye süreçlerinde çalışan; kalıpçı, duvarcı, sıvacı, boyacı, mermerci, fayansçı, tekniker, mimar ve mühendis gibi kol ve kafa emekçilerinin tümünü örgütlemeyi hedefliyor. Geleneksel işyeri/işkolu sendikacığının yıllardır yol alamadığı sektörde yeni bir örgütlenme tarzıyla yeni bir soluk yaratmayı uman sendikanın başkanı Mustafa Akyol’la bir söyleşi gerçekleştirdik…

İşçi Cephesi: Öncesinde bir dernek olarak işe başladınız. Sonrasında sendika girişimi süreci ve 2 aydır da yasal olarak İnşaat İşçileri Sendikası var. Neden sendika kurdunuz?

Mustafa Akyol: Biz dernekken hatta dernek girişimiyken bile sendika olmayı hedeflemiştik. Sapphire direnişinden beri amaç hep sendikaydı ama inşaat sektöründe bu yasalarla normal bir sendikacılığın yapılmayacağını biz de biliyoruz. O yüzden halihazırdaki konfederasyona bağlı sendikalar hiçbir şey yapamıyorlar. Sektör zor bir sektör. Örgütlenmesi zor bir sektör. Bir işçiyi 3 ay sonra başka bir yerde görüyorsun.

5-6 ay sonra işçi gidiyor, inşaat bitince. Biz zorluklara nasıl göğüs gerebileceğiz görmek istiyoruz. Ben de, diğer arkadaşlar da, sendikacılık nasıl bir şey bilmiyoruz. Bilmek de istemiyoruz aslında. Ama sendikayı inşaat işçilerine anlatmak istiyoruz, nasıl bir şey olduğunu. Dernekken inşaatlara girmek açıkçası daha kolaydı. Bu süreci böyle değerlendirelim, daha sonra biz hazır olduğumuzda, işçi hazır olduğunda, sendikayı kuralım dedik. Asıl amaç hep sendikaydı yani, işçinin öz örgütü sendikadır zaten. Şu anda sendika olarak devam ediyoruz. Daha şifremiz gelmedi bakanlıktan ama, sen kuruluşunu gidip AKP binasının önündeki direnişte yaparsan o şifre biraz zor gelir. Sıkıntı da değil bizim için. Şimdi bazen bize soruyorlar, siz de soracaksınız, peşin peşin söyleyeyim, kaç üyeniz var diye soruyorlar ya da kaç üye yapmayı düşünüyorsunuz diye soruyorlar, nasıl örgütlenmeyi düşünüyorsunuz diye soruyorlar. Bizim böyle bir derdimiz yok açıkçası. 100 bin üye yapabiliriz 6 ayda ama çok önemli değil. Bizim derdimiz üye yapmak değil. Binlerce üye yapmaktansa gerçekten örgütlü, sınıfını bilen onlarca işçiyle hareket etmek bizim için önemli. Üyelere bir şey veremiyorsan ya da bir alana çıktığında onları alana getiremiyorsan üye yapmak bir şey değil.

İ.C.: Kaç üyeniz var diye sormayacağım ama özellikle sektörde nasıl bir örgütlenme modeli izleyeceğinizi merak ediyorum. Yani sonuçta sendikalı olabilmek için kısmen de olsa güvenceli bir işte çalışmak gerekiyor. İnşaat işçilerinin hepsi taşeron şirketlerde çalışıyor, sırf buradan bile örgütlenmeleri engelleniyor. Bunun yanında bir de belirttiğiniz sirkülasyon sorunu var. Yani 5-6 ay sonra işçi gidiyor, yine inşaat işçisi, ama bu defa da farklı bir taşeronda. Yani mevcut yasalarla bu işçilerin sendikada örgütlenmeleri hayal. Nasıl bir yol izleyeceksiniz? Fiili örgütlenme mi yapacaksınız?

M.A.: Tabi. Bakın biz kendimize sendika diyoruz ama aslında burası bir sokak hareketi. İlerleyen süreçte işçiyle beraber kendi yasasını oluşturacak. Yani biz kendi yasamızı oluşturacağız inşaat işçisi olarak. Ben de bir inşaat işçisiyim, 30 yıllık mermer ustasıyım. Bu böyle olacak başka yolu yok ve bunu böyle yaparken de aynı zamanda, halihazırdaki sendikalara da örnek olmak zorundayız. Çok iddialı bir söylem gibi görünebiliyor bu, ama böyle. Birileri bunu yapmak zorunda artık. Üye yapmak, üye yapmanın yollarını açmak, o da var. Şu anda yeni çıkan yasayla biz üye yaparız onda sıkıntı yok. Aidatını da toplarız. Ama böyle bir derdimiz yok. Burası bir sokak hareketi olarak kendi yasasını, kendi sendikasının işçisiyle birikte oluşturacak. Biz bunun için mücadele veriyoruz. Bizim sendikal anlayışımız bu. Bunu da yaptığımız eylemlerde, çalışmalarda göstermeye çalışıyoruz.

Ama bazen abartıyorlar bazı şeyleri. Şimdi Torunlar’dan örnek vereceğim. 10 işçi öldü biz de eylemimizi yaptık, sözümüzü söyledik. Söylemek zorundaydık zaten, 10 işçi ölmüş sonuçta. Sonrasında 1500 işçiyi işten çıkardılar. Şantiyeyi durdurduk dediler. İşçileri evlerine gönderdiler. Biz sizi geri çağıracağız dediler. Kimse bize ne olduğunu anlatmasın, bu düpedüz işten çıkarmadır. Mesela biz bunu engelleyemedik. Etkili bir gücümüz ya da Torunlar’da örgütlülüğümüz yok çünkü. Madem işten çıkarmıyorsun o zaman yevmiyelerini ver dedik mesela işverene. Gerçekleştirememiş olsak bile, bu olması gereken talepti. Diğer konfederasyonlara bağlı, kendini sendikacı zanneden bazı kişiler, böyle talep mi olur dediler bize. Adamın daha inşaat sektöründen haberi yok. Patron evine gönderdi mi işçiyi, işçi o işten çıkarılmış demektir. İşten çıkarıyorsun madem, ihbar tazminatlarını öde dedik. 1500 kişiden sadece 15 kişinin tazminatını alabildik. İşçiye gel diyoruz, gelmiyor. İhbar tazminatı diye bir hakkının olduğunu dahi bilmiyor. Daha önce hiç almamış ki, nereden bilecek… 2.5 milyon inşaat işçisi var bu ülkede en fazla 100 bini biliyordu ihbar tazminatının ne demek olduğunu, geri kalanına da biz öğrettik. Bu konuda iddialıyız. Bakın size anlatayım, başka bir eylemde ihbar tazminatıyla birlikte maaşını alan bir arkadaş geldi. Parayı ikiye ayırmış. İhbar tazminatı için diyor ki, “Bu para ne için, sendikanın mı?” “Yok dedik, ne sendikası, o senin ihbar tazminatın.” Onu anlatana kadar baya bir zorlandık. Bu 15 kişinin tazminatını aldık ama geri kalanlarınkini alamadık. Bu bazılarına başarı gibi görünebilir ama yeterli değil bence, kazanım olması için. O yüzden çok şey yaptı İnşaat-İş diyorlar ama bir şey yapmadık, yapamadık aslında.

Bakın bir de, dikkat çekici bir nokta daha. Herkesi biraz eleştireceğim. Devrimciler, Türkiye’deki solcular taşerona ne zaman karşı olmaya başladı? Kamuda taşeronlaşma başladığı zaman. Kamudaki taşeronlaşma inşaat sektöründen görüldü de koyuldu zaten. Taşeron inşaatta hep vardı ama gören yoktu. DİSK’e bağlı Devrimci Yapı-Sen diye bir sendika var, adamlar 15 senedir hiçbir şeyler. Bunu mecazi anlamda söylemiyorum, gerçek anlamda hiçbir şeyler. Yapı Yol-Sen var Türk-İş’te, kamudaki işçileri örgütlüyor, sadece aidatını alabileceği işçileri örgütlüyor. Hiçbir işçi cinayetinde, hiçbir hak gaspında ikisi de yoklar. Bu durumda biz en ufak bir şey yapsak çok büyütülüyor.

İ.C: Peki, sürekli işçi cinayeti yaşanıyor sizin sektörde. Patronlar ve hükümetler diyor ki “iş kazası” oluyorsa işçinin bilgisizliğinden ve ihmalkarlığından. Yani onlara göre bu “kaza”ların sorumlusu işçiler. Biz de size soralım sorumlu siz misiniz?

M.A: Evet inşaat işçileri bunun sorumlusu çünkü onlar hâlâ patron olarak durabiliyor, biz örgütlenmeyi beceremedik. Onların sırtına o çimento torbasını veremediğimiz için sorumlu biziz. İşin mizanseni bu tabi. İşçinin eğitilmesi lazım. İşçi güvenliğini baretten ve kemerden ibaret sanıyorlar. Bunlar varsa işçi güvenliğini hallettik sanıyorlar. Asansör düşer, iskele çöker bunlar fıtrat zaten. Bu ülkede eğitim yok, sadece işçi güvenliği ile igili değil, işçi sağlığı ile ilgili de yok. Yani bir inşaatta ne kadar kimyasal varsa hepsini yutuyoruz biz, aklınıza ne gelirse. Asbestinden slikozuna kadar. Ağır çalışmadan dolayı fiziksel bir sürü rahatsızlığımız oluyor, bel ağrıları gibi. Bunları bir tek biz söylüyoruz. Sadece işçinin eğitiminden bahsetmiyorum tabi. İşçiyi eğitmesi gereken eğitmenin bile konuyla ilgili eğitime ihtiyacı var, bilmiyor çünkü. En kolayı işçi yapmıyor demek. Baretle ilgili eğitim vermiyor ki. Ben mesela odada çalışırım. Kapalı mekanda kafama bir şey düşme ihtimali yok. Odadan çıktığımda şantiyenin içindeyken zaten takıyorum. Ama kafama bir şey düşme ihtimali olmayan yerde çalışırken bile taktırıyor. Yahu orada benim barete ihtiyacım yok ki. Orada daha farklı önlemler alınması lazım. Mesela kablo çekiliyor, kablolar kesik, delik, açık şekilde ya da suyun içinde etrafta duruyor. Çalıştığım mekan tozlu, maskem olması lazım. Bunların hiçbirine bakmıyorlar. Adam geliyor, baretin neden yok diye 100 TL ceza kesip gidiyor. İyi de, sen hiç bir önlem almadın ki, elekrikten, tozdan beni baret mi koruyacak?

Bakın mesela geçtiğimiz günlerde, Beyoğlu’nda fırtına çıktığı gün iskele çöktü. O iskele çökmez normalde. Afet falan diyorlar, kimse bize işimizi anlatmasın. İskeleyi telle bağlıyorlar. Rüzgar da teli koparıyor, kuvvetli olunca. Ama o telle bağlanmaz zaten. Onun demir çubukları vardır, duvara bir taraftan sokarsın, diğer taraftan geçirip vidalar gibi tutturursun iskeleyi. Yani iskele duvara, duvarın diğer tarafından geçecek şekilde bağlanır. Bu durumda iskelenin çökmesi için komple duvarın da yıkılması gerekir.

Yani soruya tekrar dönersek, mizansen yapmadan cevap verelim. Tabi ki biz değiliz. Bu cinayetlerin sorumluları anlattığımız bu örneklerdeki önlemleri almayanlardır.

İ.C: Bu önlemler neden alınmıyor peki? İşyerlerindeki iş sağlığı ve iş güvenliği (İSİG) uzmanlarının eksikliği mi ya da patronlar bu maliyeti mi vermek istemiyor? İşi mi yavaşlatıyor alınan önlemler?

M.A: Şimdi İSİG uzmanları görüp söylese bile patron o önlemi almadığında yaptırım yetkisi yok. Yani şantiyeyi durduramıyor. Neden? Maaşı da patrondan çünkü. Daha da bir şey söylemeye gerek yok. İşi yavaşlatma faktörü de var tabi. Bakın fayansçılıktan örnek vereyim, mesleğim olduğu için. Ben şimdi sizin yanınızda giriyorum işe. Siz benden 30 metre iş istiyorsunuz günlük. Benim onu yapabilmem için zaten hiçbir şeye bakmamam lazım. Açıkta duran kabloymuş, tozmuş, kimyasalmış, maskeymiş düşünemem ki. Onu düşünerek yaparsam 15 metre yapabilirim. 2 gün 15 metre yaparım, 3. gün taşeron bana anında yol verir. Çalışma
şartları böyleyken kimse işçiye baretini, kemerini neden takmadın diye zaten soramaz. Kaldı ki bugün, kemer takılmasa bile düşülmeyecek çalışma ortamları da yaratılabilir esasen. Kemer taktırma ama iskeleye branda ger. İskeleyi düzgün oturt, işçi zaten düşmez, ancak intihara teşebbüs etmesi lazım. Bakın o az önce bahsettiğimiz Beyoğlu’ndaki iskele, bağlanma şekli hariç doğruydu. Brandası her şeyi vardı ama doğru bağlanmamıştı, illa bir şeyi kısacaklar çünkü. Branda da çok işlek bir yer olduğu için, gelene gidene arabalara yukarıdan bir şey düşmesin diye çekildi, yoksa zaten işçiyi düşündüklerinden değil. Maliyet de değil, işçi hayatı değersiz bu ülkede. Bazı şantiyelerde görüyorum, patron sırf duvarın gelişini beğenmedi diye ya da fayansın rengini beğenmedi diye, milyarlarca para vererek yağtırdığı şeyi yıktırıp attırıyor, bir o kadar daha harcıyor, istediği gibi yaptırıyor. Bu maliyet değil mi? Ama bu maliyeti işçinin güvenliği için harcamıyor, batıyor ona.

İ.C: Şimdi ne güzel anlatıyorsunuz alınacak önlemleri. İSİG uzmanları bunları görse bile söyleyemiyor zaten, yaptırımı da yok dediğiniz gibi. O zaman bu önlemleri çalıştığımız işyerlerinde bizler alalım, yani burada ben çalışıyorum, hangi önlemlerin alınması gerektiğini ben biliyorum, o zaman önlemi de ben alırım, uygulanmasının garantisi ve denetçisi de ben olurum, demek gerekmez mi? Kısacası, işçi denetiminin sağlanmasından bahsediyorum aslında.

M.A: Çok haklısın. Bunu biz de söylüyoruz. Hatta Çalışma Bakanlığı’na buna dair sunduğumuz bir rapor da var. Dedik ki denetmen mi tutamıyorsun, biz denetleriz. Denetmeni de neden tutamıyor, parası yokmuş. Yapmayın başbakanlık konutunu, 3. havalimanını, 3. köprüyü. Ama biz şunu da söylüyoruz, beceremiyor musunuz? Bırakın kardeşim, biz işçiyi de eğitiriz, denetmeni de eğitiriz, işvereni de eğitiriz. Elbette İSİG uzmanlarının da işverenden bağımsız olması gerekiyor. Bu hep söylenen bir şey. Biz diyoruz ki, bir şey yapacaksanız içinde işçi de olacak. İçinde işçi olmadan oluşturulan komisyon da çıkarılan yasa da bizim gözümüzde geçersizdir. Orada biz olacağız, başka türlü olmaz. Onlar bizim önümüzü açsınlar, sendikal çalışmanın önünü açsınlar, eğitimi bize verdirsinler, biz bir tane işçi az ölecekse bedelsiz yaparız bunları. Ama yapmazlar çünkü, kafa buradan çalışmıyor, emekten yana çalışmıyor. En basit örneği şu: Torunlar yaşandıktan sonra dediler ki Çalışma Bakanlığı yetkilileri, bundan sonra iş kazası yaşanmayan şantiyelere ödül vereceğiz. Kafa yapısına bakar mısınız? Bulamazlar zaten ama, göstermelik de olsa bulsalar da bir şantiyeye ödül verseler keşke, ben de o zaman toplayacağım bütün işçi arkadaşları; ben de 30 senedir bir inşaat işçisi olarak ölmüyorum, bana da ödül verin diyeceğim. Benim ki daha büyük başarı. Yani devletin mantığı ters. Kurallara uymayıp işçi öldüren şantiyeyi kapatmıyor ki, ruhsatını dahi iptal etmesi lazım; kurallara uyan bulabilirsem ödül vereceğim diyor. Torunlar’ın inşaat yapma ruhsatını iptal etsinler, bir daha ülkede inşaat yapmalarının dahi yasaklamaları lazım. İşte bunlarla mücadele etmek lazım ama, sözle değil. Bunları burada konuşuyoruz ama sokakta vereceğiz işte mücadeleyi.

İ.C: Torunlar’da yaşanan katliamdan 1 ya da 2 gün sonra Halkalı’da yaklaşık 3500 inşaat işçisinin olduğu bir eylem gerçekleşti. Yemek sorunundan kaynaklanan rahatsızlık birdenbire farklı bir boyuta taşındı ve işçiler eylemleri sonucunda tüm taleplerini kabul ettirdiler. Demek ki, sizin sektör ne kadar zor da olsa, bu tür eylemler çıkabiliyor ve kazanımla da sonuçlanabiliyor.

M.A: Evet iyi bir eylemdi o. Talepleri biraz cılızdı ama işçinin talepleri sonuçta, sahiplenmek gerekiyordu. Ama siz o eylemi çok göz önünde olduğu için ve yaka yaka gittikleri için gördünüz. Bizim o şekilde çok deneyimimiz var. Bizim arkadaşlarımız Van’da TOKİ’nin inşaatını talepleri kabul edilene kadar tam 1 hafta durdurdular. Hem de sadece 4 işçi yaptı bunu. 4 işçi gerekirse zorla sokmadılar şantiyeye arkadaşlarını ve durdurdular. Bunun sonucunda talep ettikleri her şeyi aldılar. Çok örneğimiz var yani bu şekilde.

Bir kere de yine başka bir ilden aradılar yakın bir zamanda. Patron demiş ki, sendikan gelsin. Yani üye ol gelsin sendikan konuşalım. Bize üye olamıyor, işçi şifremiz gelmedi bakanlıktan, hemen aradık dedik Devrimci Yapı-Sen’e üye olun. İkna edemedik işçileri. Onlar gelmez buraya dediler. Gelseler de akılları bize çalışmaz siz gelirseniz savaşırsınız dediler bize. Böyle bir algı da var.

İ.C: O zaman bakanlığın size şifreleri vermemesi ya da geciktirmesi boşuna değilmiş.

M.A: Öyle tabi de, çok zorlayacaklarını sanmıyorum. Çünkü bizimle baş edemezler. Mezara koymaları lazım. Bizim arkadaşlarımızın hiçbiri kolay kolay geri adım atmaz. Gerekirse sendikayı kapatır öz, hakiki başına birşey koyar yine açarız biz bu sendikayı.

İ.C: Buradan şunu anlıyorum, başına hangi sıfat gelirse gelsin İnşaat İşçileri Sendikası bir şekilde patronların başının belası olacak doğru mu?

M.A: Olacak, oluyoruz da zaten. Onlara bela olmaktan yana bir sıkıntımız yok. Çünkü siz duyuyorsunuz bazı şeyleri, biz doğrudan yaşıyoruz şantiyelerde. Bir örnek vereyim bela meselesine dair. Bir TOKİ işgali yaptık. Adamın arabasını sattırdık, işçilerin parasını ancak öyle ödedi. Dediler ki, hemen kazanım… Biz yok dedik. Zaten hak ettiğimizin azını alıyoruz, bir de bunu direnerek zorla aldık diye mi sevineceğiz. Ben o zaman demiştim ki, ne zaman bu adamın arabasıyla birlikte donunu da sattıracağız, işte o zaman kazanım olacak bizim için. Torunlar İnşaat’ın sahibine çimento taşıttığımız zaman kazanacağız.

İ.C: Torunlar cinayetinden sonra İnşaatın sahibi Azmi Torun çıktı televizyonlara. Yaşanan “kaza”nın sorumlularını adalete teslim edeceklerini söyledi. Aslında kendisi bunun sorumlusu ama, onu da gizliyor. Sadece ölümlü kaza olmasına gerek yok, her gün inşaatlarca bir sürü işçi yaralanıyor. En az iki işçi, günde hayatını kaybediyor. Ve tüm bunların sorumlusu kapitalizm. O halde değil daha adil bir düzen, sadece yaşamak için dahi kapitalizmi öldürmek lazım sen katılır mısın bu görüşe?

M.A: Tabi katılırım. Zaten bunun için mücadele etmiyorsan yaptığın her şey laylaylomdur. Kendine devrimci diyorsundur ama kendini tatmin edersin sadece. Kapitalizmi öldürmek için yapmıyorsan, yaptığın işi boşuna yapıyorsun zaten. Tüm bu yaşadıklarımızın sorumlusu sermaye düzeni. Taşeron da zaten bunun sonucu. Bizim derdimiz sermayeyle kapitalizmle. Bazı solcular öyle bir şeye indirgedi ki mevzuyu, sadece AKP var sanki düşman. Öyle değil ama… O gidip başkası gelse n’olur, aynı düzen devam edecek. Biz ölmeye devam edeceğiz yine inşaatlarda. O yüzden katılıyorum bu görüşe, öldürmek lazım kapitalizmi.

Yorumlar kapalıdır.