Ankara katliamının ardından…

Ankara’daki Barış Mitingi’ne yönelik korkunç terör eyleminin, başta “fiili başkanlığını” ilan etmiş Cumhurbaşkanı olmak üzere bütün iktidar güçleri tarafından izleri karıştırma, gözbağcılık, hedef şaşırtma, soruşturmaya gizlilik, yayın yasağı vb. yollarla anlaşılamaz hale getirilmek istenmesine bakarak kesin bir devlet bağlantısından söz edebiliriz. Görünen o ki, mesele öyle teşvikle, en azından yol vermekle, görmezden gelmekle falan sınırlı değil. Belli ki arada çok daha “organik” bağlar var! Yani artık, devletin IŞİD’le, Suriye meselesi üzerinden kurduğu, cümlenin malûmu olan ilişkilerin varlığı, iktidardakiler tarafından da bir kez daha ve kesinlikle doğrulanmış durumda. En önemlisi, bu ilişkinin ağırlığı Suriye ve Rojava düzleminden, hızla seçimler ve başkanlık odaklı iç siyaset düzlemine kaymış görünüyor. İktidarın Ankara katliamının üstünü örtmek veya işin içine HDP’yi de katarak olayı bir çorbaya çevirmek için gösterdiği canhıraş çabanın başka bir anlamı yok.

Suçun itirafı: “Kendileri yaptılar” veya “IŞİD-PKK ortaklığı..!”

Bu operasyondaki devlet parmağının en önemli kanıtlarından biri de, bu defa Cumhurbaşkanı ve hükümet eliyle uygulanan, daha önceleri başkaları tarafından da tecrübe edilmiş “yansıtma” yöntemidir. Yani kendi lanetli marifet ve amaçlarını başkalarının marifet ve amaçları gibi gösterme, suçu aynen karşı tarafa atma yöntemi. Çok örneği var ama Gezi döneminden bir tane verelim. Ali İsmail Korkmaz cinayeti olayında Eskişehir Valisi, Ali İsmail’in eli sopalı, ancak kimliği belirsiz birtakım siviller, hatta kendi arkadaşları tarafından suçu polisin üzerine atmak amacıyla dövülerek öldürüldüğünü söylemişti. Bu açıklamayı duyar duymaz Ali İsmail’in polis tarafından dövülerek komaya sokulduğunu ve ardından da öldüğünü hemen ve tereddütsüz biçimde anlamıştık. Nitekim, bütün karartma çabalarına rağmen ortaya çıkan kamera kayıtları, her şeyin düşündüğümüz gibi olduğunu bütün açıklığıyla ortaya koymuştu. Bu defaki olayın çapının çok daha büyük olması, aynı cinsten bir yalan ve yansıtmanın çok daha büyük boyutlu olmasını gerektiriyor. Bunun birkaç versiyonu var. Akşam gazetesine göre katliam, Esad’dan gelen emir üzerine PKK tarafından gerçekleştirilmiş. Ancak daha sonra “üst akıldan” gelen bir başka “açıklamada” Ankara katliamının IŞİD-PKK ortak eylemi olduğu ve esas amacının “Türkiye’yi karıştırıp milli birlik ve huzurumuzu bozmak” olduğu öne sürüldü. Tabii işin bir köşesinde Şam rejimi olmakla birlikte, kambersiz düğün olamayacağına göre, çoktandır asıl hedef durumuna getirilen HDP de boylu boyunca işin içindeydi! Ardından, Ankara canlı bombalarının devletin elindeki listede yer alan, Diyarbakır ve Suruç’tan sonra bir büyük iş daha yapmaları kesin olan ve aynı gruba mensup (“Dokumacılar”-Adıyaman) kişiler olduğu, hatta Suruç’takiyle Ankara’dakinin kardeş oldukları ortaya çıktı. Polisin “terör bağlantılı kayıp” ve canlı bombalar listesinde yer alan, resmen arandıkları ortaya çıkan ve sözüm ona takipteki bu kardeşler ve diğer Ankara bombacısı, yakınları tarafından yakalanmaları talebiyle sadece polise değil, Cumhurbaşkanlığı’na ve Başbakanlık’a bile şikâyet edilmişler; haklarında savcılıkça soruşturma başlatılıp teknik takibe bile alınmışlar. Bir sonraki canlı bomba eyleminin faili bile adıyla sanıyla neredeyse kesin bir biçimde bilinmesine rağmen devlet ilginç bir kayıtsızlık göstermiş! Her şey bir yana Ankara’daki mitingde bombalı eylem yapılacağına dair üç gün öncesine ait bir istihbarat raporu da varmış. Ama olmamış…

O halde işin içinde devletin olmadığını, meselenin sadece bir ihmalden, hükümetin tutumunun da tek başına siyasi sorumluluktan kaçma içgüdüsünden kaynaklandığını düşünmemiz için herhangi bir neden yok. Bütün saptırma ve yanıltma çabalarına rağmen, sonunda, başta bütün Adıyaman halkı olmak üzere neredeyse cümle âlemin bildiği bir gerçeğe yeniden ulaşıldı; üstelik detaylarıyla birlikte. Bütün yayın yasaklarına rağmen katliamın, Ankara ve Suriye’den gelerek Kilis’in Elbeyli İlçesine bağlı bir sınır köyünde buluşan IŞİD’çiler tarafından örgütlenip gerçekleştirildiğini öğrendik…

Siyasi sorumluluk; o kadar mı?

Bu işlerin en azından siyasi sorumlusunun iktidar ve aynı anlama gelecek biçimde RTE olduğuna dair yaygın ve de kesin bir kanı var. Evet, doğrudur, ancak bu, yaşananların ardındaki asıl hakikatin anlaşılmasına yetmediği gibi, tek başına kuru bir “diplomatik” tavrın da ötesine geçmez. Söz konusu olan tek başına iktidar uğruna iç ve/veya dış savaşları göze alabilecek olan, kendisinden Türkiye’de bile “yok artık bu da olmaz!” denilebilecek her şeyi beklediğimiz, seçimi kaybetse bile gideceğinden veya geri çekileceğinden emin olamadığımız, gözünü iyice karatmış bir siyasi güçse, bu işin sadece toplumu kutuplaştırma vb. siyasi-ideolojik sınırlar içinde kalması beklenemez; hele ki iktidarın tepesindeki kişinin sorunu dönülemez noktalara taşımasının ardından…

Cumhurbaşkanı’nın “tarihsel” hedefleri doğrultusunda AKP’nin tek başına iktidar, kendisinin de anayasal veya fiili başkan olmak için bugüne kadar yaptıklarına ve 7 Haziran’dan bu yana yaşananlara bakıldığında sorumluluklarının öyle siyasi tutumlarıyla falan sınırlı olmadığını, işin bunun ötesinde basbayağı teknik-örgütsel ilişkileri de içerdiği anlaşılıyor.

Zaten gerçek ve sanal bütün âlemlerde her şeyi gözleyen ve izleyen devletin istihbarat birimlerinin, onca zamandır bunca yakın ilişkiler kurduğu, içeride ve dışarıda hakkında her şeyi bildiği, hakkında raporlar düzenlediği, her türlü imkânı doğrudan veya dolaylı biçimde sağladığı bir örgüte sızmaması ne kelime, doğrudan ilişki içinde olmaması, içinde şube açmaması, Suriye’de başlayan ortak faaliyetlerini, seçimler nedeniyle konunun aciliyeti bakımından Türkiye’ye taşımaması mümkün müdür? Kısacası, IŞİD bir süredir Türkiye iç siyasetinin de unsurlarından biri haline gelmiştir.

Tarihsel tecrübe: Elinde patlama… Yeni “10 Aralıkçılar”

Sorunun esası, iktidarın kendi kontrolü dışında ve ihmali neticesinde meydana gelmiş bir olayın siyasi sorumluluğundan, seçimlerde kendisi açısından yol açabileceği oy kaybından kurtulma veya olup bitenlerden nemalanma çabaları değildir. Ortada bir tek başına iktidar ve her şeye el koyma stratejisi vardır ve katliamın ardından yaşananlar ve olayın giderek belirgin hale gelen izleri ve ne yazık ki seçimlere kadar daha neler neler olabileceği endişesi bunu göstermektedir. Ancak bugün için ilk elde sosyalistlerle Kürt muhalefetini yıldırma, HDP’yi baraj altına itme, toplumu da çaresiz, kendine mahkûm ve mecbur bırakma yolundaki bu kanlı taktiklerin bir süre sonra şu andaki sorumlularının elinde patlama ihtimalini de unutmamak gerekiyor.

Bu “elinde patlama” mevzuu, bir temenni de içeren öylesine edilmiş bir laf değildir. Devletin bazı birimleriyle ve bazı sivil güçlerle siyasi kazanca yönelik, öyle içinde silah-külah da barındıran işlere girenlerin bir süre sonra kontrolü kaybettikleri, kullanmaya çalıştıkları güçler tarafından kullanılır durumlara düştükleri, bu ülkenin siyasi tarihinde bilinmedik şeyler değildir. Demirel’in, 1960’lardaki Özel Harpçilerin (Kontrgerillacılar) denetimindeki MHP “komando kampları” macerasıyla başlayan, (O zamanlar faşistlere “ülkücü” değil “komando” denirdi!) 1970’lerde, yine MHP’nin yer aldığı (ne tesadüf!) kanlı birinci ve ikinci Milliyetçi Cephe hikâyelerinin sonuçları unutulmamalıdır. “Baba”nın bu marifetleri, kısa zamanda kendi boyunu aşarak iki askeri darbeyle neticelenmişti. Muhtemelen CIA tavsiyesi, desteği ve danışmanlığında Kontgerilla-MHP ortak yapımı olarak sahneye konan içsavaş taktikleri, Malatya, Maraş, Çorum vb. kıyımlar uygulamaya konduğunda ise ipler artık tamamen politikacıların elinden çıkmış durumdaydı…

90’lardaki, kendi “gladyosunu” kurmaya heveslenen, ancak Susurluk olayı ve 28 Şubat darbesiyle neticelenen kanlı Çiller dönemi de henüz hafızalardadır. Bugüne gelirsek; Başbakan’ın olup bitenler üzerine bir takım tahminleri olsa da yaşananların tamamı hakkında bir bilgisinin ve herhangi bir denetiminin olmaması normaldir! Ancak RTE’nin, hedeflerinin ve suçlarının büyüklüğü bakımından, bu tarihsel tecrübelerden dersler çıkararak çok daha hesaplı ve tedbirli olduğu söylenebilir. Başta güvenlik ve yargı olmak üzere, bu derece bağlanıp denetim altına alınan veya alınmaya çalışılan bürokrasi, Cumhurbaşkanlığı’na çıkarılan örtülü ödenek, Saray’da kurulan iç kabine ve hatta eğer doğruysa “Saray Gladyosu” bir “iç savaş rejiminin” doğrudan araçlarıdır. Ancak burjuva baskı rejimleri, bu arada “Bonapartist” rejimler her zaman resmi ve yarı resmi güç ve araçlarla yetinemezler. Toplumun denetlenebilmesi, günlük hayatta da izlenebilmesi sivil güçleri de gerekli kılar. Bu tür rejimlerin isim babalığını yapmış olan Louis Bonaparte’ın avantacı maceracılardan ve lümpenlerden oluşan ve bu işten epeyce ekonomik kazanç sağlayan “10 Aralık Derneği” bunun en bilinen tarihi örneklerindendir. Cumhurbaşkanı’nın bu bağlamda da “sağlamcı” davranıp “Bonapartist” hedeflerine uygun sivil örgütlenmeleri hazır etmeye başladığı görülmektedir. Sorun sadece bugüne kadar henüz sadece Kürtlere karşı, “teamüller gereği” devlet tarafından harekete geçirilmiş olan faşist, İslamcı veya islamcı faşist lümpen güruhlarla sınırlı değildir. Aynı zamanda AKP’nin eski ve “Bu adam bizi de yakacak!” endişesine kapılmış “tırsık” sağcı-islamcı kadrolardan temizlenerek “Reis”in şahsına bağlı operasyonel bir güce dönüştürülmesi hedefi ve bu bağlamda “Osmanlı Ocakları” adıyla çeşitli saldırılar düzenlemeye başlayan organize vurucu güçlerin kullanılmaya başlanması işin renginin değişmeye başladığını gösteriyor. Dahası iktidarın çeşitli biçimlerde yurtiçinde devşirdiği İslamcı örgütlerden, Suriye vb. yerlerde tanışıp iş ortaklıkları kurduğu, bir kısmını doğrudan örgütlediği Türkmen, Arap ve çeşitli milletlerden güçlerin de unutulmaması gerekiyor. Kısacası işlerin böyle devamı halinde, sadece yeni “Gezilerin” değil, günlük protesto eylemlerinin, giderek her türlü muhalefetin sadece polis güçleriyle değil, doğrudan “Reis”e bağlı partili sokak gücüyle, iktidara destek veren çeşitli faşist ve İslamcı örgütlerle ve Ankara’da olduğu gibi terör örgütleriyle de karşı karşıya kalma ihtimali vardır…

Evdeki hesap… İyi saatte olsunlar ve diğerleri…

Ancak bu işlerde genel olarak evdeki hesap çarşıya uymaz! Bunun pek çok nedeni vardır. Çünkü “yiyicisi” ve “kurtarıcısı” bol bir memlekette bir iktidar sorunu ortaya çıkmışsa, o iktidarın pek çok taliplisi de zuhur eder: Bunların başında gelen ve memleketimizde geçmiş bütün iktidarların kendilerinden “iyi saatte olsunlar” diye söz ettiği devletin çelik çekirdeğinin (Ki, RTE’nin devletin tamamını denetimi altına alabilme ihtimali epeyce zayıftır.) yanı sıra, çeşitli devlet birimleri, bürokrasinin ve siyasetin paniğe kapılan veya taraf değiştiren kimi unsurları, kendi ikballeri için bunlarla ilişkili veya ilişkiye geçecek olan çeşitli siyasi güçler, yüksek iş çevreleri, “sivil toplum kuruluşları”, her kılığa girmeye hazır bazı fırsatçı kişiler (Mesela Perinçek!), irili ufaklı serbest veya angaje faşist gruplar, devletin kimi kesimleriyle ilişkili “karanlık çevreler”, iktidardaki gücün ayağının sürçmesi halinde başıboş kalıp kendi hesabına iş görmek isteyecek olan yapılar vb…

Böylece epeyce bir süredir, RTE’nin ismi ve hevesleri etrafında odaklanan iktidar sorununun, onun saldırganlığı ve yol açtığı kaosun ve endişenin derinliği ve yaygınlığı oranında başka güçlerin de devreye girmesiyle çok çetrefil ve çatışmalı bir hal alabileceğini söyleyebiliriz. Üstelik bu tür güçlerin bir kere harekete geçtiklerinde ne marifetler sergileyeceği ve nerede duracakları da bilinmez. Elbette sonunda en güçlü olan, şişeden çıkmış bu cinlerden bazılarını emri altına alıp bazılarını da susturarak “kardeş kavgasını önlemek” ve “milli birlik ve beraberlik” adına duruma vaziyet eder. Yakın geleceğe ilişkin siyasi hesaplar yaparken sorunun, RTE’nin hırsları ve iktidarıyla sınırlı olmayan bu yönünü de ihtimal dışı bırakmamakta yarar var.

Koalisyon ihtimali, şişeden çıkmış cinler ve “sivil” nefret…

Tabii var olan şartlarda, en azından kısa vadede, başta büyük sermaye olmak üzere memleketin “sağduyulu” unsurlarının birinci dereceden tercihi bir koalisyon hükümetidir. 1 Kasım seçimleri yapılabildiği takdirde (!) sonuçların 7 Haziran’la aşağı yukarı aynı olması halinde kurulabilecek bir koalisyon hükümetinin, hükümet ve saray etrafında oluşmuş suç şebekesi dışında yer alan çoğunluğu ferahlatacağı açıktır. Ancak yine de tedbirli olmakta yarar var. Bu koalisyonun en azından orta vadede (mesela birkaç yıl) bir rahat nefes aldıracağı beklenirken, kısa sürede bir kâbusa dönüşme ihtimali yok sayılmamalıdır. Böyle bir koalisyonun (Tabii, AKP ile MHP arasında kurulmaması şartıyla) Kürt sorununun barışçı çözümü yolunda neler yapacağı, bu arada TSK’nın doğan boşluktan yararlanarak yeniden siyasi özerkliğine kavuşup kavuşmayacağı, bunu başardığında ne tür basınçlar yaratacağı; mesela Kürt milli meselesine nasıl yaklaşacağı çok önemlidir. Çünkü bütün bunlar kurulacak bir koalisyonun istikbalini belirleyecektir. Ayrıca bir koalisyonun, sırf kurulduğu için otomatik biçimde bir huzur ve sükûn ortamına yol açacağı da garanti değildir. “Şişeden çıkmış cinlerin” cirit attığı bir memlekette iktidar sorununun çözülmesi kolay değildir. Cumhurbaşkanı’nın can havliyle sürdüreceği direniş, AKP içindeki etkisi, istemediği bir koalisyonu bozmak amacıyla tertipleyebileceği oyun ve komplo ihtimalleri de akıldan çıkarılmamalıdır. Ayrıca, devam edecek bir iktidar kavgasının içinde yer alan çeşitli güçlerin yol açabileceği durumlar, kanlı provokasyonlar, siyasi suikastler, siyasi, etnik ve mezhebi nitelikli saldırılar, kıyım girişimleri, bu ülke tarihinin pek çok döneminde olduğu gibi, bir koalisyonla doğabilecek çok kısa bir “demokratik mutluluk” dönemini, demokrasi rüyasını kâbusa çevirebilir…

Ayrıca bütün bu kötü ihtimalleri akla getiren durum, dinamik ve ilişkiler “tanrıların katıyla”, toplumun ve siyasetin en tepe noktalarıyla sınırlı değildir. Konya’daki tribünlere gelene kadar, uzun yıllardır toplumsal hayatımızın ve günlük ilişkilerimizin içinde yaşadığımız, sadece devletin değil, “sivil toplumun” da her an besleyip kışkırttığını bildiğimiz “tabandaki” o korkunç umutsuzlukla iç içe geçmiş nefret ve düşmanlığı da unutmayalım. Bu umutsuzluk ve nefret, pek çok kitle kıyımının psikolojik dinamiklerinden biri olduğu gibi Faşizmin de ruhunu oluşturur. Troçki’nin kitlesel bir hareket olarak ele aldığı faşizm bahsinde, toplu bir çıldırmadan ve “nevroz”dan söz etmesi; faşist partileri “karşıdevrimci umutsuzluğun partisi” olarak tanımlaması boşa değildir…

Korku hikâyesi mi?

Anlatmaya çalıştığımız elbette bir “korku hikâyesi” değil. Ancak hikâye bile olsa gerçek hayattan alınmıştır. Üstelik böyle bir hikâye, Osmanlı monarşisi bir yana, Cumhuriyet tarihininin neredeyse tamamını Bonapartist veya yarı Bonapartist bir rejim altında geçirmiş, açıkça bilinen (!) üç buçuk askeri darbe yaşamış, bütün ekonomik krizlerinin bedelini en ağır şartlar altında ve zor yoluyla işçi sınıfı ve yoksul halkına ödetmiş, sayısı belirsiz pek çok kanlı olaya ve çatışmaya sahne olmuş, halen kanlı bir çatışmanın içinde olan ve son elli yıldır elli binin üzerinde insanı siyasi-toplumsal-etnik çatışmalarda kaybetmiş bir ülkede anlatılmaktadır. Ankara katliamı ise daha birkaç gün önce yaşanmıştır.

İddiamız bu anlatılanların dümdüz bir çizgi üzerinden aynen tekrar edeceği veya en kötü ihtimallerin en saf ve şaşmaz biçimleriyle vuku bulacağı değildir. Bu memleketin geçmişi aklımıza en kötü ihtimalleri getirse de, gelişmelerin diyalektiği kesişen, çatışan amaç, olgu ve dinamiklerin, çelişki ve rastlantıların “birbirleriyle çaprazlaşarak” (Engels) yön değiştirmelerini; sonunda tam bir “Neye niyet neye kısmet!” durumunun ortaya çıkmasını sağlayabilir. Daha demokratik ve iyi ihtimallerin gerçekleşmesinin bizim için bir sakıncası yoktur! Emekçilere bir süre için bile olsa rahat nefes aldıracak, eşitlik, hak ve özgürlük mücadelesinde vakit ve imkân kazandıracak her türlü iyi ihtimali destekleriz. Ancak burjuvazinin egemenliği altındaki bu ülkede iyiliğin geçici, kötülüğün ise kalıcı olduğunu bildiğimiz için siyasi demokrasinin genişlemesi için mücadele etsek de demokratik hayallere kapılamayız.

Bu nedenle en kötü ihtimallere karşı hazırlıklı olunmalıdır. Sorunumuzun 1 Kasım seçimleri ve RTE’nin niyetleriyle sınırlı olmadığını, bu ülkenin, seçim sonuçları ne olursa olsun, hem RTE eliyle, hem de onun dışında, hatta ona karşı bazı güçler eliyle gerçekleşecek pek çok musibete gebe olduğunu unutmamak zorundayız. Bu memleketin işçi ve emekçileri, ezilen bütün halkları ve toplulukları, bütün devrimcileri, sosyalistleri, hak ve eşitlik, özgürlük ve demokrasi talep eden bütün insanları, mücadelelerinde ciddi bir kıyım tehdidi altındadırlar. Bu nedenle emek ve demokrasi güçleri her türlü politik pratik faaliyette başta kendilerine ait güvenlik tedbirleri olmak üzere dönemin gerekliliklerine uygun davranmalıdır. Bugünümüzü ve geleceğimizi devletin ellerine veya burjuva demokratik hayallere emanet edemeyiz…

Yorumlar kapalıdır.