Kilis: Boğulan bir devrimin laneti…

Mizansen olduğunu söyleyenler de var; onu şimdilik bilemesek de bilinen gerçek Kilis’e birkaç aydır “katyuşaların” yağdığı. Ölü sayısı şu ana kadar 18, çok sayıda yaralı ve ciddi ölçüde maddi hasar var, okullar kapalı halk göç ediyor. İktidar, bütün çapsızlığıyla konuya açıklık getirmeye çalışıyor! Vali, “bir komik âdem” misali “Benim de can güvenliğim yok. Süpermen değilim, roketleri havada yakalayamam… Bu füzeler tabii ki düşecek, yer çekimi var, havada mı kalacak!” türü laflarla durumu açıklığa kavuşturduktan sonra halkına karşı sorumlu her yönetici gibi çareyi söylüyor: “Abdestsiz sokağa çıkmayın!”

Elbette hiyerarşik düzey yükseldikçe açıklamaların da ciddiyeti artıyor! Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü İbrahim Kalın, roketleri kastederek “Bazıları yanlışlıkla düşmüş olabilir, saldırı yönünde bizde istihbari bilgi yok” diyor. Elbette yoktur, nihayetinde “YPG saldırısı” değil ki! Zaten devletimizin en büyük marifeti YPG’nin olmayan saldırısını tehdit, IŞİD’in olan saldırısını da yanlışlık olarak değerlendirmektir. PYD-YPG’ye kükreyenlerin sesi, mevzubahis “İslam Devleti” olunca neredeyse bir fısıltıya dönüyor. Tabii, yine de bir ihtiyat payı bırakmakta fayda var, eğer yaşananlar, vakti zamanında MİT Müsteşarının da ifade ettiği gibi müdahale gerekçesi yaratmak için “gönderilecek dört adamın atacağı sekiz füze” işiyle ilgiliyse İŞİD bu defa gerçekten “masum” olabilir!

İdarecilerin, üst kademenin durumu bu, ancak işini yine de ciddiyetle yapanlar var. Mesela Kilis Emniyeti; şu ana kadar üçte biri şehri terk eden yerli halkın geride kalanını, sırf yaşamak istedikleri, başlarına geleni protesto ettikleri için gaza ve basınçlı suya boğuyor, işte benim devletim!

Suriye yollarında: Kürde dünyayı zindan etmek!

Ortada o meşhur “stratejik derinliklerde” boğulmaktan kaynaklı “trajikomik” bir durum var. İnisiyatif kapma amaçlı her yeni hamle biraz daha batmakla sonuçlanıyor. Bilinen ve tahmin edilen doğrudan veya dolaylı bin bir bağlantısına rağmen kader ve diplomasi, devletimizi IŞİD’le hoş olmayan ilişkilere sürükledi! Türkiye, iktidarın tanımladığı bölgesel çıkarlar, ABD ve Koalisyon’la zorunlu ilişkiler ve Suriye’ye müdahale imkânları doğrultusunda IŞİD’e tavır aldı. Bunun bir nedeni ABD ve Batı’yı bir türlü kabul ettiremediği “güvenli bölge” veya benzer fiili bir durum konusunda ikna edip oradan yürümek. Bir başkası, malûm sebeplerle IŞİD’le çatışan selefiler ve doğrudan kendi kurdurduğu örgütler aracılığıyla hem Suriye’ye müdahale kanallarını açık tutmak hem de Kürt hareketini tecrit ve mümkünse tasfiye etmek. İşin bu yanı önemli. Türkiye, genel Kürt politikası nedeniyle Suriye sınırı boyunca dizilen Kürt kantonlarının birleşerek devletleşmesini ve Suriye yolunu kesmesini engellemeye çalışıyor. YPG ve müttefiklerinin “kırmızı çizgi” ilan edilen Fırat’ın batısına geçmesi ve Cerablus-Azez hattı nedeniyle yükselen gerilim, ABD ile (muhtemelen) geçici olarak sağlanan anlaşmayla ve de Kürt güçlerin durmasıyla bir ölçüde düştü. Ancak düğüm çözülmüş değil. Türkiye, düşürdüğü Rus uçağı yüzünden daralan müdahale imkânlarına rağmen, Halep ve İdlib yollarının kuzeyden Kürtler veya rejim güçlerince kesilmemesi ve Lazkiye’nin kuzeyindeki bölgenin Kürtlerin veya rejim güçlerinin eline geçmemesi için hamleler yapıyor. Bu nedenle Halep’in bir bölümüyle İdlib’i elinde tutan El Nusra, Ahrar ül Şam, Felak ül Şam (Hep beraber Fetih Ordusu) vb. selefi- cihatçı örgütlerle ve içi Müslüman Kardeşler dahil İslamcı kaynayan, kendisi, Suudi’ler ve CIA tarafından silahlandırılan “ılımlı” Şam Cephesi ile ittifakı güçlendirip; doğrudan kendi kurup yönettiği ve silahlandırdığı, ayrıca Türkiye’den de çok sayıda faşistin katıldığı ve şu sıralar “ÖSO” adıyla faaliyet sürdüren Türkmen tugaylarını kullanıyor. (Sultan Murat Tugayları vb.) Türkiye, bu güçlerin ABD ve Batı nezdinde de itibar kazanması veya en azından “ılımlı” olarak tesciline çalışırken PYD-YPG’yi “terörist” olarak yaftalama peşinde. Üstelik bununla da kalmıyor, tarihsel bir geleneği canlandırarak Kürtlere karşı İran’la antikürt bir ittifak oluşturmaya ve muhtemelen aynı bağlamda el altından Suriye rejimiyle ilişkiler kurmaya çalışıyor. Çakma bir “Fatih” olarak Şam’da, Emevi Camii’nde namaz kılma ihtimali kalmasa da Suriye’den biraz pay almak, Kürtlerin de kafasını kırmak için denemeye değer…

Bu iş Kilis’te kalmaz!

Bu noktada Kilis’e yeniden dönebiliriz. “Bölge devleti” veya “oyun kurucu” olma hevesinin bölgenin bütün dert ve çelişkilerini o devletin kendi bünyesine taşıyacağını defalarca belirttik; üstelik de böylesine sınır ötesi fay hatlarıyla dolu bir bölgede. Ancak işin Kilis’te kalmayacağı çoktan belli, yani “bu pilav daha çok su kaldırır!” Şu ana kadar yaşanan IŞİD kaynaklı bombalı katliamlar bir yana Türkiye benzer pek çok eyleme gebe bir savaş alanına dönüşüyor. Üstelik Suriye’den gelen büyük göçün sadece demografik-etnik yapıyı değiştirmekle kalmayıp muhtemel toplumsal-siyasi-ekonomik sonuçları düşünüldüğünde durumun daha da vahim olduğu açık. Bunun yanı sıra Suriyeli mültecileri muhalif bölgelerin (Kürt ve Alevi) demografisini değiştirmek amacıyla kullanma yoluna gidilmesi halinde (Maraş’tan başlayarak devamı gelebilir) olabilecekler de hesaba katılmalı. Ayrıca, iktidarın Suriye’de sıkı ilişkiler içinde olduğu kimi selefi-cihatçı vb. güçleri iç politikada, başta Kürtler olmak üzere sol-devrimci muhalefete karşı kullanma ihtimali (Şimdilik söylenti olsa da) yabana atılmamalı.

Lanet…

Böyle giderse bedelin bütün Türkiye tarafından daha da ağır biçimlerde ödeneceği açık. Türkiye ve bugünlerde Kilis, boğulan bir devrimin lanetiyle yüz yüze: İçeriden Baas rejimi ve silahlı selefi-tekfirci-cihatçı güçler, İhvancılar, CIA’nın organize ettiği “ılımlılar”; dışarıdan, bir ucunda İran ve Rusya’nın, öbür ucunda Türkiye, Suudiler, Katar gibi bölge devletleriyle ABD ve diğer emperyalist müttefiklerinin yer aldığı bir uluslararası karşıdevrim cephesi eliyle soluğu kesilen, parçalanan devrimci bir halk hareketinin laneti…

Yorumlar kapalıdır.