Tarihten bir yaprak..!

Bu yazı ilk defa Temmuz 2009’da yayımlandı. Hayatımızın, karşılıklı ilişkileri değişse de hâlâ hemen hemen aynı isimler, aynı cinsten olaylar ve devlet içi kavgalar etrafında dönen bir kâbus haline geldiğinin pek çok kanıtını barındırıyor; tabii, “Osmanlılık” hevesinin bunca arttığı bir dönemde bazı tarihsel göndermelerle birlikte. Ayrıca Melih Gökçek’in önemli olayları müthiş bir bilimsel derinlik içinde “Fethullah’ın cinleriyle açıkladığı bir zamanda tarihimizdeki meşhur Cinci Hoca’yı da anmadan geçmek olmaz…

Asimetrik psikolojik..!

Genelkurmay Başkanı, TSK’ya yönelik ‘asimetrik bir psikolojik harekât’ yürütüldüğünü söyleyip örtülü süsü verilen açık bir dille ‘cemaat’i, polisi ve yargıyı suçladı. Bunun devlet için bir beka sorunu olduğunu da ekleyerek. Başbakan ise, ordu içinde demokrasiye (yani AKP’ye ve de Hocafendi cemaatine) yönelik bir komplodan söz etti. Yani, yine bir beka sorunu. Ayrıca bu işlerden anladığı söylenen birileri de iki taraftaki kimi hayal kırıklığına uğramış provokatörlerin, devletin kurumları arasında son zamanlarda oluşmuş uyum ve muhabbet ortamlarını bozmak için tezgâhlar düzenlediğini yazıp çiziyorlar. Bunlara bir de onca yıl boyunca birikip hatta bazen çoksatar romanlara bile konu olan devlet içi entrikaları, kurumlar arası, hatta kurum içi savaşları da eklediğimizde, ‘Ulaan, ne oluyoruz; bu ne biçim kutsal devlet?’ diyesimiz geliyor.

Devlete yakın durmak!

Daha önce de yazmıştım, hani bir gün devlete karşı ‘soğuk ve mesafeli’ tavrımızdan vazgeçip o kutsal kuruma biat etmeye kalksak kimin eline, kimin kucağına veya hangi ‘organizasyon’un içine düşeceğimiz belli değil. Adamlar kalkıp da ‘Hadi koçum, vatan senden hizmet bekliyor!’ dediklerinde kendimizi artık mensubu olduğumuz organize grubun meşrebine göre ya demokrasiyi yıkarken, ya da cumhuriyetin temellerine dinamit koyarken buluvereceğiz. Kendi ‘beka’ sorunumuz da cabası; yani ayrılma durumlarında!

Üstelik iş bununla da bitmiyor. Bakın bu milletin yetişme çağında onca çocuğu var. Tamam aile terbiyesi, okul eğitimi, sosyal çevre falan eyvallah, ama bir de devlet var, hani en yüksek ‘rol modeli’ olarak. Yani gencecik memleket evladı, kendi devletini örnek almazsa neyi örnek alacak. Şimdi, böylesine bir devlet terbiyesi alan çocuktan hayır mı gelir. Daha bacak kadarken, anasını babasını birbirine düşürmeye, kardeşini, dolabına esrar, kayıp eşya falan koyup evden attırmaya, okuldaki arkadaşları veya öğretmenleri hakkında sahte ihbar mektupları yazmaya başlamaz mı? Minicik yavrunuz, ‘Ben büyüyünce devlet adamı olacam!’ dediğinde, yaşayacağınız o panik ve endişeyi bir düşünün!

Gerilla mı terörist mi?

Şimdi benim anlayamadığım şu: Ortada, ayrı ayrı da olsa, hem TSK’ya (yani cumhuriyete) hem de hükümete (yani demokrasiye) karşı bunca komplo varsa, bu vatanı ve bu milleti bir arada tutan en temel kurumlar, (ayrı ayrı da olsa!) böylesine vahim bir beka sorunuyla karşı karşıyaysa daha ne duruluyor? Bakın Kadri Gürsel, 29 Haziran tarihli Milliyet’te, “Asimetrik ‘İç Savaş’ın Gerillaları ve TSK’ başlıklı yazısında, ‘Mesela düzenli orduyla gerillanın savaşı asimetrik savaştır’ diyor. Ardından da “Peki ‘Fethullahçı kadrolaşma’ ile Türk Silahlı Kuvvetleri arasındaki ‘asimetrik iç savaş’ta kim ‘gerilla’, kim ‘düzenli ordu?’ diye soruyor. Cevabı da sorunun içinde veriyor. Yani ortada TSK tarafından ‘gerilla savaşı’ olarak algılanan bir saldırı var. Siz o gerillayı, teamüller gereği ‘terörist’ diye okuyun. E peki, daha ne duruluyor? ABD ile de anlaşarak ‘terör örgütünün tasfiyesi’, ‘son terörist de yok edilene kadar mücadelenin sürdürülmesi’, hatta ‘Terörist Başı’nın iadesinin istenmesi’ gibi durumlar burada da söz konusu olmayacak mı? Sorular bununla da bitmiyor. Koskoca TSK’yı medyayla ‘yüzgöz’ eden ve Paşa’nın dediği gibi, devleti bir ‘beka’ sorunu ile karşı karşıya bırakan bu gücü durdurmak mümkün değil mi? Demokratik rejimimizin teminatı bundan böyle polis teşkilatı mıdır? Askerle polis arasında bir çatışma mı vardır. Bu çatışmada mesela Tapu ve Kadastro veya Devlet Su İşleri genel müdürlüklerinin konumu nedir? Devletine bağlı insanlar, bu durumda hangi tarafta yer almalıdırlar? Ordunun toplumsal ve siyasi rolü bundan sonra ne olacaktır? Sivil yargı, bir nehir kıyısında ağzı açık timsahlar misali, suya düşecek paşaları mı beklemektedir? Cinler iğne deliğinden geçer mi? Ben kimim, burası neresi, bunlar nereden geldi, UFO’lar var mı? Daha bir yığın soru.

Bir Cinci Hoca daha mı?

Elbette her şeyin bir çaresi vardır. Tarihimiz örneklerle doludur. Benim üzerime vazife değil, ama işte size devletin iki yakasını bir araya getirecek olan çözüm formülü: Önce Amerika’ya, yani ‘yüksek hakem’e gidilir ve orada bir ‘mutabakata’ varılır. Sonra Dolmabahçe veya benzeri bir tarihsel mekânda (Bu defa Topkapı Sarayı olabilir, hatta çok daha anlamlı olur!) biz ölümlülerin ne konuşulduğunu kıyamete kadar öğrenemeyeceğimiz bir görüşme yapılır. Taraflar birbirlerinden, aralarındaki muhabbeti berhava etmeye çalışan kötü muhitlerle ilişkilerini kesmelerini, safralarını atmalarını ister. Ayrıca gerektiğinde kimlerin sivil, kimlerin de askeri mahkemelerde yargılanabileceği konusunda detaylı bir anlaşmaya varılır. Ardından, kimi yazarlara göre ABD yönetiminin artık müttefik olarak görmediği Fethullah Hoca’nın, bekasına kastettiği devlet tarafından yargılanmak üzere Türkiye’ye getirilmesi ve öyle İmralı’ya falan kapatılmadan, az bir cezayla ve susması şartıyla serbest bırakılması konusunda uzlaşma sağlanır. Bu yolla, ‘terörle mücadele’ ve ‘terör sorunu’ konusunda sağlanan mutabakat daha geniş bir alana yayılabilir. Devlet tecrübemin yok denecek kadar azlığından olacak, benim aklıma başka bir şey gelmiyor. Bir yolu mutlaka bulunmalıdır. Aksi halde, hem devletimiz bir beka sorunuyla yüz yüze gelecek hem de tarihimizde ikinci bir ‘Cinci Hoca Vakası’ yaşamamız kaçınılmaz olacaktır!

Cinci Hoca kimdir?

Asıl adı Hüseyin olan Safranbolu doğumlu Cinci Hoca, çevirdiği entrikalar ve Sultan İbrahim (Deli) üzerindeki etkisiyle tanınan bir din adamıdır. Genç yaşında İstanbul Süleymaniye’deki medreselerden birinde öğrenimini sürdürürken, bir yandan da sihir ve büyü işleri ile uğraşıyordu. Adının sarayda da duyulması üzerine Kösem Sultan tarafından akli dengesi bozuk olan Şehzade İbrahim’i tedavi etmesi istendi. İbrahim’i etkileyerek sinirlerini yatıştırması nedeniyle 1640’ta İbrahim’in tahta çıkmasının ardından medrese tahsilini yarıda bırakarak ilmiye sınıfına alındı ve kısa sürede Galata Kadılığı’na yükseldi. Gittikçe tozutan Sultan İbrahim üzerindeki etkisinden yararlanarak büyük çıkarlar sağladı. Ulema arasında güç kazandı. Devlet görevlerinin rüşvetle dağıtılması işini organize etti. 1646’da görevden alındı, ancak daha sonra iki defa kısa süreliğine Anadolu Kazaskerliği’ne getirildi. Rüşvet almaya devam ettiği için azledilerek sürgüne gönderildi. Daha sonra affedilerek İstanbul’a döndü. 1648’de tahta çıkan Sultan 4. Mehmet’in (Avcı) dağıtacağı cülus bahşişi için istediği yardımı yapmaması üzerine bütün mal varlığına el konularak Mısır’a sürüldü. Yolda hastalandığı için Mihalıç’ta kalmasına izin verildi. Adamlarının İstanbul’daki sipahi isyanına katılması üzerine öldürüldü.

Yorumlar kapalıdır.