Musul operasyonu, emperyalizm ve IŞİD

Şubat ayından beri planlanan Musul’u IŞİD’den geri alma operasyonu, 17 Ekim’de kuzeyden Peşmerge birliklerinin, güneyden Irak ordusuna bağlı güçlerin ilerlemesiyle başladı. Şu ana dek operasyon Musul kırsalında çeşitli köylerin alınmasıyla ilerlerken, yaklaşık 1 buçuk milyon kişinin yaşadığı şehirden IŞİD’in tamamen çıkarılmasının aylar süreceği tahmin ediliyor. ABD tarafından hazırlanan ve sınırları çizilen operasyon çerçevesinde, ABD, Büyük Britanya, Fransa, Almanya ve Avustralya’ya bağlı “özel kuvvetler”, yerel güçlere askeri destek sunmak için bölgede bulunuyor. Operasyona dahil edilmeyen Türkiye ise, bölgedeki nüfuzunu koruyabilmek ve bölgenin yeniden şekillendirilmesinde söz sahibi olabilmek için, mezhepçi ve yayılmacı bir politika temelinde var gücüyle operasyonun içerisinde yer almaya çalışıyor.

Musul “özgürleştiriliyor” mu?

IŞİD Musul’u 2014 Haziran’ında yaklaşık 2000 kişilik bir kuvvetle ele geçirmiş, şehri kontrolü altında tutan 25 bin kişilik Irak ordusu, kurşun atmadan teslim olmuş veya kaçmıştı. Irak’ın ikinci büyük kenti olan ve 2 milyon kişinin yaşadığı Musul’da, IŞİD’in kontrolü ardından Ezidiler, Hıristiyanlar, Kürtler ve Şiiler şehri terk etmiş, IŞİD aşırı gerici, totaliter yönetimini bu bölgede de uygulamaya başlamıştı. Dolayısıyla, karşıdevrimci ve aşırı gerici bir örgüt olarak IŞİD’in geriletilmesi ve temizlenmesi, bölge halkları açısından şüphesiz büyük bir önem taşımakta. Bununla birlikte, bunun “nasıl hayata geçirildiği” de en az bu gelişme kadar önemli. Musul’u IŞİD’den kurtarma operasyonunu yönetenler ve uygulayanların, IŞİD’in ortaya çıkıp böylesine güçlü bir örgüt haline gelmesinin esas sorumluları olduğunu unutmamak gerekiyor. IŞİD’in öncülü olan örgütler, ABD’nin Irak’ı işgaliyle birlikte, 2003’ten itibaren ortaya çıkmış ve El Kaide’nin Irak kolu olarak örgütlenmişlerdi. ABD’nin Baas rejimini tasfiye adına, ülke yönetimini Şii ve Kürt güçlere devredip Sünnileri dışlayıcı bir politika uygulaması, Sünni bölgelerdeki direniş hareketlerini büyük bir barbarlıkla ezme girişimleri, Sünni kitlelerin radikalleşmesinin ve El Kaide’nin güçlenmesinin zeminini oluşturmuştu. ABD’nin Irak’ı işgali sonucunda 1 milyondan fazla Iraklı hayatını kaybetmiş, milyonlarca kişi yerinden olmuş, ülkenin altyapısı çökertilmiş ve ülke tarihinde görülmemiş bir mezhep düşmanlığı kışkırtılmıştı. Bugün aynı ABD, “kullanışlı kötü” IŞİD’in bölgeden temizlenmesi operasyonlarının mimarlığını yapmaktadır! Başta IŞİD olmak üzere bölgedeki gerici, karşıdevrimci güçlerin temizlenmesinin, mezhep düşmanlığının sonlandırılmasının ön koşulu, emperyalizmin kendi çıkarları doğrultusunda bölgeyi yıkıma uğratan politikalarına son verilmesi, “baş Şeytan’ın” bölgeden tamamen çıkarılmasıdır.

IŞİD’in güçlenmesindeki bir diğer temel etken, bölge ülkelerinin kendi nüfuzlarını artırmak için uyguladıkları mezhepçi politikalar. Başta Suudi Arabistan olmak üzere Körfez ülkeleri ve Türkiye gerici Sünni örgütleri desteklerken, İran radikal Şii örgütlere arka çıkmakta ve bu ülkeler sistematik olarak halklar arasında mezhepsel düşmanlığı kışkırtmaktalar. ABD ve İran’ın güdümündeki yolsuzluğa batmış, kukla Irak hükümeti de bu çerçevede, uyguladığı mezhepçi politikalarla ülkede İslamcı radikalizmin gelişmesine çanak tutmakta. Saddam döneminde Şiilerin ve Kürtlerin yaşadığı baskı ve ayrımcılık, bu kez Şii ağırlıklı Irak hükümetleri döneminde Sünnilere karşı uygulanmakta. Bu dönemde devlet bürokrasisi ve Irak ordusu Sünnilerden temizlenmiş, Bağdat’ın Sünni mahalleleri tasfiye edilmiş ve son olarak, IŞİD’in kontrolündeki Anbar vilayetini geri almak için yapılan operasyonlarda radikal dinci Şii milisler sivillere dönük olarak katliamlar gerçekleştirmiştir. IŞİD’in ve radikal İslamcıların güçlenmesinin bir diğer sorumlusu olan Esad rejimi, Mart 2011’de rejime karşı halk isyanı başladıktan sonra, hapishanelerindeki binden fazla radikal İslamcıyı serbest bırakmış, bugüne kadar IŞİD’le ciddiye alınabilir herhangi bir çatışmaya girmemiş, IŞİD’le petrol ticareti gerçekleştirmiştir.

Şimdi bu pek “demokrat ve ilerici” güçlerin Musul’u kurtarma operasyonu sırasında yüz binlerce kişinin şehri terk etmek zorunda kalacağı ve yeni bir mülteci dalgasının oluşacağı öngörülmekte. Küresel ve bölgesel güçlerin, gerici örgütlerin yıkım politikalarının bedeli bir kez daha bölge halklarına ödetilmekte.

Erdoğan’ın Musul hevesi ve “Misak-ı Milli hatırlatması”

Saray rejimi Ortadoğu’da dış politikasının tamamen iflas etmesinin ardından, bir süredir, politikasında bazı değişikliklere giderek bölgede yeniden inisiyatif kazanma çabasında. Önce, aleyhine söylenen bütün sözler yutularak Putin ile yeniden dost olundu. Ardından, Rusya ve ABD’den alınan icazetle Fırat Kalkanı Operasyonu başlatıldı. Bunun karşılığında, artık Esad rejiminin devrilmesinden bahsetmekten vazgeçildi, Halep’teki bombardımanlar karşısında sessiz kalmak kabul edildi. Rejimin temel önceliği, YPG’nin Suriye’nin kuzeyinde ilerleyişinin durdurulması, mümkünse geriletilmesi ve mezhepçi, yayılmacı bir söylemle bölgede kaybedilen inisiyatifi umutsuzca geri kazanma çabasına dönüşmüş durumda. Erdoğan şimdi, “ne derlerse desinler” El Bab’a ilerlemekten, ardından Menbic ve Rakka’ya yönelmekten, “ne pahasına olursa olsun” Musul’da sahada ve masada olmaktan, Afrin’i YPG’den temizlemekten ve Sincar’a müdahale etmekten bahsediyor. Bir yandan kimsenin bir karış toprağında gözümüz olmadığı ifade edilirken, hemen ardından tarihsel geçmişimiz ve Misak-ı Milli hatırlatmaları yapılarak, şizofreni ve sinizme teslim olmamız bekleniyor. Irak Başbakanı’nın zat-ı devletlerinin “kıratında, kalitesinde olmadığı” ve muhatap alınmadığı söylenirken, o sırada hükümet temsilcileri Bağdat hükümetiyle Musul operasyonlarının ayrıntılarını görüşüyor ve böylelikle söylem ve gerçeklik arasında kalan son bağlara karşı kanlı ve kirli bir hücum gerçekleştiriliyor…

Bu milliyetçi, yayılmacı, mezhepçi açıklamaların gerçekçi bir planlamanın ifadesinden ziyade içeride ve dışarıda yaratılan savaş atmosferinin gerekli ve tamamlayıcı dekoru olduğu bilinmekle birlikte, Saray rejiminin girdiği yol, Türkiye ve bölge emekçi halklarını çok ciddi bir biçimde tehdit eden savaş riskleri doğurmakta. Ne Türkiye ne de bölge emekçi halklarının Saray rejiminin yayılmacı, milliyetçi ve mezhepçi müdahalelerinden çıkarı bulunmakta. Bu nedenle Saray rejiminin Suriye ve Irak’taki operasyonları derhal durdurulmalı, içeride Kürtlere dönük savaş politikaları son bulmalıdır. Bir yandan son sürat Batı karşıtı bir demagoji yaygınlaştırılırken, gerçekte NATO’nun sadık bir üyesi olan Türkiye NATO’dan çıkmalı ve NATO üsleri kapatılmalıdır.

IŞİD’in ve radikal İslamcı akımların bölgeden gerçek anlamda temizlenmesi, karmaşık ve iç içe geçmiş pek çok dinamiğin, bölgenin emekçi halkları lehine çözülmesine bağlı bir problem. Bu konuda kestirme bir çözüm ufukta görünmüyor. Halkların cellatlarından çözüm beklemenin sol ve devrimci politika ile hiçbir ilişkisinin bulunmadığı ise, oldukça açık. Kuzey Afrika ve Ortadoğu devrimci süreci, bölge halklarının mezhep ve etnik farklılıkları aşarak demokratik ve sosyal talepleri için nasıl seferber olabildiğini, kendi kaderlerini kendilerinin demokratik bir biçimde tayin edebileceklerini bütün dünyaya gösterdi. Bölgenin emperyalizmden, gerici ve baskıcı hükümetlerden, radikal İslamcı akımlardan kurtarılması ancak bu yolun takip edilmesiyle mümkün olabilir.

Yorumlar kapalıdır.