Erdoğan’ın açmazları, gücü ve geleceğimiz

15 Temmuz darbe girişimi ve takiben ilan edilen OHAL ile birlikte tüm Türkiye baş döndürücü değişiklikler içerisinden geçiyor. Görünen o ki önümüzdeki günler daha pek çok değişikliğe gebe.

Darbenin yenilgiye uğratılması başlangıçta demokrasi kazanımı olarak servis edilse de çok geçmeden ilan edilen OHAL ile birlikte Erdoğan yönetiminin başta Kürtler olmak üzere tüm muhalefete karşı baskısı hissedilir bir biçimde gün yüzüne çıktı. Saldırıların dönüm noktası ise Cumhuriyet gazetesine operasyon ve HDP’li vekillerin tutuklanması oldu.

İçinden geçmekte olduğumuz süreç Erdoğan yönetiminin OHAL’i basit bir biçimde fırsata çevirmesinden öte anlamlara sahip. Başarısız darbe girişimin ardından Erdoğan yönetimi devletin neredeyse tüm organlarında tasfiyeler gerçekleştirdi. Artık kendi halinde işleyebilen bir devlet organı yok. Erdoğan ise iktidarda kalabilmek için sahip olmadığı her şeyin yerini baskı araçları ile dolduruyor.

Görünürde artan gücüne rağmen Erdoğan yönetiminin hızlı bir yalnızlaşma ve sorunları çözme yeteneğinden uzaklaşma dönemi içerisinde olduğunu söyleyebiliriz. Erdoğan 14 yıllık iktidarının sonunda burjuvazi için de eskimiş olan rejimin dengeleri ile öylesine hesapsızca oynadı ki, elinde neredeyse bir devlet aygıtı kalmadı.

Bunun karşısında Erdoğan’ın yalnızca iki dayanağı bulunuyor. Birincisi kendi milliyetçi-muhafazakar tabanını güçlü bir şekilde konsolide etmekteki başarısı. İkincisi ise siyasi bir alternatifin görünürde bulunmaması. Erdoğan işte bunlara dayanarak, iktidarının ve kendisiyle birlikte çevresinin de can güvenliğini sağlayabileceği yeni rejim arayışlarına girişmek zorunda kalıyor.

Başarısız darbe teşebbüsü ve OHAL’in ardından başkanlık tartışmaları ve erken seçim ihtimallerinin konuşulduğu bir dönemden geçiyoruz. Bu süreç önümüzdeki dönemde nasıl bir Türkiye olacağını orta vadede bizlere gösterecek. Erdoğan OHAL’in hukuki olmasa da psikolojik tüm yetkilerine dayanarak dahi ülkeyi yönetemeyeceğinin farkında. Sürecin biriken acılarının ise mevcut yönetime mal edileceğinin de bilincinde. Bu yüzden dağılmış devlet aygıtının yerine rejimi yeniden inşa etmek O’nun yalnızca arzusu değil, zorunluluğu da.

Başkanlık tipinde yeni bir rejimin kolaylıkla kurulması mümkün olabilir mi? Erdoğan’ın yetenekten, güvenilir ittifaklardan, kadrodan, dengeyi koruyabilecek dış ilişki kozlarından ve dahası istikrarlı bir ekonomiden uzak oluşu şansını oldukça zorladığını -sahip olduğu tüm kitle desteğine ve siyasi alternatifsizliğe rağmen- gösteriyor.

Erdoğan yönetimi sona yaklaşıyor mu?

i. Dış ilişkiler

15 Temmuz’un ardından maceracı dış politikanın yaraları sarılmaya başlandı dense de aslında uluslararası arenadaki yalnızlık ve güvenilmezlik süreci halen varlığını sürdürüyor.

Temel olarak emperyalizm ve Erdoğan yönetimi arasındaki ilişkiyi inceleyecek olursak işlerin hiç de iyi olmadığını Moody’s’in kredi düşürmesi ve AB ile her geçen gün kötüleşen ilişkilerden görebiliriz. Trump’ın ABD’deki başkanlığı AKP saflarında büyük bir hevesle karşılansa da bu heveslerin yeterli olmadığını görmek için âlim olmaya gerek yok. Trump ABD’yi eski gücüne kavuşturma hayali kurarken, aklındaki Türkiye “güçlü” değil, ancak eski Türkiye olabilir.

Erdoğan ise ABD ve AB emperyalizmi ile onaramadığı ilişkilerini şimdilik başka alternatiflerde mesafe kat ederek güçlendirmek eğiliminde. Suriye politikası, Rusya ile ilişkiler ve Ortadoğu’da dost sayısını -büyük bir beceriksizlikle- arttırma teşebbüsü tüm bu yalıtılmışlık ve bağımlılık ilişkilerinin bir tezahürü.

Türkiye’nin aralarında husumet bulunan Ortadoğu ülkeleri ve Rusya ile ilişkilerde normalleşme çabası pek çok başka belirleyenin yanında temel olarak iç politikadaki sıkışmışlık ve zorunlu Kürt düşmanlığının neticesinde açığa çıktı. Fırat Kalkanı Operasyonu ile bölgeye tank gücünü sokan Türkiye şimdilik IŞİD ile ciddi bir çatışmaya girmedi. Her fırsatı kollamasına rağmen PYD ile de bir çatışma içerisine giremedi. Çatışmaya girmesinin olası ağır sonuçlarını şimdilik bir kenara bırakalım. Türkiye’nin emperyalizmle uyum görüntüsü ile Suriye’ye dâhil olma isteğinin emperyalizm tarafından karşılıklı bir ruh hali ile kabul edildiği söylenemez. Özellikle Başika/Irak’taki Türk ordusunun Musul operasyonu için bölgede açıkça istenmemesi Türkiye için dış politikadaki zorlu konumu açık şekilde betimliyor.

Türkiye’nin bölgede ne yapacağı belirsiz, bu yüzden de istenmeyen müdahaleci olarak algılanması AKP’nin 14 yıllık iktidarı boyunca güttüğü “akıl dışı” dış politikanın ürünü. Rusya ile olan yakınlaşma ise tamamen belirli konularla sınırlanmış bir yakınlaşmanın dışında bir anlama gelmiyor. Burjuva politikasında dostluklar yoktur, çıkar ortaklıkları vardır. İşte bu yüzden çeşitli çatışma bölgelerine dair olan çıkar ortaklıkları ve ayrılıkları Türkiye’yi Suriye’de belirleyici olmaktan alıkoyuyor.

Sonuç olarak Türk dış ilişkilerinde Erdoğan yönetiminin elini belirgin olarak rahatlatacak bir pozisyon görünmüyor. Bu sıkışmışlık da iç politikada atacağı adımlarda rahat olmasını engelliyor.

ii. Rejim içi dengesizlikler ve diğer burjuva partileri

Cumhurbaşkanı her gün anayasayı çiğnerken OHAL ile parlamento da etkisiz hale getirilmiş durumda. Bonapartizmlerde bu tip durumlara karşı rejimin ve burjuva gelişimin sürekliliği adına dengeleyici olması gereken kurumlar ise tamamen felçleşmiş yahut baypas edilmiş vaziyette. Bu durum da devlet yönetiminin, burjuvaziyi dahi endişelendirecek biçimde bir kişinin inisiyatifine kaldığını göstermektedir. Türkiye Cumhuriyeti’nin tükenmez rejim krizlerinin AKP iktidarı altında geldiği son nokta budur.

Tabloya bir de sermaye birikiminin yetersizliğini, kronikleşen ve çözümden uzaklaşan Kürt sorununu ve kitlelerin hızla sefalete itilmesini de ekleyecek olursak, Erdoğan’ın 14 yıl içerisinde burjuvazinin ihtiyaçları doğrultusunda dahi kalıcı herhangi bir dönüşüme imza atamadığını, bir yanı ile Türkiye tarihinin en başarısız lideri olduğunu ifade edebiliriz.

Ayakta kalmak için baskı ve rejimde radikal değişikliklere ihtiyaç duyan Erdoğan’ın bu değişiklikleri yapabilecek bir kadrosu yok. Rejimin yeniden kurulması demek ulusu burjuva ihtiyaçlar içerisinde birleştirmek anlamına geleceği için Erdoğan’ın bunları yapabilmek için partisinin dışında desteklere de ihtiyacı var. Erdoğan’ın kişiliğinden kaynaklanan problemlerin bir an olsun üzerinden atlayacak olursak Türkiye’de yeni bir rejimin inşası için AKP’nin ya bürokrasiye karşı Kürt temsilcileri ile iş birliği yapması ya da Kemalistlerle iş birliği yaparak Kürtleri ezmeyi denemesi gerekirdi. Ancak her iki ihtimal de şimdilik, tarihsel ve güncel imkânsızlıklardan ötürü olanaklı görünmüyor.

CHP’nin konumu

Mevcut süreç içerisinde CHP’nin temel politikası AKP’nin yaptığını kendi kümesi içerisinde yapmak oldu: Tabanını herkesten yalıtmak. Yaklaşan ciddi tehlikeye karşı zaman zaman kendi vekillerinden gelen baskılara rağmen herhangi bir güç birliği içerisinde bulunmamayı tercih etti ve kendi kitlesini de emek ya da demokrasi eksenli birliklerden itina ile uzak tuttu. Anlaşılan o ki, bugünkü CHP’nin pozisyonu 27 Mayıs darbesinden önceki İnönü’nün pozisyonunun aşırı pasif bir kopyasıdır. CHP Kılıçdaroğlu nezdinde kendi bağımsızlığını koruyarak, Türkiye’deki büyük değişikliklere dahil olmaksızın, AKP’nin gitmesi ihtimal olan bir günde hiçbir “tehlikeli” ittifakın içerisinde bulunmadan ayakta kalmaya çabalamaktadır.

CHP’nin bu hali kendi tabanına yaptığı büyük ihanetlerden biridir. CHP’nin tabanının Erdoğan yönetimine karşı birleşik mücadeleler içerisine girmesi büyük bir gerekliliktir. CHP ise bu kati ihtiyacı kitleleri özenle mücadeleden uzaklaştırarak baltalamaktadır. Türkiye burjuvazisinin olan bitenler karşısında varabileceği en cüretkâr pozisyon bu pasifliktir.

MHP’nin konumu

MHP daha darbe sürecinden önce AKP’ye neredeyse bir tam teslimiyet halindeydi. AKP’nin, muhaliflerini ezmek için Bahçeli’ye sunduğu yardımlar karşılığında MHP AKP’ye yedeklenmiş bir konumda bulunuyor. Türkiye’nin tarihsel düzen içi faşist partisi, AKP’ye muhalefet etmek şöyle dursun görünür desteğini sunuyor. Meclis başkanlığı ve erken seçim dönemlerinde olduğu gibi şimdi de başkanlık tartışmalarının açılması için de AKP’ye nasıl paslar verdiğini görebiliyoruz. Dolayısıyla MHP tarihsel düzen içi faşistlik misyonunu dahi sürdürememektedir. Çünkü Bahçeli için mevzu partisini yönetmektir. O’na koltuğunun garantisini de Erdoğan vermektedir.

MHP’ye dair “yapıcı muğlaklık” olarak adlandırılan teoriyi duyumların dışında somut olarak destekleyebilecek veriler de gün yüzüne çıkmamış durumda. Teori, MHP’nin bu süreçte başkanlık tartışmasını açıp tabanını yoklaması ve AKP içindeki başkanlığa karşıt olan kesimlerin açığa çıkmasını sağlaması, nihayetinde de meclisteki oylamada referandum için ret oyu vererek Erdoğan’a derin bir yara açması şeklinde ifade ediliyor. MHP’nin gücü ve yönetim kadrosunun niteliği ile böyle bir sürecin yaşanması mümkün görünmüyor. MHP’nin AKP’ye dayanmaksızın politik varlığını sürdürmesi AKP karşıtı devlet bürokrasisinden ancak ciddi bir destek alması ile mümkün olabilir.

HDP’nin konumu

Meclis içerisinde üzerinde en büyük sorumluluğu taşıyan parti HDP bugüne değin sürdürdüğü politikadan uzaklaşmamıştır. Özerklik ilan eden bölgelerin devlet tarafından yakılıp yıkılması sürecinde bir yandan devlet bir yandan da PKK tarafından sıkıştırılan HDP, darbe sürecinden sonra da gerçek bir güç birliğinden yana olmaktansa kendi programını sürdürmeyi yeğ tutuyor.

Yapılan açıklamalar göstermektedir ki HDP için önümüzdeki dönemin temel gündemi müzakerelere geri dönmeyi talep etmek olmayı sürdürecektir.

Türkiye gibi bir ülkede burjuva bir çözümün rejimde topyekun bir değişiklik gerektirdiğinin, bunun da bir devrim sorunu olduğunun ısrarla üzerinden atlayan HDP, müzakere için ne kadar bastırırsa bastırsın kuruluşundan beri karşı karşıya kaldığı ikilemi içerisinde taşımayı sürdürecektir. HDP bir yandan düzen içi bir çözümün taraftarlığı ile kitleleri seferber olmaktan alıkoymaya çabalarken bir yandan da rejimin uzlaşabilecek bir pozisyonda olmamasından ötürü Kürtlere yönelik baskıların ve seferberliklerin odağı konumunda bulunuyor.

Önümüzdeki süreçte daha iyi bir geleceğin kurulabilmesi için HDP’nin tabanının birleşik bir mücadele içerisinde yer alması gerekmektedir.

Ayrıca PKK’nin yıkıcı saldırıları da mücadelelerin birleştirilmesi açısından büyük bir engeldir. Bu yüzden HDP’nin bu yıkıcı eylemlerden kendisini ve tabanını uzak tutması birleşik bir mücadele için kilit bir önem taşımaktadır.

iii. AKP içi uyumsuzluklar

Bu konuyu uzatmadan şöyle özetleyebiliriz. AKP’nin içerisinde bir birlik havası hakim değil. Yalnızca görevlerinden alınan eski başbakan ve içişleri bakanı örnekleri dahi AKP’nin Erdoğan için kritik adımlar attığı şu süreçte tek vücut halinde hareket edemeyeceğini göstermektedir. AKP malum olan ve olmayan daha nice çatışmaları bünyesinde taşımaktadır. Bu çatışmaları onarabilecek, AKP’yi yekvücut haline getirebilecek bir dinamik ise ufukta görünmemektedir.

iv. Sendikalar ve Sol

Sendikalar dünya genelinde devlet ve burjuvaziyle iç içe geçmesinin yıpratıcı sonuçlarını yaşamayı sürdürüyor. Ancak geçen zaman içerisinde Türkiye’de bu yıpranmanın boyutu öylesine arttı ki, sendikal muhalefetin etkisi gün geçtikçe azaldı. Son olarak Haziran ayında ülke genelinde sendikalılık oranında yüzde birlik düşüş yaşandı. Üye kaybında aslan payını alan sendikalar ise mücadeleci olarak bilinen sendikalar ile kilit sektörlerde örgütlü bulunan sarı sendikalardı. Darbe sonrası süreçte de azalmanın süreceği tahmin ediliyor.

Buna rağmen sendikalar işçi sınıfının bir mücadeleye giriştiği anda aracı olmayı sürdürüyor. İrili ufaklı pek çok direniş, sendikal bürokrasiye duyduğu kine rağmen önünde sonunda kendisini sendikalı bir mücadele olarak sürdürüyor yahut sönümleniyor.

Sendikal bürokrasinin birleşik bir mücadeleye yanaşmaksızın kendi konumunu koruması bugüne değin Türkiye işçi sınıfı mücadelesine çok zarar verdi. Bugünkü koşullarda ise sendikaların aynı çizgiyi hiçbir şey olmamış gibi sürdürmesi kendi geleceklerini dahi tehlikeye sokuyor.

Gerçek bir güç birliğinin emek temelli olabileceğini biliyoruz. Bu yüzden sendikaların üzerine düşen OHAL’e, tüm uygulamalarına ve Erdoğan yönetimine karşı gerçek bir güç birliğini emek temelli ilan ederek tüm imkânlarını seferber etmektir.

Sosyalist sol ise ikili bir bölünmeye maruz kalmış durumda. Bir yandan HDP çizgisinde sınıfın taleplerini öncelemeyen ve barış sürecinin hem de Erdoğan ile yeniden başlamasına kanalize oluyorlar. İkinci kesim ise sürece CHP eksenli bir laiklik mücadelesine kanalize oluyor.

Her iki çizgi de sınıf mücadelesini kurucu güç olarak tanımadıkları için burjuva siyaseti içerisinde hırpalanıp nihayetinde suçu CHP’ye ya da HDP’ye atmak durumunda kalıyorlar.

v. Kitleler

Kitle hareketinde genel bir geri çekiliş olduğunu ifade etsek de kitlelerin Gezi’de patlayan tepkisini halen muhafaza ettiğini görmeliyiz. 24 Temmuz CHP mitinginde bulunan yüz binler, Tarık Akan cenazesine katılan ve cenazeyi Erdoğan karşıtı bir eyleme çeviren kitle, Avcılar Belediye işçilerinin yaptıkları kitlesel yürüyüşler, kadın mücadelesi, çevre mücadelecileri, Cumartesi Anneleri, özgür basın yanlıları… bize Türkiye’de ciddi bir mücadelenin var olduğunu, kitlesel mücadele dinamiğinin de sönümlenmediğini göstermeyi sürdürüyor.

Erdoğan yönetimi kitlelere en ufak bir refah kırıntısı dahi sunamaz. AKP’nin bugüne değin istikrarlı olduğu tek husus olan işçi düşmanlığı arenasında atılan yeni adımlar kitleleri derin bir sefalete itiyor.

Kapitalist ekonomi krizin tam da göbeğinde bulunuyor. Liberal iktisatçılar dahi bunun yakıcı etkilerinin bir patlama şeklinde kitlelere yayılacağından bahsediyor. Hazine kaynak bulmakta sıkıntı yaşarken Saray ve güvenlik harcamaları hazineden aslan payını yutuyor. Bu durum da “sosyal yardım” ağına ayrılan kaynakları tehdit ediyor.

Erdoğan şimdilik kendi kitlesi üzerinde tam bir kontrole sahip görünse de, kendi kitlesi içerisinde de hoşnutsuzluk yaratacak dinamikler açığa çıkmış durumda. Karşısına aldığı kitleler ise tüm moral bozukluklarına rağmen inandırıcı bir seferberliğin parçası olacağını her fırsatta göstermeyi sürdürüyor.

Somut durum ve olasılıklar

Öncelikle ifade ettiğimiz üzere Erdoğan yönetimi kendi kaynakları ile iktidarını orta vadede sürdürebilecek güçte görünmüyor. Dayandığı tabanının desteği ve siyasi alternatifsizlik hala O’nun şansı olmayı sürdürüyor. Ancak anımsamakta fayda var, Adnan Menderes 27 Mayıs’tan yalnızca bir gün önce Yozgat ve Eskişehir gezilerinde yoğun ilgi ve sevgi seli içerisindeydi. Bir siyasi alternatifin, liderin yokluğu sorunu ise inzivada bulunan Cemal Gürsel’in bir telefon ile çağırılması ile sonlanmıştı. Yani Erdoğan’ın şansı ona sürekli zaferler getirebilecek bir sihirli değnek olmayabilir.

Rejimin dengeleri ile öylesine çok oynandı ki şu an için bürokraside kimin ne kadar güç kazandığı Erdoğan için dahi belirsiz. Türkiye kirli burjuva politikasının tüm cinleri sahnede. Gülencilerin yerini doldurmaya çabalayan başka kanatların varlığı resmen doğrulandı. Emniyet ve istihbarat teşkilatları içerisinde de kimi akımların denetimsizce güçlendiği bir sır değil. Ergenekon’daki eski düşmanlarla yapılan anlaşmaların, Mehmet Ağar’ın ve diğer cemaatlerin sadakati ise Erdoğan için sürekli sorgulanıyor.

Tüm bu gelişmelerin dışında devletin içerisinde bulunduğu her organizasyonun başarısızlıkları gözler önünde. Türkiye’nin çözülebilir, en azından mesafe kat edilebilir tüm sorunlarında geriye düşüş sürüyor. Milli Eğitim Bakanlığı’nın politikaları sonucunda Türkiyeli öğrencilerin dünya sıralamasındaki yeri geriledi. Üniversitelerin tüm prestiji altüst oldu. Sağlık sistemi çöküşünü sosyal yardımlar gizliyor. Son müdahaleler ile askeriyenin dahi sağlık sisteminin tehlikeli şekilde yıprandığı belgeleri ile ifade ediliyor. Sermaye birikimi için seferber edilen Ulaştırma Bakanlığı İstanbul yatırımları ile tüm Türkiye’yi çöküşe sürüklüyor. Diyanetteki yozlaşma dahi gizlenemiyor ve orayı toparlayabilecek nitelikte kadrolar bulunamıyor. Tarım ve hayvancılıkta dışa bağımlılık kolay onarılamayacak bir seviyede bulunuyor. Sağlığa etkisi bilinmeyen pek çok gıda ürünü piyasaya sürülürken, imhası gereken, tehlikeli olduğu belli ürünler de fiyatları dengelemek maksadı ile yoksullar için piyasaya sessizce salınıyor. Enerji yatırımları bekleneni karşılamıyor diyeceğiz ama tüm yatırımlar yalnızca inşaat sektörünü kalkındırmak için yapıldığı için enerjide de dışa bağımlılık tüm endüstrilerin elini kolunu bağlıyor… Petrol fiyatlarının yükselmesi cari açıkta otomatik bir yükselişe sebep olacak. Kısacası Erdoğan yönetimi Türkiye’de yaşayan herkesi kelimenin gerçek anlamı ile ölüme sürüklüyor.

Erdoğan yönetimi içerisinden çıkamayacağı onu da yutacak bir gerçekliğe hapsoldu. Ancak bu gerçeklik yapacak hiçbir şeyi kalmadığı anlamına gelmiyor. Başkanlık rejiminin tesisi ve parlamentoyu yenileyerek sandalye sayısını arttırması üzerindeki basıncı bir süre için azaltabilir.

Her an yaşanabilecek olan rejim içi krizler bir ihtimal olarak dururken önümüzdeki süreçte Erdoğan’ın OHAL uygulamaları ile muhalefeti iyice bastırarak Başkanlık ve genel seçimler için hazırlık yapması ibredeki en güçlü ihtimal olarak karşımızda duruyor.

Çok sayıdaki olasılığın içerisinde devlet bürokrasisinin içerisindeki yeni kamplaşmaların Erdoğan iktidarını bitirebileceğini, yarım kalmış darbelerin şu ya da bu şekilde tamamlanabileceğini de aklımızda tutmalıyız.

Tüm olasılıklar içerisinde Türkiye işçi sınıfı ve parti inşamız için daha olumlu bir sonucun çıkabilmesi kitle hareketinin kendisini ne derecede göstereceği ile ilişkili olacak.

Yorumlar kapalıdır.