Türkiye’nin demokrasi ile imtihanı

Almanya ile başlayan ve Hollanda ile zirve yapan siyasi-diplomatik kriz sonucu, iktidarın Avrupa Birliği ve bu ülkelere yönelik ‘demokrasi karşıtı’, ‘nazi’ olmakla ilgili suçlamalarını dinledik. AKP’nin, kendi ülkesinde adını anmadığı demokrasiyi Avrupa’dan talep etmesi biraz tuhaf değil mi? Oysa Müslüman çoğunluğun yaşadığı ülkelere vize yasağı koyan, Rakka operasyonunda Türkiye’yi saf dışına iten ABD’yle bu bağlamda hiçbir gerilim olmadığı gibi, bütün Müslüman karşıtı söylemlerine rağmen Trump’a yönelik bu tür bir itham da gündeme getirilmezken…

Ey demokrasi!

Tüm bunlar yaşanırken, Birleşmiş Milletler (BM) geçtiğimiz günlerde Temmuz 2015’ten beri Türkiye’de süregiden çatışmalarda yaşanan hak ihlallerine ilişkin bir rapor yayınladı ve iktidara, yaşanan suçları soruşturma çağrısı yaptı. 8 Mart’ta açıklanan raporda, Temmuz 2015 ile Aralık 2016 tarihleri arasında Kürt illerinde yürütülen operasyonlarda 2 bine yakın kişinin hayatını kaybettiği, yarım milyon insanın ise zorla yerinden edildiğini duyurdu.

Aralarında 800 güvenlik görevlisinin de olduğu 2000 kişinin hayatını kaybettiği ve yaklaşık 18 ay süren operasyonlarda yerleşim yerleri askeri alanlara çevrildi, 30’dan fazla şehirde sivil yerleşim yerleri büyük yıkıma uğratıldı. Sur gibi tarihi yerleşim alanlarının ciddi bir kısmı yok oldu. Rapora göre, çoğunluğu Kürtlerden oluşan 500 bine yakın kişi de operasyonlar nedeniyle evlerini terketti.

Avrupa ile gerilimin bu denli tırmandırıldığı atmosferde iktidar tarafından bu rapora ilişkin herhangi bir açıklama -şaşırtıcı olmayan bir şekilde- gündeme gelmedi. Zaten BM tarafından yazılan bir raporun referandum öncesi ülkeyi karıştırmak olduğu bile ileri sürülebilir. Nitekim Avrupa Parlementosu da daha önce bu iddialardan payını almıştı.

Rejimin turnusol kağıdı

7 Haziran’dan sonra Kürt sorununa yönelik izlenen politikaların sonucunda HDP giderek demokratik siyaset sahnesinin dışına itildi. Bilhassa OHAL ile birlikte, eş genel başkanları da dahil 13 vekili ve 50’den fazla belediye başkanının tutuklanması son derece hasarlı demokratik alanın giderek yok edilmesine yol açtı. Bu alanın yok edilmesi ile birlikte referandumda “Hayır” kampanyası yürütmenin dahi güçleştiği ve kriminal bir olay haline geldiği bir tabloyla karşı karşıyayız.

Avrupa’ya demokrasi dersi veren iktidar, kendi ülkesinde OHAL koşulları altında referanduma gitmekte ve Hayır diyenleri çamur olmakla, terör argümanlarıyla itham etmekte. Özellikle bu süreçte AB ile olduğu gibi, Kürt siyasi hareketine yönelik gerilimin sürdürülmesi “Hayır” diyen muhalefeti terörle ilişkilendirmek ve bu sayede kafası karışık sağ-milliyetçi kesimlerden destek bulma amacını taşımaktadır. Bir yandan bu argüman CHP’yi de o kadar korkutmaktadır ki, CHP de Kürtlerle aynı kefede görünmemek çabasını artırmıştır. Hatta Kemal Kılıçdaroğlu’nun MHP’li ülkücülere yönelik seslendiği konuşmasında Leyla Zana’nın Evet’e yönelik bir kampanya yürüttüğünü ima etmesi, Başkanlık sisteminin hayata geçmesi halinde Saray rejimi ile Kürt siyasi hareketinin ittifak yapacağı ve çözüm sürecinin tekrar başlayacağı mesajını içermektedir. Bu ne kadar mümkündür bilemeyiz fakat, CHP’nin ucuz kutuplaştırma siyasetinin emekçi Kürt ve Türk halklarının çıkarına ve gerçek bir barış ortamına hizmet etmediği açıktır. Mesele Kürt sorunu olduğunda hem iktidar hem muhalefet Yenikapı ruhunda birleşmektedir.

Hayır’dan sonra da…

Burjuvazinin hiçbir partisinin emekçi halkların tarafında, demokratik, adil ve eşitlikçi bir düzenden yana olmalarını beklemiyoruz. Devasa bir politik krizin içinden ve OHAL rejimini kalıcılaştırmaya yarayan bir rejimin referandum sonrası sosyal adalet ve barış getirmesi ihtimal dışıdır. Bu nedenle hem referandumda ‘Hayır’ demek; hem de kalıcı baskı düzenine karşı birlikte mücadele etmek elzemdir.

Yorumlar kapalıdır.