Ofiste üç kuruşa çalışıyoruz ama işçi olduğumuz kabul edilmiyor
Merhaba Gazete Nisan’ın sevgili okurları ve yayın ekibi. Uzun zamandır yazmayı düşünüyor fakat hayat kargaşası içerisinde vakit bulamıyordum. Sıradan hayatımdan, yazsam da pek kimsenin ilgisini çekecek olaylar geçmiyor. Benim işyerimde ne bir direniş ne bir örgütlenme mevcut. Herkes kışları sabah gün doğmadan işbaşı yapıyor, gün battıktan sonra eve dönüyor. Yazları biraz daha şanslıyız, güneşi görebiliyoruz. Beyaz yakalı denilen kesimdeniz ama yeni pek çok işyerinin yeni modası olan serbest kıyafet uygulaması yakamızdaki beyazı da söktü. Tabii ki kimse bu konuda şikâyetçi değil fakat yakamızdaki beyazın yok olması, çoğu arkadaşımızın bilincindeki beyazın yok olmasını sağlamadı. Gün yüzü görmeden üç kuruşa çalışan arkadaşlarımız ne hikmetse işçi olduklarını kabul edemiyorlar. Sanki Antik Yunan’da yaşıyoruz da kol emeği kullanmak ayıp. Halbuki yasalara göre bile sendikaya üye olabilen işçileriz. İşyerinde sendikalara üye olamayanlar da var, mesela taşeron işçiler haricinde direktörler, genel müdürler vs. sendika üyesi olamıyor, çünkü onlar sermayenin temsilcileri.
Arkadaşlar arasında en büyük sorunlardan biri de maaş. Herkes sır gibi saklıyor. Acaba herkesten düşüğe mi yoksa yükseğe mi çalışıyorum yoksa işveren çok adil davranıyor, herkes üç aşağı beş yukarı aynı maaşı mı alıyor asla öğrenemedim. Geçen gün plazanın altındaki markete gittim, kasiyer arkadaşlar bordrolarına bakıp kim ne kadar kazanıyor tartışıyorlar, bir de sendika aidatlarına bakıyorlar. Tutamadım kendimi sordum “Sendikalı mısınız?” diye. “Evet” dediler. Fakat pek memnun değillermiş, toplu iş sözleşmesini yaparken işçilere yeterince danışılmıyormuş, aidatları da azıcık yüksekmiş. Tesadüfe bakın ki yukarıdaki plazanın içerisinde bir şirkette çalışan ben, aşağıdaki kasiyerlerle aynı sendikaya üye olmuşum. Ama şu anlık bizim taraf için bir anlam ifade etmiyor çünkü beyaz yakalı arkadaşlarım işçi olduklarını; toplu iş sözleşmesi hakları olduğu gibi grev hakları olduğunu imkânı yok kabul etmiyor. Mesai ücretleri ödenmiyor, mesai ücretleri ödenmeyince işler bitirilsin diye uğraşılmıyor. Zaten gece gündüz çalışıp öyle ya da böyle işi gün ya da gece dahilinde bitirecek birileri bulunuyor.
Bana işe çalışmaya başladığımdan beri çok ilginç gelen bir diğer nokta ise bilgisayarlar ile kurduğumuz ilişki. Finanstan muhasebeye, tahsilattan hukuka şirket içindeki her işi katbekat hızlandırıyorlar fakat sanki bilgisayarlar bu ofislerde bu kadar yaygın olmadığı zamanlar daha rahat çalışılıyormuş. Nereden mi biliyorum? Her şeyden önce yaşı yetenler o eski güzel günleri yad ediyor. Faksın gelmesini beklerken kitap okuyanlar, müşteri gelene kadar uyuyanlar, yeni evrak gelene kadar dolaşanlar gırla. Bir de arkadaşlar ile ortak kanımız, nasıl oldu anlamadık fakat yaşı yetenler anlatmadan evvel biz bunun böyle olduğunu çözmüştük. Bilgisayar, sürekli e-postaların yağdığı; yöneticinin senden ne kadar çok analiz, grafik, sunum isterse istesin doymadığı; ne kadar e-fatura kesersen kes bitiremediğin ilginç bir mecra. Tabii ortadan kalksınlar demiyoruz fakat eski güzel günlerde insanlar daha yavaş yapılan işlerde nasıl daha serbest olabilmişler şaşırıyoruz.
Uzun lafın kısası, pek bir şey yaşamıyoruz şu sıralar fakat yine de bir umut var. Tabii umudun karşısında krizden dolayı işinden olmak da var. Bakalım hangisi ağır basacak, kim elini çabuk tutacak? Patron mu işçiler mi?
Yorumlar kapalıdır.