İstanbul sözleşmesi neden uygulanmalı?

Geçen ay sonlarında, Pınar Gültekin’in vahşice katledilmiş olmasının karşısında derinden sarsıldık. Cinayetin vahşeti, “Bu kadar da olmaz… Nereye gidiyoruz!” tepkilerine yol açtı. Ve bir kez daha kadınlar üzerindeki şiddet uygulamalarının son dönemlerde neden bu denli arttığını sorgulamamızın zorunlu olduğunu hatırlattı. Rejimin toplumun üzerine giydirmeye çalıştığı muhafazakarlık gömleği, yüzyıllardan beri süregelen kadın üzerindeki erkek egemenliğinin daha da şiddetlenmesine neden oluyor. Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu’nun açıkladığı rapora göre, sadece Temmuz ayında 36 kadın öldürüldü, 11 şüpheli kadın ölümü gerçekleşti. Buna rağmen rejime yakın bazı çevreler hâlâ Türkiye’nin 2011’de imzalamış olduğu İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmesini savunabiliyorlar.

Oysa, bazı AKP’li kadın kuruluşlarının dahi imzanın korunmasını istedikleri İstanbul Sözleşmesi hayatımıza o tarihte bir anda girmedi. Onu olanaklı kılan, on yıllardan beri tüm dünyada ve Türkiye’de süren kadın mücadeleleridir. Nitekim, Kadınlara Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi adıyla bilinen İstanbul Sözleşmesi, kadına karşı şiddet ve aile içi şiddet konularında temel standartları ve devletlerin bu konudaki yükümlülüklerini belirleyen bir uluslararası insan hakları sözleşmesidir.

Bu sözleşmeden çekilmeyi talep eden çevreler bir rapor hazırlayıp RTE’ye sunmuşlar. Şöyle diyorlar: “Toplumun esas ögeleri olan töre, gelenek ve diğer uygulamaları tamamıyla silmeyi, sözleşmeyi uygulayan ve denetleyen iradenin tek tip algısını toplumlara kabul ettirmeyi amaçlamaktadır.”

Elbette her toplumda eskilerden beri süregelen gelenekler, töreler vardır. Bunlar o toplumun bir anlamda kimliğini belirler. Ama unutmamak gerekir ki, toplumsal yapı değiştikçe bu gelenekler de evrime uğrar. Ve bunlardan bazıları gelişmenin, ilerlemenin önünde engel haline dönüşür. Eğer gelenek ve törelerde kadınlara şiddet uygulamak, onları öldürmek, çocuklara eziyet ve tecavüz etmek, toplumsal cinsiyetlerini özgürce yaşamak isteyenleri toplumun dışına sürmek varsa, bu gelenek ve göreneklerin artık yıkılması gerekir. İstanbul Sözleşmesi işte bu uygarlık dışı töre ve geleneklerin tamamıyla silinmesine yöneliktir. Dolayısıyla, sadece sözleşmede kalınması değil, ama daha önemlisi mutlaka uygulanması için mücadele etmeliyiz..

Ama bir nokta daha var. Kadınlar sadece bugün ve sadece Türkiye’de değil, yüzyıllardan beri tüm dünyada erkek egemenliğine mahkum edilmiş durumdalar. Evde, sokakta, işyerinde, her yerde eşitsizliğe ve şiddete maruz kalıyorlar. Yüzyıllardan beri süregeliyor diye, erkeğin kadın üzerindeki egemenliğini gelenek ve töreyle meşrulaştırmak veya bu egemenliğe dinsel veya başka ideolojik kılıflar giydirmek, dün olduğu gibi bugün de kadının köle emeğinden yararlanmakta çıkarı olan egemen sınıfların işine yaramaktadır. Ve egemen sınıflar kadın üzerindeki bu egemenliği sadece ellerinde bulundurdukları devlet aygıtıyla değil, ideolojik ve kültürel olarak denetlemeye çalıştıkları her sınıftan erkek aracılığıyla sürdürüyorlar. Sıradan bir emekçiyi, gelenek-görenek bahaneleriyle kendi sömürü ve baskılarına alet ediyorlar. Bu nedenledir ki, kadınlar üzerindeki erkek egemenliğine karşı mücadele, aynı zamanda tüm emekçileri sömüren egemen sınıflara karşı mücadeledir. Her erkek emekçinin görevi, kadınların erkek egemenliğinden kurtuluş mücadelesine destek vermek olmalıdır.  Zira bu toplumsal bir mücadeledir.

Tüm erkek emekçiler, mahalle mahalle, fabrika fabrika kadın emekçilerin mücadelesine destek olmalı, onların taleplerine kulak vermeli ve örgütlenmeleri önündeki zorlukları aşmaları yönünde onları yüreklendirmeli, kendi ayrıcalıklarını sorgulamalıdır. Mahallelerde, işyerlerinde, sendikalarda kadın komiteleri oluşturmalarını desteklemelidir. Kadınlı erkekli yarın kuracağımız özgür toplumun yolu buralardan geçiyor. 

Yorumlar kapalıdır.