Belediye TİS süreçleri, grevler ve emekçilerin iradesi: Kim var imiş biz burada yok iken?
İşçiler neden grev yapar? Grev hak mıdır, “şımarıklık” mıdır? Emekçiler almakta olduğu ücrete şükür mü etmeli yoksa insan onuruna yaraşır bir yaşam ve ücret için mücadele mi etmeli? İşçiler neden AKP belediyelerinde grev yapmıyor da CHP belediyelerinde greve çıkıyor? İşçiler sendikalarından ne bekler? İşçi sınıfı örgütlerinde emekçilerin iradesinin gasp edilmesinin önüne nasıl geçebiliriz…? Bunlar ve benzeri sorular geçtiğimiz haftalarda epeyce gündem oldu.
Kadıköy Belediyesi’nde, ardından da Maltepe Belediyesi’nde başlayan grevler DİSK’e bağlı Genel-İş Sendikası genel merkezinin kapalı kapılar ardında imzaladığı sözleşmelerle sonlandırıldı. Devamında ise Ataşehir, Kartal ve Beşiktaş Belediyeleri’nde bu defa işçiler greve çıkmadan, aynı yöntemle – emekçilerin iradesi hiçe sayılarak – imzalar atıldı. Hatta Beşiktaş Belediyesi’nde imza atılan sözleşmenin maddeleri işçilere dahi duyurulup açıklanmadı. Yapılan sözleşmeler sonucunda Kadıköy’de giydirilmiş en düşük ücret 5 bin 275 lira (net 3 bin 456 lira), Maltepe’de 4 bin 700 lira, Ataşehir’de 4 bin 918 lira, Kartal’da ise 4 bin 450 lira olarak belirlendi. 2021 yılı Ocak ayı sonu itibarıyla Türkiye’de yoksulluk sınırı ise 8 bin 939 lira olarak açıklandı.
Asgari değil, insanca yaşam: Aynı gemide değiliz!
Genel-İş Sendikası ile belediyeler arasında süren Toplu İş Sözleşmesi (TİS) süreçlerinde idari maddeler üzerinden bir uzlaşı sağlanabilmiş ancak maddi konularda anlaşmazlık açığa çıkmıştı. Greve çıkılan belediyelerde de, grevden önce anlaşma imzalandığında da ücret artışları ve maddi maddeler halen emekçilerin önemli bir kesiminin kabul etmediği, sendika bürokrasisi eliyle onlara dayatılan bir düzeyde kaldı.
Mevcut ekonomik kriz ortamında alım gücü düşen, daha fazla yoksulluğa itilen işçiler, emeklerinin karşılığını, asgari değil insanca bir yaşam sürmelerini mümkün kılabilecek bir ücret artışını elde edebilmek adına mücadele iradelerini ortaya koydular. Resmi enflasyonun yüzde 14 olarak açıklandığı ama hemen herkesin – muhalefet de dahil – gerçek enflasyonun yüzde 35-40 bandında olduğunu bildiği, dillendirdiği bir ortamda SODEMSEN (Sosyal Demokrat Kamu İşverenleri Sendikası) ve belediyelerin önerdiği yüzde 7-8 arasındaki zam oranlarına emekçilerin rıza göstermemesi oldukça anlaşılır bir durum.
Yine bu TİS ve grev sürecinde gayet net bir şekilde kendisini anlaşılır kılan bir durum daha söz konusu: Patronlar, derinleşen ekonomik krizin faturasını örgütlü bir şekilde emekçilerin üzerine yıkmaya çalışıyorlar. Ekonomik krize karşı alınan tutumlar, işverenleri sağcı ya da sosyal demokrat olarak ayırmaktan öte kendi sınıflarının temel çıkarları doğrultusunda ortak pozisyon almaya itiyor. Nitekim ne SODEMSEN adında geçtiği gibi yekpare bir sosyal demokrat işverenler örgütü (içerisinde AKP’liler de mevcut) ne de belediye başkanlarının grev süreçlerinde “yüzde 40-50 zam önerdik, kabul etmediler” benzeri açıklamalarla yaratmaya çalıştıkları dezenformasyonun başka herhangi bir patronun kullanmakta olduğu söylemden farkı var.
Mevzunun oturmakta olduğu düzlem, iktidar ve patronlarca izlenen çizginin belediyelerde de takip edildiği: kaynakların emekçiler yararına kullanılmıyor oluşu!
Grev yasaklayan rejimin ana muhalefeti grev kırıcılık yaparsa…
Kadıköy ve Maltepe belediyelerinde emekçilerin greve gitmesinin ana gerekçesi de bu: Kaynakların kendi yararlarına kullanılması ve insan onuruna yaraşır bir ücret! Sözleşmeler imzalanana kadar Ataşehir, Kartal ve Beşiktaş Belediyesi emekçilerinin de ortaya grev iradelerini koymalarının gerekçesi de. Çünkü bu taleplerine erişmelerinin ancak ve ancak mücadele ile mümkün olacağının farkındaydılar. Ve grev, üretimden ya da hizmetten gelen gücü kullanmak, bu mücadelenin en temel aracı.
Yani konunun özü, birçoklarının bulandırmaya çalıştığı gibi “ortalığın çöp kokması” ya da “hadi o zaman AKP’li işverenin işyerinde de mücadele edin” değil.
Çöp kokan bir demokrasinin içerisinde, grev yasaklarına, grev kırıcılığına karşı sürdürülen güvenceli iş ve insanca bir yaşam mücadelesi. Ve bu mücadele yalnızca belediyelerde değil, Cargill, Döhler, Bel Karper, Migros, Baldur, Ekmekçioğulları, PTT, Yasin Kaplan, Güven Boya gibi birçok farklı işyerinde ve sektörde sürüyor.
Emekçiler bir yandan rejimin grev yasakları gibi (2013 yılında uygulanmaya başlanan 6356 sayılı yeni sendikalar yasası sonrasında 178 bin işçinin grevi yasaklanıp/ertelenirken yalnızca 39 bin işçi greve çıkabildi) antidemokratik politikalara öte yandan da patronların saldırılarına, hak gasplarına karşı mücadele ediyorlar. CHP’li belediyelerin ve İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin grev kırıcılığına karşı ettikleri gibi.
“Halk sağlığını” ileri sürerek grevdeki belediyelerin bulundukları ilçe sınırlarında çöp toplamak düpedüz suç ve ikiyüzlülüktür. Eğer önemsenen gerçekten halk sağlığı ise, bunun yolu emekçilere insan onuruna yaraşır bir yaşam sürecekleri, hak ettikleri ücret zammını vermekten geçer. Gerisi, işçi sınıfının aklı ve iradesiyle dalga geçmek anlamına gelir. Sendika bürokrasisinin yaptığı gibi…
Sendikalar, emekçilerin iradesi ve işçi demokrasisi
Bahsi geçen belediyelerdeki grevler ve sözleşmelerin imzalanma yöntemi, işçi sınıfı örgütleri olan sendikalarda mücadeleci bir hatta gereksinimi ve işçi demokrasisine dayalı bir işleyişin sağlanmasını yeniden tartışmaya açtı. Kadıköy ve Maltepe grevleri kapalı kapılar ardında, işçilerin onay vermediği bir sözleşme imzalanarak; Ataşehir, Kartal ve Beşiktaş TİS’leri ise yine işçilerin rızası alınmadan altına imzaların atıldığı bir süreçle Genel-İş Sendikası genel merkezi tarafından sonlandırıldı. Şubeler de genel merkez tarafından atılan imzaları kabul ettiler ya da kabule zorlandılar.
Genel-İş üyesi işçiler, sendikalarını, emekçilerin haklarını savunacakları yerde CHP ile kol kola yürümekle ve şeffaf olmamakla eleştirdiler. Bu süreçte DİSK ise yaptığı bir açıklamada şu ifadelere yer verdi: “Ancak DİSK’in sermayeden, iktidarlardan ve siyasal partilerden bağımsız çizgisinden vazgeçmesini isteyen, DİSK’i icazetli bir sendikacılık yapmadığı için suçlayan, mevcut siyasi iktidarla bazı sendikaların kurduğu ilişkinin benzerini talep eden değerlendirmeleri ciddiye almıyor, yanıtlama gereği duymuyoruz.” Dediğimiz gibi “ciddiye alınmayan” ve “yanıtlama gereği duyulmayan” eleştirilerin önemli bir kesimi DİSK’in kendi konfederasyon sendikasının üyelerinden geliyor. Kendisini mücadeleci olarak tanımlayan bir konfederasyonun, işçilerin şeffaf olunmadığı, iradelerinin ve mücadelelerinin çiğnendiği yönlü haklı eleştirilerini gerçek anlamda ciddiye alması ve yanıtlama gereği duyması gerekir. Aksi, bu suça ortak olunduğunun göstergesi olur.
İki belediyede de işçilerin hak ettiklerini elde etmek adına ortaya koydukları kararlılık ve birliktelik oldukça yüksek seviyedeydi. Ancak bu, genel merkez tarafından iradelerinin gasp edilmesini ve onaylamadıkları bir ücret zammına imza atılmasını engelleyemedi. Sonuçta “en iyi” sözleşmenin imzalandığı belediye olan Kadıköy’de, alınan zamdan sonra en düşük çıplak ücret 3 bin 456 TL oldu. Ama bu “en iyi” sözleşme dahi sendika genel merkezi tarafından diğer belediyelerde zorlanmadı.
Peki süreç daha farklı yönetilebilir ve belediye işçileri kendilerini enflasyon karşısında ezdirmeyecek/daha az ezdirecek bir sözleşmeye erişebilirler miydi? Cevabımız tabii ki evet.
Örneğin, Kadıköy Belediyesi’nde grev başlarken, diğer belediyelerde de ya grev kararları asılmıştı ya da asılmak üzereydi. Talepleri ortak olan emekçilerin mücadelelerini de ortaklaştırmak adına Kadıköy grevinin ilk gününde diğer belediyelerde de iş bırakma eylemi yapılabilir miydi?
Kadıköy grevinde, sendika tarafından işçilere söylenen “hepinizin burada durmasına gerek yok, evlerinize gidebilirsiniz” önermesi yerine, işçilerin aidatları ile oluşturulan grev fonu aktifleştirilip, grev komiteleri inşa edilerek mücadeleye destek ve dayanışma örgütlenebilir miydi?
TİS görüşmelerine işyeri temsilcilerinin de katılımı sağlanarak ve görüşmelerden tüm işçiler haberdar edilerek birilerinin bir gece işçilerin haberi dahi olmadan sözleşmeyi imzalamasının önüne geçilebilir miydi?
İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin grev kırıcılığı karşısında sendikanın örgütlü olduğu tüm belediyelerde uyarı eylemleri organize edilebilir miydi?
Cevabı evet olacak bu soruları uzatabiliriz… Ancak bu “evet”, dedik ve ruhumuzu kurtardık anlamına gelmez. Daha da önemlisi, bu doğrultuda işçi sınıfı örgütleri olan sendikalarda işçi demokrasisinin tesisi için mücadeleyi zorunlu kılar.
Çünkü her kazanım mücadeleyle gelir ve her mücadele bir deneyimdir.
Ve bu süreç, ücret zamları konusunda işçilerin iradesi hiçe sayılarak sonlandırılsa da önemli kazanımları ve deneyimleri de beraberinde getirdi.
Mesela, Kadıköy Belediyesi’nde imzalanan TİS’te, İstanbul Sözleşmesi’nin tanınması ve kadın erkek tüm personelin çocuklarına ücretsiz kreş hakkının kabulü kazanımları, belediyenin işçilere bahşetmesiyle değil, namı diğer Mor Liste’nin (Kadıköy Belediyesi Çalışanı DİSK’li Kadınlar) uzun soluklu bir mücadelesiyle elde edildi. Bu ve benzeri kazanımlar diğer belediyelere örnek teşkil etmesinin yanında sendikaların içerisinde örgütlü bir mücadelenin de önemine işaret ediyor.
Bu anlamda, sendikalarda taban örgütlenmeleri yaratılarak, işçilerin yalnızca grev dönemlerinde değil, sürekli olarak örgütlü kalmasını sağlamanın önemi, oluşturulacak kurullar/meclisler vasıtasıyla temsilcilerin ve sendikanın işçiler tarafından sürekli bir denetime tabi tutulmasının zorunluluğu bir kez daha kendisini gösterdi. Belediye işçilerinin direnç, kararlılık ve birliktelikleri de bunun mümkün olduğunu. Şimdi asıl mesele, Genel-İş genel merkezinin işçiler üzerindeki tüm basınç ve baskılarına karşı, işçi demokrasisinin tesisi için sendika içerisinde mücadeleyi ve örgütlülüğü sürekli kılabilmekte ve bu örgütlülüğü sendika genel kuruluna taşıyabilmekte. Böylesi bir mücadele ise belediye işçileriyle gerçek manada bir sınıf dayanışmasını zorunlu kılıyor. Sonuçta, bu dönüşümün sağlanabilmesi yalnızca belediye işçilerinin değil, bir bütün olarak işçi sınıfının mücadelesi adına da büyük bir anlam taşımakta.
Yorumlar kapalıdır.