Kaşıkla ver, kepçeyle al!

Ülke ekonomisi yaza hazırlanıyor. Kredi musluklarının ağzı, tıpkı geçen sene olduğu gibi açılmaya çalışılıyor. Bu durumun ğolabileceğini önceki yazılarımızda vurgulamıştık. Türkiye’nin hayat pahalılığı karşısında atacağı adımlar, yani enflasyonu dizginleyebileceği tüm araçlar yanlış ekonomi politikalarıyla yitirildi. Eldeki tek seçenek, sonuçlarını umursamaksızın borçlandırma yoluyla tüketimin artırılması. Yani kredi balonu… Fakat bu genişlemenin geçen yıla göre çok daha zor olacağı ortada. Çünkü faizler çok yüksek. Dolar ise faizlerin indirilmesine izin verilemeyecek kadar yüksek. Bu ortamda “esnafa hibe, vatandaşa kredi” paketleri ise iktidarın günü kurtarabilme adına kendi önüne koyduğu tek yol olarak karşımızda çıkıyor. Bu kredi paketleri işçiye borç, patrona ise “nefes” oluyor.

Geçtiğimiz yaz yapılan kredi genişlemesinin bedeli; dövizin ve enflasyonun hızla yükselmesi, Merkez Bankası’nın rezervlerinin erimesi ve damat bakanın koltuğunu kaybetmesi şeklinde oldu. Aynı hamlenin bu yıl tekrarlanması durumunda kimin ne bedel ödeyeceği bilinmez ama işçilerin bu pervasız ekonomi yönetimi karşısında her zaman bedel ödediğini biliyoruz. Kamu bütçe açıkları, rezervlerin eritilmesi, salgın koşullarında hizmet sektörünün zararı gibi genel iktisadi faturaların emekçi halka kesileceği, hatta kesilmekte olduğu gün gibi ortada.

Ekonominin dümenini elinde tutanların vizyonu; dış sermayenin kesilmeksizin Türkiye’ye akması, sermaye sahiplerinin düşen kârlılıklarının ne pahasına olursa olsun yükseltilmesi ve bununla birlikte pandemi ve benzeri zararların toplumsallaştırılarak bu enkazın işçi ve emekçilere yıkılmasından ibaret. Türkiye’yi yönetenler bu üç temel hedeften ayrılamıyor.

Son açıklanan esnafa hibe desteğinin göstermelik kaldığına ve işten atmaların sözde yasaklandığı bir dönemde insanların işsiz kaldıklarına tanık olduk. İktidar, esnafın bir aylık kira parasına bile denk gelmeyen hibesini “hakkınızı helal edin” diye verdikten sonra esnafa bankayı göstererek kredi yolu dışında bir seçenek bırakmıyor.

Türkiye sadece 2021 Ocak-Şubat aylarında 45 milyarı özel sektöre, 27 milyarı kamuya ait olmak üzere toplam 72 milyar dolar dış borç ödedi. Son açıklanan esnaf ve sanatkârlara hibe desteğinin toplamı ise 4 milyar 662 milyon lira, yani sadece 548 milyon 470 bin dolar. Kaynakların kime nasıl harcandığı ortada. Geçiş garantisi verilen ve hazinenin zarara uğratıldığı özelleşmiş altyapı projelerine verilen miktarlarla bile salgın süresinde işini kaybedenlere temel geçim ücreti verilebilirdi.

Türkiye’nin 2020 sonu itibarıyla 450 milyar dolarlık dış borcu var. Bu borcun milli gelire oranı yüzde 62,8 seviyesinde. Son 30 yılın en yüksek oranı. Görüldüğü gibi sadece dış borç yükünü baz alsak bile ödeyeceğimiz bedeller katlanarak artmakta. İçerideki kredi borçlarının şiştiğini de hesaba katarsak tabloyu daha iyi anlayabiliriz.

Türkiye’deki mevcut ekonomi politikaları, enflasyonu istenilen düzeye getirmeyi amaçlamıyor. Tam tersine tüketimi borç yoluyla şişirme derdinde. Dolayısıyla hayat pahalılığı önümüzdeki dönemde en büyük sorunlardan biri olacak. Fakat çok önemli bir tehlike daha var; o da dünya genelinde enflasyonun artacağı bir döneme giriyor olmamız. ABD’de enflasyonun artması dış borcu bu kadar yüksek olan Türkiye için büyük risk oluşturuyor. Ülkenin dış borçlarını ödeyebilmesi için yine dış borçlanmaya ihtiyaç olacak ve bu durum döviz cinsinden borçlanmanın çok daha maliyetli olacağı anlamına geliyor. En başından beri söylediklerimizi yine ısrarla tekrarlıyoruz: Dış borç ödemesini durdurun. Acil durum fonu oluşturarak hem esnafa hem de işçi ve emekçilere temel geçim sağlayın. Kaynakları bu ülkenin üretenleri için kullanın. Bu krizi biz yaratmadık, bedelini de biz değil sermayedarlar ödemelidir.

Yorumlar kapalıdır.