Bir ittifak daha var, o da emek mi dersin?

AKP hükümetinin içerisinde bulunduğu durumu sıkışmışlık olarak açıklayan, Türkiye toplumunun ise ekonomiden sağlığa, eğitime, toplumsal cinsiyet eşitliğine pek çok konuda patlamaya hazır olduğunu ifade edenler çoğunlukta. Bu tip betimlemeler insanın aklına alevin yanındaki bir gaz tüpünü ya da ocak üzerinde unutulmuş bir düdüklü tencereyi çağrıştırıyor.

Bizim için gazların bir basınca sahip olduğu ve tüp-tencere-balon-küre gibi kapalı sistemlerin tehlikeli şeyler olabileceğini bilmek bugün pek de özel bilgiler değil. Ancak insanlık adına bu pratik bilgilere ulaşmak oldukça yakın zamanlarda mümkün oldu. İtalyan bir bilim insanı olan Torricelli 1643 yılında hava basıncını ölçen basit bir alet buldu ve ona barometre adını verdi. Açık havanın bir basıncı olduğu anlaşıldıktan 11 yıl sonra, 1654’te Almanya’da Magdeburg adlı bir şehrin sokaklarında Magdeburg Küreleri olarak anımsanacak bir deney yapıldı. Aynı büyüklükteki iki yarımküre yan yana getirildi ve içerisindeki hava vakumlandıktan sonra kürelere bağlanan atlar zıt yönlere doğru olanca hızlarıyla koşturuldu. Atların canhıraş çabalarına rağmen içerideki havası vakumlanmış küreler birbirinden ayrılmadı. Tüm güç uygulamalarına rağmen küreleri bir arada tutan şey atmosferin kendi basıncı idi. Böylece açık hava basıncının gücü gösterişli bir deney ile tüm dünyaya duyuruldu. Sonrasında da insanlık bir dizi başka gelişme ile beraber sanayi devrimine ve bugünlere kadar gelebildi.

İyi olsunlar kötü olsunlar, en baskıcısından en demokratiğine kadar sistemlerin Magdeburg küreleri kadar olmasalar bile en azından ona benzer şekilde dışarıdan gelen basınçlara karşı dayanıklı olduğunu, bir sistemi sistem yapan şeyin bu olduğunu düşünüyorum. Burjuva siyasetinde normal dönemlerde muhafazakârların işi o yüzden daha kolaydır. Böyle zamanlarda yalnızca sistemin işlediği kısımları göstermeleri, kürelerin hava kaçırmadığından emin olmaları yeterlidir. Devrimcilerin durumu ise bundan çok daha farklıdır. Devrimcilik, atların boşuna koşmasını engelleyip küreyi açıp yeni bir sistem kurmak, kürenin içinde atlardan ve insanlardan saklanan zenginliği herkes için eşitçe paylaşıp, havası vakumlanmış değil, atmosfere açılan emek ve doğa dostu bir sistem kurmaktır.

Konumuza geri dönecek olursak Saray rejimiyle, tabiri caizse Erdoğan’ın varaklı küreleri ile Magdeburg kürelerinin birbirine pek de benzerlik bulunmadığını söyleyebiliriz. AKP Türkiye’nin tüm sorunlarının çözümü olarak başkanlık sistemini önermişti ve Saray rejimi adeta ülkeyi bir arada tutan sağlam bir sistem kuracaktı. Nihayetinde kazın ayağının öyle olmadığı anlaşıldı ve eğitimden sağlığa, pandemi yönetiminden enflasyona her yerde sorunlar yumağını görebiliyoruz. Öyle ki, rejim elindeki sistemi sadece kendi iktidarını korumak için kullandı. Magdeburg küreleri tüm dış etmenlere rağmen açık havaya dayanıp ayrılması imkânsız şekilde bir arada dururken Erdoğan’ın küreleri bu örneğin zıddı. Kürenin içindeki hava vakumlanamıyor çünkü küre delik deşik. Bir bırakılsa parçalanacak olan sistemi ayakta tutan şey iddia ve gösterinin de tersine çevrilmesiyle mümkün oluyor. Erdoğan atları küreye doğru koşturarak yalnızca kas gücü ile sistemini bir arada tutmaya çabalıyor. Kendi iktidarı kadar önemli bir başka gündem maddesi olmadığı için de çeşitli (hatta doğrudan çıkar ilişkisi olmayan neredeyse tüm) toplumsal kesimlerin tepkisini çekiyor.

Cumhur İttifakı konsolidasyon istiyor

Hükümet bir denge tutturup yabancı, yerli ve farklı çıkarları olan patronları bir araya getirme yeteneğini gösteremiyor. Bugüne değin AKP mucizesi diye adlandırılan dönemin alametifarikası, emperyalist burjuvazinin, TÜSİAD’ın ve yeni gelişen sermayedarların ihtiyaçlarına bir merkezden yanıt verilebilmesi idi. Ancak şu durumda dünyadaki krizli ortamın ve pandeminin de ivmelendiren etkisi ile rejim, burjuvazinin farklı kesimlerinin çıkarlarını bir arada savunabilecek meziyetten yoksun görünüyor. Geçmişte “gidersem istikrar bozulur” diye bir kozu varken, hâlihazırdaki istikrarsızlık hali hükümet blokunun inandırıcılığını iyiden iyiye aşındırıyor ve burjuva kamplar içinden de çatlak sesleri işitebiliyoruz.

Krizin basıncı yetmezmiş gibi hükümet kendisine yönelik suç örgütleri ile ilişkiler, narkotrafik, derin devlet ithamları ve TÜGVA gibi açığa çıkarılması son derecede kolay olabilecek iddiaların dahi araştırılmasının önüne geçerek içinde bulunduğu durumun zorluğunu gözler önüne seriyor.

Hükümetin her ne kadar eridiği ifade edilse de azımsanmayacak taban desteğine sahip olduğu bir gerçek. Ancak bu desteğe ve tüm zor gücüne rağmen hükümet ne emekçileri yoksulluğa çare bulabileceğine dair kandırabiliyor ne de burjuva kamplar tarafından eskisi kadar güçlü bir tonda destekleniyor.

Erdoğan rejimi pek çok toplumsal kesime vaat ettiğini veremiyor. Arzusunun iktidarda kalmaktan başka bir şey olmadığı hususunda ise elini bir hayli açık ediyor. Sonuç olarak Cumhur İttifakı sadece mevcut sistemi güçlendirip, rejimi konsolide ederek iktidarda kalmayı ve dar çeperindeki çıkar gruplarının ayrıcalıklarını sürdürmeyi hedefliyor.

Millet İttifakı restorasyon istiyor

Başını CHP ve İYİP’in çektiği muhalefet bloku ise AKP’nin yarattığı sorunların çözümü için emekten yana bir çıkışı değil, her şeyden önce patronları ikna eden bir çıkışı önlerine koymak istiyor. Erdoğan’ın küreleri çatlakken Millet İttifakı bu çatlakları yamayarak kürenin içindeki zenginlikleri işçi emekçilerden, halktan koparmayı ve bizleri at gibi zıt yönlere koşturmayı istiyor. Millet İttifakı düzenin sarsılan prestijini geri kazandırıp sistemi restore etmek istiyor.

Hem CHP’nin hem de İYİP’in önümüzdeki süreç hakkında verdikleri vaatler AKP’nin “itibardan tasarruf olmaz” anlayışına karşılık çok daha halkçı bir tonda görünüyor. CHP’nin asgari ücret, sendikal özgürlükler, gençlere yönelik vergi kolaylığı vb. sosyal devlet uygulamalarını çağrıştıran vaatleri ve Akşener’in “Hz. Ömer adaleti” vurgusu emekçiler için bir nebze olsun daha iyi bir sonuç doğurabilir mi? Bizce hayır. Çünkü Millet İttifakı şu an için dünya burjuvazisinin de hiç değilse bir kesiminin sahip çıkıp öne attığı bir programı kopya ediyor ve bu program dünyanın hiçbir yerinde emek dostu bir sonuç yaratmadı.

Sonu rekor düzeydeki iş cinayeti, artan kadın cinayetleri, sefalet ve ekolojik yıkımlara varan AKP’nin yola çıkışını incelemek Millet İttifakı’nın niçin işçi ve emekçiler için daha iyi bir düzen kuramayacağını gösterebilir. AKP’nin bir dizi kendine özgü yanı olmasına rağmen ekonomik model açısından özgün-eşsiz olduğunu iddia etmek bir hayli güç. AKP’nin “mucize” yarattığı dönemlerdeki fikri zemini aslında pek de yerli ve milli dayanaklara sahip değildi. AKP, temeli Kemal Derviş ve IMF tarafından atılan kemer sıkma, özelleştirme ve emeği örgütsüzleştirme programı üzerine bina oldu. AKP tüm dünyadaki neoliberal politikaların bir devamcısı olarak hareket etti ve karşısındaki burjuva muhalefeti tuş edebilmesinin temel sebebi de kendi özgün becerilerinin-bileşiminin yanı sıra burjuvazinin bu uluslararası eğilimi oldu.

Neoliberal politikalar tüm dünyada büyük bir yıkım yaratırken üzerine bir de 2008 krizi oturunca Erdoğan tipi neoliberal programın sözcüsü olan liderlerin koltukları sallanmaya başladı. Bu uzun serüvenin hâlâ sonuna gelmedik ve bunu özetlemek maalesef bu yazının sınırlarını aşıyor. Ancak vardığımız noktada, özellikle ABD ve Almanya seçimleri gibi gelişmeler dünya genelinde burjuvazinin bir kesiminin kimi halkçı söylemler altında “daha insani bir kapitalizm” hayalini satmaya giriştiklerini, başta CHP olmak üzere Millet İttifakı’nın da sırtını bu rüzgâra verdiğini söyleyebiliriz.

Bu sürecin tamamlanmadığını ve aktörlerin kesin olarak zafer kazanmadığını aklımızda tutarken, “halkçı” görünümlü eğilimlerin eşitsizliği çözebildiğine ilişkin ciddiye alınabilir bir dünya örneği yok. Benzerini karbon kopya ile Türkiye’ye getirdiğimiz zaman da yoksulluk, temel demokratik haklar, Kürt sorunu vb. hususlarında Millet İttifakı’nın çözücü olmayacağını anlayabiliriz.

Tüm yıkıcı etkisine rağmen elindeki sistemi yalnızca zor gücü ile idare eden bir Cumhur İttifakı’na karşı, sistemdeki çatlakları tıkayarak atları koşturma şovunu yeniden başlatacağını iddia eden bir Millet İttifakı ile karşı karşıyayız. Bu iki eğilimin birbirinden oldukça farklı olduğu hepimizin malumu olsa da, iki eğilimin de bir arada tutmaya çalıştığı kürelerin içi ultra zenginlerin ayrıcalıkları ile dolu ve bize vaat ettiği şey sefalet. İşte tam da bu sebeple esasında aynı maksadın farklı iki yüzü olan hem konsolidasyoncu Cumhur İttifakı hem de restorasyoncu Millet İttifakı’nın karşısında bağımsız bir ittifakın, emek ittifakının oluşturulması elzem.

Üçüncü yol denemeleri

Önümüzdeki sürecin çok sayıda olasılığa gebe olduğunu vurgulayarak sol muhalefet üzerindeki genel iklimin AKP’nin “ilk seçimde gideceği” doğrultusunda olduğunu ifade edebilir, başka ihtimaller halen söz konusu olsa da sol içindeki üçüncü bir yol arayışının bu iklim altında gerçekleştiğini kabul edebiliriz.

CHP sözcülerinin hükümet blokunun ilk seçimde yenileceğini söylemesinin üzerinden henüz bir yıl bile geçmedi. Ancak özelikle İstanbul’da belediye seçimlerinin kaybının ardından geçen zaman Saray rejimini hiç olmadığı kadar yıprattı. AKP oyun kuruculuktan çok savunma pozisyonuna çekilirken burjuva muhalefet gündem belirleyici oldu.

Yirmi yıla yaklaşan AKP iktidarı altında solun oldukça geniş bir kesimi “içinden geçilen olağanüstü koşullar” gerekçesi ile seçimlerde AKP’nin karşısındaki adayı desteklemekten geri durmamıştı. İşçi Demokrasisi Partisi olarak yerel ve genel seçimlerde bir işçi emekçi programının yaratılabilmesi için elimizden gelen çabayı sürdürmüş ve bu dönemlerde bir işçi emekçi alternatifinin oluşabilmesi adına çaba sarf etmiştik.

Bize göre Türkiye’nin daha iyi bir yer olabilmesi için tek yol dün olduğu gibi bugün de emeğin ittifakından geçiyor. Ancak solun tartışmalarına baktığımız zaman ise, dün ile bugün üretilen argümanlar arasında kimi önemli farklılıkların olduğunu görebiliyoruz. Solun ağırlıklı bir kesimi bugüne değin AKP iktidarı altında bir demokrasi cephesinden yana tavır alır, hatta işi CHP’yi tarihsel misyonunu üstlenmeye çağırmaya kadar götürürken şimdi “üçüncü bir yolun” aranması gerektiğini ifade ediyor. Bu tartışmanın başlı başına önemli olduğunu ve emek merkezli bir alternatifin açığa çıkması için tüm gücümüzü seferber etmeye hazır olduğumuzu peşinen belirtelim. Ancak üçüncü bir yol denemesi-söylemi başlı başına bir emek alternatifini açığa çıkarabilir mi?

Demirtaş’ın başlattığı tartışma

Selahattin Demirtaş’ın 13 Eylül gününde yayımlanan “İlle de demokrasi” başlıklı yazısı HDP’nin tutum belgesine atıf yaparak Millet ve Cumhur dışında yer alan yeni ve ilkeli bir ittifaktan bahsediyordu. Bu sayede ittifaklar tartışmasının AKP-CHP blokları dışında da olabileceğine dair çeşitli düşünceler daha güçlü bir ses ile de ifade edilmeye başlandı. Bu adımı HDP’nin vurgusu güçlü olmasa da kurucu meclisi ifade eden, yeni bir sistemi çağıran tutum belgesi aldı. Ardından solda yer alan yoldaşlarımız içerisinde (Sol Parti, TİP, EMEP vb.) emek cephesi veya sol/sosyalist cephe türünden argümanların sayısı arttı.

Bu tartışmalar 4 Ekim günü Demirtaş’ın tutsak olduğu Edirne Cezaevi’nden gönderdiği “Umut olmadan yaşanır mı?” başlıklı yazısı ile daha ileri taşındı. Demirtaş bu yazısında şöyle seslendi “Sol parti ve hareketlere önemli, tarihsel görevler düşüyor. AKP sonrası Türkiye’de demokrasi inşa edilecekse eğer, sol olmadan, emeğin sesi olmadan yeni rejimin inşasına göz yumulmamalıdır.” Hâlihazırda sol içerisinde var olan arayış Demirtaş’ın da teşviki ile güçlendi. Ancak bu durum başta Demirtaş’ınki olmak üzere açığa çıkan “üçüncü bir ittifak” arayışının emek merkezine yaklaştığı anlamına gelmiyor.

Emeğin ittifakı mı solun ittifakı mı?

Millet ve Cumhur İttifakı dışında bir olasılığı sorgulayan Demirtaş nihayet yayımlanan son yazısında, demokrasinin pek çok tanımının yapılabileceğini, bu konuda “ben bilirim”ci olmamak gerektiğini ifade edip, aslında hepimizin teoride ya da sahte demokratlar olduğunu söylerken yazısının finalinde demokrasi kültürümüzün mutfak kültürümüz kadar güçlü olmadığını ifade ediyor.

Demirtaş’la aynı çizgide bulunmasak da ifade ettiklerini önemsiyorum. Ancak Demirtaş farklı yemek kültürlerinden gelen herkesi bir masada buluşturacak yeni bir kültürü aradığını söylerken bu tip tanımlamaların ciddi gerçeklerin üzerini örttüğünü vurgulamalıyız. Zira hayat pahalılığı karşısında yemek kültürünü yaşamayı, bir yemek tercihi yapmayı bırakalım en ucuz, en sağlıksız yemeğe muhtaç kalanlarla deveyi havudu ile götürenler arasında ciddi bir fark var ve onları bir araya gelmeye davet etmek işçinin sefaletine çare olmayacak, özgürlük de getirmeyecek.

Demirtaş demokrasi kavramının tartışmalı olabileceğini ifade ediyor. Bizim inandığımız demokrasi ve özgürlük kavrayışları o kadar da karmaşık değil. Bizim inandığımız özgürlüklerin temelinde yaşamını iyi kılma özgürlüğü gelir. Bu da herkes için iş ve onurlu yaşam koşulları demektir. Biz de bu özgürlüğün ancak demokrasi altında hayata geçirilebileceğine inanıyoruz. Ancak adına yakışır bir demokrasi, zenginliği bir küreye sokup kaçırmak, güçlü ile güçsüzü/kurt ile kuzuyu aynı masada oturtmak değil, emeği asalaklara karşı savunmanın zemini olmalıdır. Adına yakışır bir demokrasi toplumdaki eşitsizliklerin yok edilmesi adına işçi emekçileri, kadınları, tüm cinsel yönelimleri ve elbette ki doğayı korumayı garanti altına almalıdır. İnandığımız bu demokrasinin adı da işçi demokrasisidir.

Türkiye’nin içerisinde bulunduğu krizin tek sebebi Saray’ın yanlış politikaları değil, Saray sistemini yaratan, neoliberal politikaların yeşermesine sebep olan sistemin kendisi de. Bu yüzden ihtiyaç duyduğumuz demokrasiyi garanti altına alacak cephe, ülkenin emperyalizmden bağımsızlığını, yoksulluk sorununun çözümünü, emekçilerin örgütlenme özgürlüklerinden kaderini tayin hakkına kadar her türden demokratik hakkı güvence altına alacak bir ittifakla, yani adını hak eden bir emek ittifakı ile mümkün olabilir.

Farklı yerlerden saymaya başlarsanız on parmak içerisinde on ayrı üçüncü parmağa ulaşabilirsiniz: Dillendirilen üçüncü bir ittifak önerisi de kendi içerisinde en azından ikiye ayrılıyor. Birincisi sol ya da sosyalist olarak ifade edilen bir ittifak. Bu türden bir ittifakın temelinde ise maalesef emek merkezli bir kalkış noktası yok. Kimi cephelerde laiklik/aydınlanma gibi kriterlerin bu geniş sol cephenin harcı olabileceği ifade ediliyor. Bu kalkış noktası sınıfı ayrıştırarak bir araya getiren ve onu burjuva saldırılardan koruyan bir önerme değil. Öte yandan solda emek merkezli bir ittifakın her zamankinden çok dile getiriyor olması da oldukça önemli. Bu dinamiği değerlendirmek için elimizden gelen çabayı sarf etmeliyiz.

Son olarak bu çok sesliliğin bir zenginlik ve emeğe yaklaşma gibi görülmesine rağmen emek cephesi adına somut adımlar atılmazsa günün sonunda tüm akımların bildiğini okuması ihtimalini de göz önünde bulundurmalıyız.

Emek cephesi için

Mevcut süreçte solun yeni bir ittifaktan bahsediyor oluşu emek cephesinin oluşabilmesi için mühim imkânları açığa çıkardı ve bunu değerlendirmek için elimizden geleni yapmamız gerekiyor, ancak üçüncü bir yol arayışı maalesef ki otomatik olarak solu emek merkezli bir birliğe itmiyor.

Magdeburg küreleri çatladı ve küre olağan akış ile ayakta duramıyor. Cumhur İttifakı küreyi ittire kaktıra bir arada tutmaya çalışırken Millet İttifakı yamayarak içindeki havayı yeniden çekmek istiyor. Oysa tüm zenginlik kürenin içerisinde. Kürenin açılıp daha iyi ve adil bir yaşam adına içindekileri paylaşabilmemiz için yeni bir sistemi somut olarak önermemiz gerekiyor.

Madem sistem adaletsizlikler yaratıyor, onu ne sağlamlaştırmalı ne de takviye etmeliyiz. Emperyalizmden kopuş, yoksulluk sorununun çözümü ve kaderini tayin hakkı dahil her türlü demokratik hakkı garanti altına alacak bir kurucu meclis için çağrıda bulunup bir işçi emekçi hükümetinin kurulabilmesi için en geniş emek cephesinin inşası adına üzerimize düşeni yapmaya devam etmeliyiz.

Yorumlar kapalıdır.