Türkiye’nin hapsedildiği ikilem: faiz-enflasyon

Şubat ayında yazdığımız bir yazıda Türkiye ekonomisinin zikzaklı gidişatı için şu durum tespitini yapmıştık: “Ya daha fazla faiz artırılarak enflasyonun inmesine ve ekonominin daralmasına göz yumulacak; ya da kredilerin yeniden artışı ve insanların geleceğe dönük gelirlerinin ipotek altına alınması pahasına, yeniden faiz indirilip ekonomi şişirilecek.” Burada cevaplamamız gereken soru ikinci seçeneğin “tercih” edilmiş olmasının arkasında hangi iktisadi ve politik nedenler olduğudur. Bu seçeneğin dayandığı zeminin, tercihlerin ve zorunlulukların bir bileşkesi olduğunu unutmamak gerekir. Fakat neye dayanırsa dayansın üzerinde yükseldiği temel çürük olduğu gibi ileriye dönük dünya gerçekleriyle de uyuşmamaktadır.

Faizlerin indirilerek Türk Lirası’na bilinçli bir şekilde değer kaybettirildiği ortada. Zaten bunu bir önceki yazımızda bir saldırı dalgası olarak nitelemiştik. Daha önce de defalarca faiz indirimi ısrarının iktisadi nedenlerden çok politik nedenlere dayandığını da belirtmiştik. Fakat faiz indiriminin arkasında üç ana ekonomik neden önümüze seriliyor.

İlk olarak Albayrak’ın Ekonomi Bakanlığı döneminde dillendirdiği “rekabetçi kur” söylemi yeniden vurgulandı. Yani TL’nin değeri düşürülerek ihracatın artacağı ve böylece cari (ihracat/ithalat dengesi) fazla vererek ekonomik büyümenin hızla yükseleceği argümanı pazarlanmaya başladı. İkinci gerekçe, emek gücünün dolar karşısında gittikçe ucuzlamasıyla Türkiye’ye uluslararası finans kapitalin yatırım yapmasının cazibeli hale gelecek olması. Üçüncü gerekçe ise, faiz indirimiyle kredi sistemi canlandırılıp talep artırılarak ekonomik büyüme sağlanması. Bunlar faiz indiriminin haklılığını vurgulayan bazı sermaye çevrelerinin argümanlarıydı. Öyle ki, teoride hepsi doğru. Ama teori gridir ve hayatın gerçekleriyle çoğu zaman uyuşmaz. Türkiye ve dünya gerçekliği açısından bu argümanların hiçbiri amacına ulaşamayacak.

Öncelikle TL, avro ve dolar karşısında değer kaybederken ihracatın artmadığı görülüyor. Örneğin 2013’te dolar 2,15 TL iken yıllık ihracat 161,5 milyar dolardı. 2018’de dolar 5,29 TL iken ihracat 177,2 dolar olmuştu. 2020’de ise dolar 7,44 TL iken ihracat 169,6 dolardı. Görüldüğü gibi dolar ne olursa olsun ihracat belli bir marj aralığında gidip geliyor. Bunun tam olarak neden böyle olduğu bu yazının konusu değil. Fakat şunu bilmek gerekiyor. Türkiye ancak ithalata bağlı olarak ihracat yapabilen bir ülke, yani devamlı cari açık vermekte. Dolayısıyla gümrük birliklerinden ayrılmadan ve dalgalı kur rejiminden çıkmadan istediği cari fazlayı ve ihracat seviyesini sağlayamaz.

İkinci olarak, emek gücünün değeri elbette TL eridikçe düşüyor. Peki salt bu durum Türkiye’ye akın akın sermaye akışı olacağı anlamına gelir mi? Ya da TL dolar karşısında ne kadar değer kaybederse Türkiye’ye sermaye akar? Bu soruların bir cevabı yok. Şunu bilmek gerek: Bir para birimi başka bir para birimine karşı yüzde 100 değer kaybedemez (aksi takdirde 1 TL sonsuz dolara eşit olurdu), sadece yüzde 100’e yakınsar, fakat TL dolar karşısında totalde yüzde 80’den fazla erimiş durumda. Fakat tek başına bu, bir şirketin ülkeye yatırım yapması için bir neden olamaz. O ülkedeki iç ve dış politik durum böyle durumlarda çok daha belirleyicidir. Ayrıca ülkede dünyaya kıyasla faiz hâlâ çok yüksek; fabrikalar kurmak yerine finansal araçlarla kısa vadeli vur-kaç yapmak burjuvazi için çok daha kârlı ve risksiz.

Üçüncüsü, kolay kredi için faiz indirimi, gerekçeler açısından en olası olanı ki biz hemen hemen her yazıda borçlandırılma yoluyla ekonominin canlandırılmasının iktidar için elzem olduğunu, fakat bu büyümenin insanların cebine yansımadığını, yani bunun gerçek bir büyüme olmadığını belirtmiştik. Bunun sadece bazı sektörlerin (patronların) kârlılıklarını artırmak için yapıldığını, konut kredilerini düşüren kamu bankalarının ihtiyaç kredilerinde herhangi bir faiz indirimi yapmadıklarından da anlayabiliriz. Kredi yoluyla palazlandırılan sermaye gruplarına karşılık enflasyonist baskıya maruz bırakılan emekçi kitleler… İşte iktidarın bilinçli ekonomi politikası bu!

İthal ikameci bir politika izlenmek isteniyorsa bu, imzacısı olunan uluslararası ticaret anlaşmalarıyla olmaz çünkü 60’lı yıllarda değiliz. Ayrıca iktidar bugüne kadar neoliberal politikalardan en ufak bir dönüş bile yapmadı. Dolayısıyla bağımsız bir ekonomi ancak emperyalizmden kopuşla mümkün.

Yapılması gereken, sendikaların ve işçi partilerinin bir araya gelerek hayat pahalılığına karşı seferber olmasıdır. Ekonomik büyüme anlamını yitirmiştir. Sözde büyüme için yapılanlar kitlelerin alım güçlerine dönük bir saldırı halini almıştır. Değeri tehlikeli derecede düşen TL için sabit kur altında tam sermaye kontrolü ve revalüasyon (yeniden değer biçme) planı oluşturulmalıdır. İktidar, ülke ekonomisini faiz-enflasyon ikilemine sıkıştırmış olsa da bu cendereyi kırmak mücadele eden emekçilerin elinde. Hayat pahalılığına mahkûm değiliz.

Yorumlar kapalıdır.