Birkaç yıl önce başlamış olan ekonomik kriz karşısında işçi sınıfı “bekle-gör”cü bir psikolojinin egemenliği altına girmiş ve daha da hassaslaşan hayatta kalma şartlarını mücadele ederek değil ama sineye çekerek ve razı olarak, yani rejime olmasa da iktidara bir şans vererek korumaya yönelmişti. Ekonomik kriz ilk aşamasında kitlelerin atıllığını kıramamış, tersine bunu pekiştirmişti. Bu sırada hem rejimin hem de düzen muhalefetinin, biricik meşru siyasal yöntem olarak sandığı işaret ediyor olması da emekçilerin eylem gücünün felçleştirilmesinde etkili olmuştu.
Ancak ekonomik krizin pandemiyle birlikte derinleşen ve rejimin politik kriziyle de kaynaşan ikinci aşamasında, belki henüz kitleler olmasa da sınıfın öncü kesimleri harekete geçme ve asgari hayatta kalma şartlarını muhafaza etme yönünde mücadeleye yöneldi.
Öncelikle, doğru bir politik çizginin oluşturulabilmesi için, patlak vermiş olan grevler, eylemler ve mücadeleler dalgasının karakterini çarpıtmadan ve abartmadan anlayabilmek önemli: Bu dalga var olmayan birtakım hakların kazanılması ve alım gücünün yükseltilmesi üzerinden değil, var olan hakların korunması ve alım gücünün düşüşünün engellenmesi, frenlenmesi üzerinden gelişiyor. Dolayısıyla işçi sınıfı bugün hâlâ bir saldırı değil, savunma pozisyonu içinde. Bunun anlamı, işçi sınıfının hayatta kalabilmek için zaten asgari düzeye inmiş olan şartlarını korumaya çalıştığıdır.
Burada “savunma” kelimesini olumsuz bir anlamda kullanmadığımızı vurgulayalım. Bu tahlili, sınıf hareketinin mevcut durumunu kavrayabilmek ve böylece doğru politikalarla donanabilmek için geliştiriyoruz. 2019 Şili Ayaklanması da 30 pesoluk zammın geri alınması için, yani kitleler açısından savunmacı bir pozisyonda başlamış ve daha sonra Kurucu Meclis sloganıyla donanınca saldırıya geçmiş ve Kurucu Meclis kazanımını elde etmişti.
Türkiye’de ise mücadelelerin özellikle ücret odaklı olması ve birçok örnekte işçilerin talep ettikleri ücretin kazanılmasına rağmen alım gücünün düşmeyi sürdürüyor olması dikkat çekici. Bunun anlamı, Türk kapitalizminin ekonomik karşıdevriminin mevzi kazanmayı sürdürüyor olmasıdır. Dolayısıyla mücadelelere rağmen inisiyatif hâlâ burjuvazidedir. Ekonomik karşıdevrim henüz yenilgiye uğratılamamış veya durdurulamamıştır.
Bazı işyerlerinde işçiler, daha önce sahip olmadıkları birtakım sosyal ve sendikal hakları da ücret taleplerinin yanına ekleyerek, bu savunmacı ruh halindeki çatlakları ve gedikleri derinleştiriyorlar. Yeni mücadele dalgasının en ileri yönünü de, mevcut konjonktür altında burjuvaziden nelerin taviz olarak kopartılabileceğini sınayan bu proleter keşif taburları oluşturuyor. Unutulmamalı ki bu keşif taburlarının cepheye ve cephenin gerisine taşıyacağı olumlu veya olumsuz raporlar, mücadelelerin gelecekte kitleselleşmesinin yaşanıp yaşanmayacağını belirleyecek.
Sol siyasetin sınıftan kopuk, dayatmacı ve ikameci birtakım sektörleri, emekçi sınıfların şu an vermekte oldukları mücadelelerin savunmacı doğasını anlamayarak (çünkü sınıf hareketinin girdiği evrelere ve aşamalara dair durum tespitleri ve tahlilleri geliştirme gibi bir refleksleri veya kaygıları yok), yükselen bu eylem dalgasına kendi ruh hallerinin ve ihtiyaçlarının merkeze alındığı bir program öneriyorlar. Şu ana kadar, önerilmiş olan bu maceracı ve kitlelerden kopuk ikameci programların herhangi bir grev veya mücadelede, oldukça kısmi/geçici başarılar alınmış görünse de galebe çaldığını deneyimlemedik (ve bu krizin bir neticesi olarak devreye işçilerin örgütlülüğü ve mücadelesi yerine, kimi kamu figürleri ve toplum tarafından tanınan simaların “hatırı” geçirilmeye başlandı). Bunun sebebi bu programların sınıfla beraber ve onun deneyimlerine eşlik ederek oluşturulmamış olması. Unutmayalım: İşçi sınıfı kendi demokratik karar alma mekanizmalarında kolektif bir biçimde tartışıp karar altına almadığı hiçbir programa veya eylem ajandasına samimi bir güven beslemez, besleyemez.
Belirtmek gerekir ki sınıfın mevcut ruh halinden ve taleplerinden kopuk bu maceracı ve dayatmacı politikaların sahipleri, mevcut emekçi seferberliği dalgasını hazırlamadı ama ona maruz kaldı. Zaten şu an “işçi için ama işçiye rağmen” hayata geçirmeye çabaladıkları politikalar da bu maruz kalma durumuna verdikleri sağcı bir refleks.
Tamam, işçilerin ulusal mücadele dalgası henüz bir saldırı karakteri taşımıyor ve bu yüzden onları henüz hazır olmadıkları ve dahası, sınıfın değil ama dayatmacı odakların aygıtlarının ihtiyaçlarına uyarlanmış bir çarpışmaya çağırmak hatalı. Peki bu durumda bütün dikkatimizi salt ekonomik grevler ve kısmi talepler üzerinde mi yoğunlaştıracağız? Hayır, zira bu kuyrukçu çizgi de en az maceracılık kadar tehlikeli.
Bugün emekçilerin seferberliğinde öne çıkan acil talepler, bırakalım kapitalizmin, rejimin dahi sınırlarını aşmıyor (tam da bu nedenle, bu taleplere konu olan acil ihtiyaçların geçiş mantığıyla formüle edilmesi gerekir). Dolayısıyla bunlar elbette karşılanabilir; bazı durumlarda karşılanmıyor olmasının sebebi, patronların sınıf bilinciyle hareket ederek, işçilerin özgüven kazanmasını engellemek istiyor olmalarıdır. Mevcut durumda kalkış noktamız şudur: Türk kapitalizminin ikisi de çürüyen ekonomik durum ile politik durumu kaynaştırması, bunları iç içe geçirmesi büyük bir sosyal krizi mayalamakta; dolayısıyla kısmi ekonomik kazanımlar ve mücadeleler dahi büyük çabalar, büyük fedakârlıklar ve büyük mücadeleler gerektirmektedir. Ya işçi sınıfı, taleplerini elde etmenin yolu olarak bu yıpratıcı küçük direniş ve grev öbeklerinin yerine, kitlesel mücadeleleri ve ulusal seferberlikleri tercih ederse? Şu an elimizde, işçi hareketinin muhafazakâr ve bürokratik önderliğinin bu yolu tercih etmiş olmasına rağmen, kitlelerin onları izlemediğine yönelik hiçbir olgu veya veri yok.
Ancak işçi sınıfı bu yola, yukarıda sözünü ettiğimiz maceracı, dayatmacı, ikameci veya kuyrukçu, uyarlanmacı yöntemlerle ikna edilemez. Dahası, eğer seferberliklerin seviye atlaması öngörülüyorsa, buna dönük olarak sıkı bir politik hazırlık gerekir, ki bu hazırlık da ancak işçi hareketinin içinde yapılabilir.
Mevcut emekçi seferberliklerinin doğasının savunmacı olduğunu, dolayısıyla bu seferberlik dalgasına şimdilik bir “saldırı” programı önermenin sonuçsuz kalacağını ve bu ikameci çizginin arkasında enkaz bırakacak olan bir “çocukluk hastalığı” olduğunu dile getirdik (aslında dayatmacı siyasetin taraftarları, ismini hak eden bir “saldırı” programına dahi sahip değiller; yalnızca hızla değişebilen günlük olaylar karşısında plansız-programsız ve uzun vadede işçilerin çıkarına olmayan küçük burjuva protestoculuk çizgisi ile yön bulmaya çalışıyorlar). Meseleyi böyle ortaya koyunca geriye bir seçenek kalıyormuş gibi gözüküyor: mücadele eden emekçilere bir savunma programı önermek. Ancak savunmacı programlar kendi içinde ikiye ayrılır: pasif savunma programları ve aktif savunma programları. Pasif savunma programları çoğunlukla emek hareketinin geleneksel önderlikleri ve muhafazakâr yöneticileri tarafından tercih edilen 24 saatlik sembolik grev ilanlarından, içeriksiz basın açıklamalarından, kınama metinleri yayımlamaktan ibaret olabilir. Ama aktif savunma, işçilerin hem savunmacı nitelikteki talepleri için seferber olmalarını hem de bir sonraki aşamaya, yani saldırıya siyasal olarak hazırlanmalarını öngörür.
Bugün için bir aktif savunma programının öne çıkan tarafları neler olabilir? Bize göre bu aktif savunma programının bugün öne çıkan ve yakıcı bir ihtiyaç halini alan iki yönü mevcut: mevcut seferberlik dalgasının siyasal mücadele örgütünü inşa etmek ve mevcut seferberlik dalgasının birleşik yerel sendikal organlarını geliştirmek.
Hem rejim hem de düzen muhalefeti açısından, yaklaşan seçimler, emekçilerin seferberlik dalgasının karşısında bir emniyet supabıdır. Onlar seçimi mücadeleleri durdurmak ve kısmi kazanımları da dondurmak için kullanacaklar. İşçi sınıfının bir aylık ekonomik refahını muhafaza etmeye çalışmasıyla, genel olarak ülke siyasetine müdahale etmeye başlaması arasında, birtakım şüphecilerin inandığının aksine, hiç de kalın çizgiler yoktur. Karşı taraf bu bilinçle hareket edecek.
Aynı bilinçle hareket etmeyi biz başarabilecek miyiz? Solun geneli bunu başarabilmenin yolunun “cüretten”, “iradeden”, “kararlılıktan” ve benzer soyut erdemlerden geçtiğini ileri sürüyor. Bunlar değerli ancak yeterli değil. Bu bir metodoloji sorunudur.
Solun henüz Üçüncü İttifak teması etrafında toplantılar almayı ve tartışmayı sürdürdüğü bir dönemde, işçi sınıfı ile yoksul Kürt halkı bu Üçüncü İttifakı çoktan ilan etti bile. Fiili grevler, iş bırakmalar, eylemler, Kürt illerindeki seferberlikler, sendikalaşma mücadeleleri bu ittifakın Türkiye’ye ilan edildiği “basın açıklamaları” oldu. O halde şunu söyleyebiliriz: Yıllardır kitlelerden kopukluğu nedeniyle sınıfın mevcut mücadele azminin ilerisinde yer alarak ve ona eşlik etmeyerek onun önünden gitmeye çalışan sol, son mücadele dalgasıyla beraber sınıfın gerisinde kalmıştır.
Rejim ve düzen muhalefetinin kendi kozu olarak düşündüğü yaklaşan seçimler, işçi sınıfının bir avantajına çevrilebilir. Bunun için sahada kurulmuş olan Üçüncü İttifak’ın, solun ve sınıfın önderliklerince de ilan edilmesi gerekir.
Ancak meclise gitmesi için seçilecek olanlar sol grupların birtakım kamu figürleri değil Yemeksepeti, Aliağa, Farplas, Migros, çorap ve tekstil fabrikaları işçileri ile mücadele halindeki diğer emekçilerin işçi temsilcileri, Boğaziçi direnişçileri, Hendek’te eşlerini kaybedenler, Şaban Vatan, Mısra Öz, Şenyaşar ailesi ve Kürt halkının temsilcileri olmalıdır.
Mevcut seferberlik dalgasının örgütünü, yani bir mücadele ittifakını inşa etmeyi öneriyoruz. Bu ittifakın sahadaki özneleri, ittifakın meclisle sınırlı olmadığını, hatta ittifakın odak noktasının meclis olmaması gerektiğini zaten duyurdu. Bu, aktif savunma programının siyasi ayağı olarak ortaya konabilir. Ancak mücadele dalgasının taleplerinden ve ilksel örgütlenme ihtiyaçlarından da anlayabileceğimiz üzere, bu programın bir de sendikal bir öneriye ihtiyacı vardır.
Bu noktada sendikal önerinin ilk başlığı, parçalı, dağınık ve bölünmüş olan mücadelelerin birleştirilmesi olmalı. Ancak bu mücadelelerin birleştirilmesi, yalnızca sahadaki işçilerin birliğinin sağlanmasıyla değil, aynı zamanda sendikal önderliklerin de bir acil eylem programı etrafında bir araya gelmesiyle sağlama alınabilir. Bunun ulusal düzeyde hayata geçirilmesi mücadelenin sonraki evrelerinin tartışmaya açacağı bir konu. Ancak bugün için İstanbul İşçi Sendikaları Şubeler Platformu benzeri yapılanmaların yerellerde ve kentlerde oluşturulması ve bunların bulundukları yerellerdeki grevler ile seferberliklere dönük ortak bir mücadeleci çizgiyi benimseyerek müdahalede bulunmaya çalışmaları, bir gereksinim olarak ortaya çıkmaktadır.
Sendikaların yerel şubelerinden seçilen temsilcilerin oluşturdukları, konfederasyonlar arası ve işkolları arası bir ortak mücadeleci organın kentler düzeyinde yaratımı, söz konusu kentteki bütün sendikaların birleşik bir şekilde işçi hareketine destek olabilmesinin şartlarını yaratacaktır.
Bununla beraber, bu birleşik yerel sendikal organlar, kendilerinin gelişimi ve sınıfla olan organik ve politik bağlarının yozlaşmaması için, hiç şüphe yok ki grevler ile mücadelelerde ortaya çıkan işçi komitelerinin otoritesini tanımalı ve karşılıklı diyalog ile ortak çalışmanın kanallarını yaratabilmelidir. Bu tip komitelerin oluşturulmadığı noktalarda, bu komitelerin oluşturulmasına sendikalar da rehberlik edebilir.
Mevcut seferberlik dalgasının siyasal mücadele örgütünü inşa etmek ve mevcut seferberlik dalgasının birleşik yerel sendikal organlarını geliştirmek şeklinde ortaya koyduğumuz iki acil görevin, işçi sınıfının kaderinde belirleyici bir ağırlığa sahip olduğu ve olacağı inancındayız. Bugünkü mücadele dalgasının parçalanmasının ve yılgınlık ile bitkinliğe yol açmasının önüne bu iki görevle geçebileceğimiz kanısındayız.
Yorumlar kapalıdır.