Şunu unutmayalım; yaşadığımız hayat pahalılığı, enflasyon, yoksulluk ve işsizlik sarmalı sermayeyi kontrol edenlerin tökezlemesinden ve beceriksizliğinden kaynaklanmıyor. Bu durum bizzat sermaye ve onu kontrol edenlerin işçilere ve emekçilere dönük saldırı programları sonucu oluştu. Dağıtılan düşük faizli büyük krediler, büyüyen kârlılık oranları, bankaların tarihteki en büyük kârlı dönemini yaşaması, en zengin kesimin iyice zenginleşmesi vb. tam da bu programın bir sonucu. Hazine bütçesi bir avuç kan emicinin hizmetinde ve onların gözetiminde emekçilerin aleyhine talan edilirken krizin toplumsal ve maddi faturası tamamen emekçilere yıkılmış durumda. Bu durum örgütsüz bir toplum karşısında örgütlü bir azınlığın parça parça uyguladığı ekonomik programın yansıması. Bu programın ise özeti şu: Kârı özelleştir, zararı ise toplumsallaştır!
Bugünlerin geleceğini en az bir yıl önceden söyledik çünkü planlarını ve ne yapmak istediklerini görüp teşhir ettik. Geçen yıl haziran ayında yayınladığımız bir yazıda şöyle demiştik:
“Türkiye’deki mevcut ekonomi politikaları, enflasyonu istenilen düzeye getirmeyi amaçlamıyor. Tam tersine tüketimi borç yoluyla şişirme derdinde. Dolayısıyla hayat pahalılığı önümüzdeki dönemde en büyük sorunlardan biri olacak. Fakat çok önemli bir tehlike daha var; o da dünya genelinde enflasyonun artacağı bir döneme giriyor olmamız. ABD’de enflasyonun artması dış borcu bu kadar yüksek olan Türkiye için büyük risk oluşturuyor. Ülkenin dış borçlarını ödeyebilmesi için yine dış borçlanmaya ihtiyaç olacak ve bu durum döviz cinsinden borçlanmanın çok daha maliyetli olacağı anlamına geliyor.”
Enflasyonun bir sonucu olarak alım gücünün korunması istemiyle krediye yönelme tahmin edildiği üzere hızlandı. Kredi büyüme oranları yüzde 45’i aşarak Temmuz 2020’den beri en yüksek seviyesine ulaştı. Biz bu duruma uzun zamandır “geleceğimizin ipotek altına alınması” diyoruz. Bunun ekonomideki yansıması ise daha fazla borçlanma yoluyla talebin artırılarak hormonlu büyüme yaratılmasından ibaret.
BDDK’nin verilerine göre tüketici kredileri tutarı 810 milyar TL’ye çıktı. Bu kredilerin 315 milyar TL’si konut, 16 milyar TL’si taşıt ve 479 milyar TL’si ihtiyaç kredisi. Bankacılık sektörünün toplam kredi hacmi ise 5 trilyon 525 milyar TL’ye çıkmış durumda.
Mart ayında resmi olarak üretici enflasyonunun yüzde 114, tüketici enflasyonunun ise yüzde 61 olduğu bir yerde şirketler yüksek düzeyde borçlanarak gelecekte ödeyecekleri borç taksitlerini enflasyona ödetmiş oluyorlar. Özellikle enflasyonla hiçbir şekilde mücadele edilmediğinde bu borç sarmalı enflasyonu daha fazla tetikliyor. Sanayi üretiminin yüzde 13’lere çıkması da bu hormonlu büyümenin ilk belirtilerinden biri. Bu yıl ekonomik büyüme dilimleri olacak fakat her zaman olduğu gibi bunu cebimizde hissetmeyeceğiz. Bakan Nebati’nin “Çarklar dönüyor, işler iyi” derken kastettiği belli bir kesimin kazancından ibaret. İktidar, yaz aylarına tıpkı iki yıl önceki gibi hazırlanıyor: para basarak ve kredi dağıtarak. Fakat artık enflasyon ve borçluluk iki yıl öncekine göre çok daha yüksek. 2022’de tahsili gecikmiş ihtiyaç kredileri yüzde 48,3, ticari krediler ise yüzde 51 dolayında. Aslında Türkiye batık bir ülke. Sadece yüzdürülüyor.
Bu borç yükü gerçek yükün sadece bir ayağı, diğer ayağında ise hazinenin iç ve dış borçlarının ana parası ve faiz oranlarındaki artış var. Dış borç ve hanehalkı borçlarının iptal edilmesi koşulsuz bir biçimde gerçekleştirilmeli. Bunun için ayrık duran mali politikaların ve para politikalarının tek bir finansal banka çatısı altında birleştirilmesi gerekiyor. Bu tehlikeli yükü topluma yükleyerek ekonomik krizi sosyolojik bir krize dönüştürenlere karşı, üretimin ve bölüşümün kontrolünü bir avuç azınlıktan alarak planlı bir ekonomi için mücadele etmeliyiz.
Fotoğraf: Getty Images/Stock Photo
Yorumlar kapalıdır.