AYM’nin son kararları ne anlama geliyor?

Haziran başında Anayasa Mahkemesi (AYM), Cumhurbaşkanı’nın Merkez Bankası (MB) Başkanı ile üniversite rektörlerini atamasına ilişkin olarak çeşitli iptal kararları verdi. Bazı çevreler bunları doğrudan Saray’a ve hatta rejime karşı demokratik bir çıkış ve meydan okuma olarak okudu.

AYM’nin ilgili kararları, Cumhurbaşkanı’nın söz konusu konulardaki atama yetkilerini hedef almıyor. Nitekim iptal kararları esasa değil, sadece usule ilişkin. AYM, CB’nin atama yetkisini değil, atamanın şekline yönelik bir karar vererek CB’nin Anayasa gereği bu konularda yetki sahibi olduğunu, fakat bu yetkinin kararname yoluyla kullanımı bakımından açık bir yasal dayanak oluşturulması gerektiğini belirtti. Ayrıca gerekli yasal düzenlemelerin yapılması için yasama organına süre tanıdı. Dolayısıyla kararlarda CB’nin MB Başkanı ile üniversite rektörlerini atama yetkisi sorgulanmıyor. Zaten Anayasal denetim yapmakla görevli bir mahkemenin, mevcut Anayasal düzenlemeler karşısında böyle bir sorgulamaya girişmesi olası değildi.

1961’de kurulduğu günden bu yana AYM, Bonapartist rejimin temel kurumlarından biri oldu. 2000’li yıllara kadar demokratik hak ve özgürlüklerin savunusundan ziyade, halk tarafından seçilen parlamento ve onun içinden çıkan hükümet karşısında, askerî ve sivil bürokrasi içindeki rejim güçlerinin desteklediği bir emniyet supabı olarak hareket etti. 2007’de AKP’nin kapatılması davasında da görüldüğü gibi, parti kapatmaya karşı tutum alarak kimi zaman “özgürlükçü” görünen birtakım kararlar vermiş olsa da, bunlar aslında değişen rejim içi güç dengelerinin bir ifadesiydi. 2016 Darbe Girişimi sonrası AYM, rejimdeki yeni dönüşüme de hızlıca ayak uydurdu: Anayasaya uygunluğu oldukça tartışılan OHAL yönetimini ve hukuksuz KHK rejimini çeşitli kararlarıyla onayladı.

2018’de CB ve parlamento seçimlerinin ardından AYM; Selahattin Demirtaş, Osman Kavala, Can Atalay başta olmak üzere bireysel başvurular üzerine vermiş olduğu ihlal kararlarıyla rejim güçlerinin tepkisini üzerine çekti. İkincil öneme sahip konularda yer yer verdiği iptal kararları da bazı çevrelerde, AYM’nin AKP-MHP ittifakı yönetimini sınırlayan demokratik bir mercii olduğu yönünde bir yanılsamaya neden oldu. Nitekim Erdoğan ve AKP defalarca AYM’yi hedef alan açıklamalarda bulundu; MHP son yıllarda istikrarlı biçimde AYM’nin kapatılmasını veya statüsünün değiştirilmesini dahi savundu. Oysa AYM’nin bu kararları, rejimi tehdit eden demokratik sınırlamalar değil, kurulduğu günden bu yana kurumsallaşamamış ve sınırları muğlak olan Türk Tipi Bonapartizm’in işçi sınıfı üzerinde baskısının yöntemi ve yoğunluğuna ilişkin rejim krizinin bir ürünüydü.

Son iptal kararları üzerine AYM’ye yakıştırılan demokratik rol, rejim krizi konusunda belirli bir politik tutuma da karşılık geliyor: Rejim krizini, rejimin özünde bir değişikliğe yol açmaksızın rejim içi bir reformla sınırlı tutma çabası. Başta CHP olmak üzere burjuva muhalefet çevreleri, hükümet biçimiyle sınırlı rejim içi bir reform arayışında (Başkanlık yerine parlamenter bir sistem). Tabandan ziyade, AYM ve parlamento gibi kurumlardan gelecek ve rejim güçlerinin uzlaşısına dayalı tepeden bir değişim programı bu. Oysa Türk tipi Bonapartizm, bu rejimin burjuvazi adına her türlü demokratik ve sosyal kazanımına saldırdığı işçi sınıfının sürekli seferberlikleri yoluyla alaşağı edilebilir. Ne AYM’den ne de düzen partilerinden medet umamayız. Rejimden kopuş için, işçi sınıfının demokratik ve sosyal haklarını garanti altına almak üzere bir kurucu meclis tarafından hazırlanacak yeni bir anayasa hâlâ önemini koruyor.

Yorumlar kapalıdır.