Yeni mücadele döneminin mevcut sınırlarına ve gereklerine dair…

İşçi mücadeleleri, 2022 Ocak-Mart ayları arası yaşadığı kısmi yükseliş döneminden sonra hem iktidarın politik manevraları hem de sendikaların ve solun bu seferberlikleri yaygınlaştıracak ve birleştirecek politika ve araçları gündemine yeterince almaması nedeniyle -öne çıkan birkaç işyeri mücadelesi ile sınırlı kalarak- bir durgunluk dönemi içine girmişti. 2023-24 seçim süreçleri ve bu süreçlerde işçi sınıfının bağımsız politik mücadele hattının yaratılamaması da elbette bu durumun devam etmesinin en temel faktörlerinden biriydi.

Bugün ise ekonomik krizin ve bunun sonucu olan hayat pahalılığının tüm işçileri derin bir yoksulluğa sürüklediği verili koşullarda, yine başta ücretlerinde iyileştirme talebi ile birlikte işçilerin yüzlerini yeniden mücadeleye döndüğünü görüyoruz. Yaz aylarından bu yana birçok işyerinde işçiler grev ve eylemlere başvuruyor. Tek tek işyerlerinde yaşanan mücadelelerin yanı sıra, emekçiler arasındaki hoşnutsuzluğun yarattığı birikimin ve beklentinin sendikal konfederasyonları da hareketlendirdiğine ve hatta -pratikte karşılığını henüz görmemiş olsak da- birlikte tutum almaya zorladığına tanıklık ediyoruz. Bu gelişmeler ve iktidarın sürüklediği ekonomik-politik çıkmaz bizlere yeni bir mücadele dönemini işaret ediyor. Peki hem tekil mücadelelerden hem bunların birbiriyle ilişkisinden yola çıkarak bu döneme dair ne söyleyebiliriz?

Öncelikle işyeri bazlı mevcut mücadelelerin niteliğini değerlendirirsek hepsinin talepleri ve mevziisi açısından savunma karakterli olduğunu söyleyebiliriz. Bu ne demek? İktidarın hem ekonomik hem demokratik alana dönük saldırılarının bir sonucu olarak mevcut talepler; kazanılmış hakların korunmasını, uygulanmasını içeren bir hatta ifade buluyor. Mesela bugün konjonktür bizleri karşılığını TİS’lerde ya da yasalarda bulmaya çalışan tüm sınıf adına bir ilerleme sayılabilecek yeni kazanımları değil tersine en temel olanı, yani sendikalaşma hakkı için mücadeleyi gündem almaya mecbur bırakıyor. Diğer yandan, bugün işçiler “bölüşümden nasıl daha fazla pay alırız” değil, “ücretleri açlık sınırının üzerine nasıl çıkarabiliriz” mücadelesine sıkışıyor. Ve daha da önemlisi, bu talepler etrafında süren mücadeleler birbirinden yalıtılmış bir biçimde ilerliyor; ortak talepler ekseninde bir politik mücadele hattında birleşebilmiş değil. Bu, burjuva iktidarların uzun yıllar sonundaki sistematik saldırıları ve başta sendikalar olmak üzere sol muhalefetin buna cevap verme konusundaki yetersizlikleri ve/veya hataları sonucunda itildiğimiz/çekildiğimiz savunma hattının bile gerisine düşmüş bir mevzi.

Bu sürece eşlik eden bir olgu da eylem biçim ve yöntemlerinde karşılık buluyor. Bu biçimi, eylemlerin radikalleşmesi ama eylemin söylem ve talebinin bunun gerisinde kalması olarak ifade edebiliriz. İşçiler mücadeleleri esnasında kendilerine dönük baskı ve saldırılar karşısında en dirayetli şekilde duruyor, buna karşı farklı eylem biçimleri geliştiriyor, kendilerini ve taleplerini görünür kılmanın yollarını arıyor ama sürecin bir noktasında varılan yer neredeyse muhatap alınma talebine, hatta kimi örneklerde muhatap alınabilmek için sınıf dışı kimi başka aktörleri sürece dahil etme çabasına kadar indirgeniyor. Bunu sadece iktidar ve işveren bloğunun başarısı olarak görmemek gerekir tabii; bu aynı zamanda kendi sınıfsal taleplerini ve öfkesini şu an birleşik bir örgütlü güç olarak ortaya koyamamış işçi sınıfının ve onun örgütlerinin bir çıkmazı ve kabullenilmiş çaresizliği. Bu sebeple, önümüzdeki sürecin gidişatını belirleyecek olanın emek hareketinin mücadele gücü olduğunu tekrar tekrar hatırlamak gerekiyor. Bu gücü belirleyecek olan ise mücadele talepleri, yöntemleri ve birleşik hareket edebilme niyet ve becerisi olacak. İşçi sınıfının sendikal ve politik örgütleri uzun zamandır bağımsız bir emek cephesinin örgütlenmesi yolunda bir adım atmak tarihsel sorumluluğu ile karşı karşıya.

Yorumlar kapalıdır.