Okur mektubu: “Yabancılaşmanın sesi, hüznün dili ve çaresizliğin melodisi”

“Köylü, tarihin tekerleğiyle ezilmiş, ama onu döndüren güç olmamıştır.” — L. Troçki

Cumhuriyet’in başından bugüne dek Türkiye’de köylü sınıfı, üretimin yükünü omuzlayan ama siyasetin merkezine bir türlü yerleşemeyen bir toplumsal kesim olarak kalmıştır. Atatürk’ün “Köylü milletin efendisidir” sözüyle onurlandırılan bu sınıf, gerçekte toprağın efendisi değil; çoğunlukla onun bekçisi olabilmiştir. Siyaset ise onu ya sadakatle destekleyen bir seçmen ya da değişimi geciktiren geleneksel bir engel olarak görmüştür.

Osmanlı’dan devralınan ağalık sistemi, Cumhuriyet’in ilk yıllarında köklü biçimde yıkılamadı. Toprak reformu denemeleri, büyük toprak sahiplerinin siyasal gücü karşısında kadük kaldı. Köy Enstitüleri aracılığıyla halkçı bir kalkınma hayali kurulduysa da bu hayal 1950’de Demokrat Parti’nin iktidara gelişiyle sona erdi. Üretim araçları değişti.

Traktör tarlaya girdiğinde köylü dışarı atıldı. Toprak artık demirin ve paranın buyruğundaydı. Ağanın gölgesinde yaşayamayanlar kente kaçtı. Sandılar ki şehir özgürlük; meğer şehir, başka bir ağanın çiftliğiydi. O köyde toprak yoktu, bu şehirde zaman. Orada ürün ağaya giderdi, burada emek patrona. Değişen sadece efendinin adıydı.

Traktör köye girdiğinde yalnızca toprak değil hayat da sürüldü. Sabanın yerini alan demir; kadının emeğini görünmez kıldı, erkeklerin sırtındaki yükü makineye devretti. Biçerdöver tarlayı bir günde biçti ama köydeki işçiyi, özellikle mevsimlik kadın emeğini boşa çıkardı. İnsan gücüne gerek kalmayınca köyde iş bitti. İş bitince göç başladı. Ekin biçemeyen, traktör alamayan, toprağı mirasla bölünen yoksul köylüler umudu sırtlayıp şehre aktı.

Şehir, umutla gelinip yoksullukla kalınan yerdi. Bu yolculuk yalnızca bir yer değişimi değil, bir dünyadan kopuşun ve başka bir dünyaya tutunamayışın hikâyesiydi. Köylü gitmiş, işçiye dönüşmüştü. Ama zincir hâlâ aynıydı. Köyde tanınan şehirde yabancıydı artık. Ama en çok da kendilerine yabancılaştılar.

Aynaya baktıklarında gördükleri yüzü tanıyamadılar. Bir zamanlar umutla yola çıkan, köyün dar patikalarında düşe kalka büyüyen o çocuk gitmiş, yerine sabah ezanıyla uyanıp gece yarısı dönen, elleri nasır tutmuş ama sesi çıkmayan bir gölge gelmişti. İçlerinde biriken öfke yerini kabullenişe bırakmıştı. Kabulleniş de bir tür inkârdı aslında. Kendi gerçekliğini unutmanın, yaşadığını sanmanın bir yoluydu. Geldikleri şehirde düzene de, kendilerine de emeklerine de yabancıydılar. Yanlarında çalışan kişi dost değil rakipti, onun başarısı kendi başarısızlıklarıydı. Bir lokma ekmek için bile yarışa zorlandığın bu yeni dünyada kim daha az dinlenirse, kim daha az hata yaparsa, kim daha az ücretle çalışmayı kabul ederse o kazanıyordu. Ama bu zafer, kazananı da sevindirmiyordu. Çünkü her kazanç bir başkasının kaybı, her terfi başka birinin işsiz kalmasıydı. Her ekmek, bir başkasının açlığı pahasına kazanılmıştı. Ve insan, bir başkasının kaybına sevindiği anda, kendi kaybını da kutlamaya başlamış oluyordu.

Bu yabancılaşmanın sesi, şehirlerin arka sokaklarından yükselen bir melodiyle buluştu: Arabesk! Toplumun gazını almaya yönelik, acıyı anlatan ama isyanı değil kederi besleyen bir müzik. Çatışmacı, isyancı bir dinamiği vardı sanki, ama devletin, iktidarın, statükonun gölgesinde yankılanıyordu. Hüzünle büyüyor ama bir adım öteye gitmiyordu. Mücadeleye çağırmıyordu.

Arabesk, şehirdeki köylünün sesi oldu. Yeni dünyanın ezgilerini söylediler, ama o dünya onlara da yabancıydı. Artık ne köylüydüler ne de tam anlamıyla şehirli. Terk ettikleri dünyanın ekonomisinden ve kültüründen kopmuşlardı. İçine girdikleri yeni dünyanın bir parçası da olamamışlardı. Köylülükleri kültürel bir yanıydı, ama ekonomik olarak köylülükten çıkmışlardı. Fabrikaları dolduran işçi yığınlarına dönüşmüşlerdi. Ama sınıf bilincinden uzaktılar. Kent yoksulluğu, arada kalmışlığın adı oldu. Terk edilen dünyadan kopmuş, bunun yarattığı bir ürkeklik, bir çaresizlik, bir kimsesizlik içinde bocalıyorlardı. Gecekondu mahalleleri hayatın ta kendisi oldu. Barınma biçimi değişti, alışkanlıklar değişti. Ama şehirle bütünleşemediler.

Şehir kültürüne yabancıydılar. Şehrin seküler ritmine de, modern yaşamın akışına da. Merkezlere kıyıdan kıyıdan, ürkek gözlerle baktılar. Kaygılı, tedirgin, melankolik… Kendi içlerine kapanmış bir şehir yaşamı sürdüler. Arabesk, işte bu kaygının, bu çelişkinin, bu ikircikli ruh halinin melodisiydi. Ülkede büyüyen eşitsizliğe, adaletsizliğe, yoksulluğa karşı bir siyasi hareket içinde olabilecek onca genç, onca işçi, bir tür uyuşuk bekleyişe sürüklendi. Oysa bir takviye güç olabilirlerdi. Ama olmadılar.

Arabesk, yabancılaşmanın müziğiydi. Hem acıyı anlatan hem de onu besleyen bir çelişki. İnsanların kendi emeklerine, birbirlerine ve hatta kendilerine yabancılaştığı bir dünyada, bu müzik bir ayna gibiydi. Aynayı kırmak yerine, ona bakmayı tercih ettiler. Belki de bu yüzden arabesk yalnızca bir müzik değil, bir yaşam biçimi oldu. Yabancılaşmanın sesi, hüznün dili ve çaresizliğin melodisi…

Metal işçisi Yılmaz

Yorumlar kapalıdır.