Bir dejavu içinde asgari ücret dönemi

Asgari ücret size bir hayat değil, bir senaryo sunar. Bu senaryoda her şey bellidir; sürpriz yoktur. Sürpriz, lükstür. Siz sadece, daha önce defalarca oynanmış bu oyunun içinde, aynı replikleri söyler, aynı hareketleri tekrar edersiniz. Ve her seferinde o tanıdık acıyı, o bildik sıkışmışlığı fark edersiniz. İşte o an dejavu çarpar sizi: “Bu anı daha önce de yaşamıştım,” dersiniz.

Yoksulluk, biriken çaresizliklerle yoğrulmuş bir varoluş halidir. Asgari ücret, bu varoluşun tam merkezinde durur. Kâğıt üzerinde “yaşamak için verilen en az miktar” olarak tanımlanır ama gerçekte yaşamı değil, yalnızca hayatta kalmayı mümkün kılar; yoksulluğun kurumsal hali olur. Ve bu kurumsal yoksulluğun en acımasız yanı, bir dejavu çemberine hapsolmaktır. Bu, zamanın değil, çaresizliğin tekerrürüdür.

Ayın birinde cüzdana giren, 15’inde eriyen, 20’sinde buharlaşan bir gelirle her ay aynı döngüyü yaşamak… Faturalar aynı kâbus dilinde fısıldar, market fişleri aynı kısıtlı hayatın kanıtıdır. Bu döngüyü kıran değil daha da kemikleştiren bir gerçekle yüzleştiğiniz yeni bir asgari ücret dönemi gelmiştir. Aynı hikâyeler: “Asgariye zam enflasyonu tetikler.” Telaffuz edilen rakamlar açlık sınırının altında seyreder.

Bizi bekleyen, enflasyonun görünmez dişleriyle her an kemirilip değersizleşen bir gelirdir bu. Giderek ağırlaşan bir geçim yükünün ta kendisidir. Bu sıkışmışlık, en saf haliyle bir akşam sofrasında tezahür eder. O geçim sıkıntısının mutfağıdır: neredeyse her gün makarna, patates… Bir çeşit yemek değil, bir matematiğin soğuk sonucudur tabaklara düşen. Ve bir akşam, o matematiğin sessiz dilini henüz çözememiş bir çocuk, öfke ve çaresizlikle isyan eder: “Yine mi bu? Ben bundan bıktım! Hiç istediğim bir şeyi alamıyorsunuz!”

O an, dejavunun en keskin, en yakıcı halidir. Ebeveynin elinde, çocuğun gözyaşlarını silecek bir mendil vardır belki; ama silemeyeceği şey, tekrarlanan yetersizlik hissidir. Çocuğun ağlaması sadece yemeğe değil, hayatın bu naylon örtüsüne, bu sıkışmışlık döngüsüne karşı bir isyandır. Ebeveynin suskunluğu ise, rakamlarla oynanmış o gelirin, enflasyonla kemirilmiş o maaşın dilidir. Bu dilde “hayır” kelimesinden başka bir şey yoktur. Bu, bir neslin çaresizliğinin, bir sonraki neslin hayal kırıklığına evrilişidir.

Fakat bu kader değildir. Bu; örgütsüzlüğün, dağınıklığın, bölünmüşlüğün sonucudur. Gerçek değişim, işçinin kendi kaderine seyirci olmayı reddettiği anda başlar. O an, bürokrasinin tabelalarının değil, işçi demokrasisinin söz aldığı andır. O an, koltuk sevdası değil, üretenlerin kolektif iradesi konuşur.

Artık taleplerimizi patronlar belirlememeli! En temel haklarımız onların keyfine bırakılamaz. Asgari ücret, Saray masasının lütfu değil, emeğin karşılığıdır. Bu yüzden asgari ücrete üç ayda bir en az enflasyon oranında otomatik zam yapılmalıdır. Çünkü açlık her gün artarken, ücret yılda bir gün artamaz.

Gerçek çözüm, bu düzenin değişmesinde yatar. Çözüm ne yeni bir liderde ne de Saray’ın değişmesinde. Çözüm, emekçilerin yönetiminde; her fabrikada, her atölyede, her şantiyede “Biz üretiyoruz, biz yöneteceğiz” diyen sınıf bilincinde. Çünkü bu düzeni kuranlar değil, onu her gün sırtında taşıyanlar yönetmelidir.

Metal işçisi Yılmaz

Yorumlar kapalıdır.